MAHBESTEN MEKTUPLAR
Halim Kaya
07.02.2021
“Türk İnsanını yoksulluktan kurtarıp refah seviyesini yükseltip ülkemizi çağlar üzerinden aşırmak ve tarihi geçmişine layık bir şekilde dünyanın güçlü ve itibarlı devletlerinden biri haline getirmek gayesini güdüyorduk” (S:11) diye düşünen Ülkü Ocakları Bursa il Başkanlığı yapan bir genç daha 24 yaşında tam okulu bitirme aşamasında tutuklanır. Tutuklanması sebebiyle de çok arzu ettiği öğretmenlik mesleğini yapamadı. Girdiği Bursa cezaevinin kapısının girişinde şu yazıyla karşılaşır: “Ocağın ve Ulusun Seni Bekliyor. Buradan Onlara Yararlı Olarak Ayrıl” Sanki insana ve insanlığa zararlı bir suç işlemiş gibi zaten düşüncesi vatanına milletine hizmet etmek olan birini, birilerini böyle bir cümleyle karşılamanın sebebi herhalde cezaevine her suçtan insanların konulmasıydı. Ya da daha 12 Eylül öncesinde devlet Ülkücüleri “vatanı savunuyorsunuz” diye diğerlerinden aymadığını ifşa ediyordu. Nereden bileceklerdi vatan millet sevgisi orada çalışanlardan, vatanı yönetenlerden daha yüksek Ülkücülerin düşüncesini devleti yönetenlerin suç kabul edip cezaevine dolduracağını.
Mektup tarihte bir haberleşme aracı olarak yer almasıyla insanoğlu bunu da daha farklı amaçlarla nasıl kullanırım diye düşünmüş ve ilk ilimi konularda ehline mektupla sorup ilmi cevapları mektup yoluyla almayı icat etmişti. Efendi Barutçu da mektupları aile eş dostlarla haberleşme olarak ve ilmi konularda karşısındakilere bir şeyler aktarmakta gayet maharetli kullanırken yeni bir kullanım şekli icat eder, detaylı mektuplarında yazdığı “Mahcubiyetime rağmen, istişare etmek lazımdır’, haklı sözünden cesaret alarak müteakip mektuplarımda da teferruatlı olarak yine yazacağım” (S:33) ifadelerinden mektupları istişare aracı olarak da kullandığı anlaşılmaktadır.
“Cezaevlerindeki arkadaşlarımız, davamızın şerefini temsil ediyorlar” diye haber gönderen Alparslan Türkeş’ti. Bu söze her dem layık olan ve olmaya çalışan da daha yeni üniversiteyi kazandığımızda gıyaben tanıdığım ve şanlı mücadelelerini büyüklerden dinleyerek öğrendiğim merhum Mehmet Kutucu, hemşehrim Mahmut Metin Kaplan ve efsane üç isimden biri Efendi Barutçu. Bize Mehmet Kutucu, Mahmut Metin Kaplan ve Efendi Barutçu’nun birbirleri için cezaevlerinde yaptıkları fedakârlıkları da Ülküdaşlık hukuku ve vefakârlık adına ders oluyordu. Haklarında duyup dinlediğim her şeyi anlatamayacağım, cezaevinden çıktıktan sonra kısa bir süre aynı evde de kaldığımız daha sonra da üzerimizde emeği olan Mahmut Metin Kaplan ile onun arkadaşları Mehmet Kutucu ve Efendi Barutçu ağabeyin ülkücülüklerini.
Mahmut Metin Kaplan ve Efendi Barutçu’nun yattıkları cezaevleri; Bartın, Ankara, Bursa, Üsküdar-İstanbul, Eskişehir, Afyon’dur. Bu cezaevlerinin bazısına başka cezaevlerine gönderildikten bir müddet sonra tekrar geri geldikleri de olmuştur.
“Bir insan için tahammülü güç hapishane şartlarına dayanabilmek için yegâne istinatgâhımız şanı yüce Allah’tı. O’nun ‘Allah sabredenlerle beraberdir,’ müjdesi Yaradanımıza sonsuz bağlılıkla ayakta kaldık. Nitekim O sonsuz cömertliği ile bize sabır verdi. Sağlık verdi. Hürriyetimizi bahşetti. Rızık verdi. Eş verdi. Evlat verdi. Bu sonsuz nimetlerine ne kadar şükretsek azdır.“(S:13) Mütevekkil ve inanmış insanların sabır ve metin olmalarının ilk sebebi Allah. Efendi Barutçu da Yaradanına sığınarak geçirir o geçmez asır gibi uzun gün ve seneleri.
“Mahbesten Mektuplar” Bukan Yayınları’ndan Kasım 2020’de çıkmıştır. Kitapta Efendi Barutçu tarafından annesine, babasına, yeğenlerine, arkadaşlarına yazılmış ve 344 sayfaya sığdırılmış seksen mektup yer alıyor.
MEKTUPLARA YAZILANLAR
Mektuplar edebiyatımızda ve halkımız arasında adet olduğu üzere salât, selam ve dua ile başlıyor. Tabi herkesin ayrı bir üslubu ve farklı salât ve selam, dua cümlesi var. Efendi Barutçu’nun da anasına yazdığı mektup “Allah’ın selamı, rahmeti, Peygamberimiz Efendimiz (S.A.V.) in şefaati sizin ve bütün insanların üzerine olsun.” diyerek başlıyor. Karşıya bir kadere rıza teslimiyet empoze ediyor. Sanki isyan etmeyin Allah’a sığının sabredin diyor. Böyle bir girişi ne okuyan ne de yazan isyankâr olabilir. O anasına yazdığı mektupta “Tesellimiz ise hamdolsun devletimizin, milletimizin var olmasıdır. Ezan-ı Muhammedi’nin günde beş vakit kalem gibi minarelerde çınlamasına, al bayrağın nazlı nazlı dalgalanmasınadır.” (S:22) uğruna cezaevine düştüğü vatan, millet, ezan, bayrak sevdasından vazgeçemez, onlarla teselli bulur. “İman ederiz ki bu dava bakidir, inşallah Türk milleti, Türk Devleti asli hüviyetiyle ebediyete kadar var olacaktır.” (S:23) İman edilen ebediyete kadar var olacak dava ne olabilir. Tabi ki Allah’a iman Resulünü tasdik davası. Ülkücülerin başkaca bir derdinin olup olmadığını çile çekmeyenlerden, tuzu kuru olanlardan değil çile çekenlerden sormak gerek, ne için mücadele ettiğini en doğru şekilde ancak çileyi çeken bilir.
Efendi Barutçu’nun annesi oğluna kazak gönderir ama yanlışlıkla Mahmut Metin Kaplan’ın kazağını göndermiştir. “Telgrafım postanede herhalde yanlış yazılmış galiba ki, bana Metin’in koyu mavi boğazlı kazağını göndermişsiniz.“(S:24) kendisi cezalı olduğu için muhtemel hücrede olan Efendi Barutçu o an yanında olmayan koğuştaki Mahmut Metin Kaplan’a kazağını idareye müracaat ederek gönderir. Hiç arkadaşını kendisinden ayırmaz. “Bir daha çorap istediğimde sen yine koyu renkli yünden gönder. Metin’e de inşallah yün çorap vs. göndermişsindir“(S:25) Annesi babası da Mahmut Metin Kaplan’ı oğulları Efendi Barutçu’dan ayırmazlar. Hatta cezaevinden çıktıklarında oğluna lazım olacağını düşündüğü şeylerden hazırlarken bir tane de Mahmut Metin Kaplan için aldığını aynısından bir takım da ona hazırladığını bilenlerdendik.
“Sevgili kardeşim Metin ağabeyine de hediyesiz gelme.“(S:71) Bilmem bu kaçıncı mektupta da arkadaşlarını unutmadı. Kayserili Abdil Türkaslan’ın Ankara’da olacağı göz ameliyatını unutmadığı gibi…
Ülkücülerin anne babaları da bütün ülkücüleri evladı kabul eder dertleriyle dertlenir neşeleriyle de neşelenirdi. Efendi Barutçu kendisi hastanede tedavi görürken arkadaşı Metin birlikte yattıkları Afyon cezaevinden Bartın cezaevine nakledilir. Onun endişesi kendisi değil arkadaşı Metin’in naklidir, acaba başına kötü bir şey mi gelmişti de nakledilmişti. Babasına yazdığı mektupta “Geçenlerde Metin’den aldığım telgrafta Bartın cezaevine gidiyorum, eşyalarını cezaevi deposuna teslim ettim, haberin olsun diyordu. Önce çilekeş kardeşimin bu ani nakline bir mana veremedim, hatta kötü bir şey mi oldu acaba diye endişelenmiştim.” (S:29) diyerek nâkilin yeni yapılan cezaevine siyasi mahkûmların toplanması dolayısıyla olduğunu duyunca birlikte çileleri göğüsledikleri arkadaşından “Yedi senelik hapishane arkadaşım, dava, mücadele arkadaşım Metin’den böylece ayrılmış olduk. Kim bilir bir daha nerede, nasıl karşılaşırız.“(S:30) ayrılığın ızdırabını dillendirir. “Kendin için istediğiniz bir şeyi Müslüman kardeşin içinde istemedikçe hakiki manada iman etmiş olamazsınız.” hadis-i şerifini kendine düstur etmiş Ülkücüler kendisi için istediğini arkadaşı için de istemenin uç noktalarında örnekler vermişlerdir. “Metin için gönderdiğiniz para da herhalde ulaşmıştır. Kendisi daha mektubu almadan deftere (Cezaevi Yönetimi tarafından mahkûmlar adına bırakılan para vs.nin kaydı için tutulan defter. HK) bir 4000 TL geldiğini söylemişlerdi. Metin’i de çok şükür iyi gördüm” (S:38)
Bir kere, iki kere arkadaşını düşünmek her yiğidin karıdır, her dem arkadaşını düşünmek, kendinden ayırmamak herkesin başaracağı bir durum değildir, onun için de buna er kişinin kârı diyebiliriz. Mahmut Metin Kaplan’ın Efendi Barutçu’ya olan sevgi ve saygısını hasbelkader yakınında bulunmanın avantajıyla az çok bilirdim de Efendi Barutçu’nun Mahmut Metin Kaplan’a olan sevgi ve saygısını öğrenme fırsatımız olmamıştı. Bu mektupları okuyunca anladım ki sevgi ve saygı karşılıklıymış. Bursa davasından Hikmet Barış’ın sağlık durumuyla ilgilenmesi, merhum Mehmet Kutucu’nun cezaevindeki yeri, nakil işleri daha nicelerinin derdi ile tasalanmak Efendi Barutçu’nun ilgi alanındadır daima…
Cezaevinden beri bütün eşi dostu, arkadaşları, ülküdaşları düşünüp kimine çerez, kimine annesinin yaptığı yiyeceklerden, kimine para, kiminin halini hatırını sormayı organize eden, ağabeyinden, babasından, kardeşinden bu isteklerin yerine getirilmesini isteyen diğergam bir Efendi Barutçu: “Günümüzde gerek şahsımıza, ailemize; gerekse çevremize yoksul, muhtaç, çaresizlere yardımcı olabilmek, iki fakiri doyurabilmek, yoksulu giydirebilmek, ailemizi başkalarına muhtaç etmeden yaşatabilmek, vergi yoluyla devletin kalkınmasına, milletin refah ve saadetine iştirak edebilmek için iktisaden kuvvetli olmak bir zaruret halini almıştır. Şüphesizi, cebinde parası olan insanın Allah yolunda daha fazla harcayabilme, cemiyete karşı insani vazifelerini yapabilme imkânı oluyor. Ölçü kazancın helalinden olmasıdır. İçine kul hakkı haram yetim malı karışmış servetin, kumar parası karışmış servetin ne sahibine ne de kimseye hayrının dokunmayacağı muhakkaktır. Bu sebeple de ticarette helale, ticaret ahlakına, dürüstlüğe daha fazla riayet edebilmek gerekir.” (S:67) der.
Ülkücü Ağabeylerin Okuduğu Kitaplar
Kendilerini de yetiştirmeleri gerek tabii. Kardeşi Ali Haydar’a yazdığı mektupta istediği kitapları günümüz gençlerine de bir okuma listesi oluştursun diye veriyorum: “Yazılı ve Sözlü Anlatım” (Eğitim Fak. Yayınları), “Düzgün Kompozisyon Yazma Usulleri”, “Felsefi Doktrinler Sözlüğü (Süleyman Hayri Bolay), “Karabaş Tecvidi”, “Sosyoloji Sözlüğü” (Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi), “İslam İlmihali” (A.Fikri Yavuz, Çile Yayınları ), “Ansiklopedik İslam Lügati” (Dergâh Yayınevi), “Mağaradakiler” (Cemil Meriç)… Bu kitapların yanında Seccadesini üzerine sermek için istediği halıfleks yolluk ve scrikss dolma kalem vb.
Problemin Teşhisi
“Bugün millet olarak çektiğimiz bütün acıların, yoksulluğun, geri kalmışlığın, fukaralığın, birçok konularda dışa bağımlılığın temelinde yatan sebep; yıllardan beri Türk insanının, Türk gencinin, Türk çocuğunun, kendi ruh köküne yabancı, mensubu olduğu milletinin değerlerini kavrayamamış, dinini, töresini öğrenememiş, kasıtlı olarak yabancılara hayran edilmiş ve bu yabancı hayranlığının tabii bir neticesi olarak aşağılık duygusuna kapılmış, kendine güveni olmayan, bencil, çıkarcı, menfaatperest, ukala, bilgisiz ve inançsız bir nesil yetiştirilmiş olmasındandır. (…) bir milleti yükselmeye de çöküşe de götüren en önemli unsur; insan unsurudur.” (S:84) “Düşman artık topla, tüfekle değil, kültürü ile inancı ile yabancı ideolojileri ile saldırıyor bize.“(S:89)
Her mektubunda kız kardeşlerinin öğretmenleri ile sınıf arkadaşlarına da selam gönderiri Efendi Barutçu. Farkındadır onları kötü alışkanlıklardan ve yabancı ideolojilerin tırnakları arsından kurtarmanın ve korumanın gençlerle irtibatlı olmaktan geçtiğinin, gençler ile irtibatlı olmanın ne kadar önemli olduğunun bilincinde olarak göndermektedir selamlarını, milli merak uyandırmak ve ülkü yoluna sevk etmek için sanki.
Mektuplar milli manevi hislerle ilmi meselelerle o kadar dolu ki zaman zaman kitabın tamamını aktarma hissine kapılıyorum. Sonra ayıkıyor ve diyorum ki zaten Efendi Barutçu kitabı yazmış alsın herkes okusun, böylece aktarmaktan kendimi alıkoyuyorum. Hiç bir satırı göz ardı edilemeyecek kadar büyük değerde, her mektubu aile, eş dost sohbetlerinde okunup mevzu üzerinde fikir teatisinde bulunulacak kıymette. İnsan uyanıkken ancak Efendi Barutçu kadar şuur sahibi olur, o sanki uykusunu da bu şuurla uyuyor. Biri çıkıp insanın hiç ciddiyetten, düzen ve intizamdan, plan ve programdan, ülkücülükten, İslam’dan, ahlaktan ayrılmadığı zaman olmaz mı derse, olmayan bir var o da Efendi Barutçu derim. Sanki bu ülkücüler adanmışlığı hücrelerine, hücrelerin de zerresine yerleştirmişler. Daha önce de Merhum Selahattin Arpacı’yı yazmıştım. Tam burada Merhum Ömer Lütfi Mete’nin “Ülkede yüz tane adam gibi adam varsa doksan tanesi ülkücüdür” sözü aklıma geldi.
Sanki mektuplarını Eğitim Enstitüsü son sınıf öğrencisi iken gittiği stajlarda öğrenciler ile kurduğu sıcak temas ile öğretmenliği sevip öğrencileri “hazır hammadde, kendine güveniyorsan yoğur bunları, şekil ver, ruhlarının imanla dolmasına yardımcı ol. Hepsi birer iman abidesi olsun. Aydınlık yarınların manevi mimarı olarak yetişsin” (S:109) şuuruyla yazmıştı.
Her kelimesi ders ve öğüt her satırı ilim, irfan kapısı olan mektupların 30.10.1982 tarihinde Bartın Cezaevi revirinden Melek ve Yusuf’a yazdığı mektupta yeni evlilere mutluluk dilekleri ile ailenin önemini, karı ve kocanın birbirlerine karşı olan vazifelerini, anneye babaya karşı davranışlarımızın nasıl olması gerektiğini, helal kazancın önemi ve kadının kocasının kazancıyla yetinmesini bilmesinin faydalarını, topluma ve millete karşı sorumluluklarımızı, saygın bir aile olmak için toplumsal vazifelerin yerine getirilmesini ayet, hadis ve İslam âlimlerinden ilmi sözlerle takviye ederek anlatması herkesin o anki durumuna da vakıf olduğunun, ilgili olduğunun göstergesi olurken aynı zamanda herkese nasihattir. “Gayesiz yaşamanın günahını taşımaktansa, gönül verdiğimiz bir yüce gaye uğruna ve Hakk’ın rızası için binlerce çile ve mahrumiyete katlanmak, hayatın yük ve acılarına meydan okumak daha şerefli bir davranış olur.“(S:117)
Yeğeni Mehmet Akif’e yazdığı mektup da “Bizim hayatımız sadece kendimize ait değildir. Vatan ve Milletimize, din ve devletimize adadığımız hayatımızın her safhası yeni hamlelerle dolu olmalıdır ki bunun birinci şartı çalışmak, çok çalışmaktır.” (S:134) hayatımızın vatana, millete, devlete, dine adandığını “Cenab-ı Hakkın kutsal emaneti olan insanlarımıza hizmet edebilmek, daha çok hizmet edebilmek, Büyük Türkiye idealini gerçekleştirebilmek içinde ” (S:135) çok çalışmamız gerektiğini ifade eder.
Başka bir yeğeni Mehmet Emin’e yazdığı mektupta o zamanın süreli yayınlarından ola İslam Dergisinde yazan Erdem Beyazıt’ın yazdığı Afganistan gezisine ait intibalarıyla ilgili yazıda Erdem Beyazıt’ın “Bir akarsuyu geçerken başı dönüp akıntıya kapılmak üzere iken yakındaki tarladan yetişen çocukların nasıl koşup kendisine yardım ettiklerini, onlardan birine: ‘Siz dünyadaki en iyi çocuklarındansınız’ o çocuğun da yazarı hüngür hüngür ağlatan cevabı ‘Bizim en iyilerimiz şehit oldu’” dediğini ve Efendi Barutçu “bu çocuğun cevabındaki alçak gönüllülük vatan müdafaasında şehit olanları rahmetle ve gıpta ile hatırlama, onların iyilerin en iyisi olmakla öğünmedeki ruh asaleti ancak bir Müslüman Türk çocuğunun katıksız saf imanıyla nakış nakış işlenmiş gönüllerinden kopup gelebilir.” (S:163) diyerek bu çocuğun bir Tük çocuğu olduğunu söylüyor.
Kemiyet mi, Keyfiyet mi?
Efendi Barutçu, Celal Gök’e yazdığı mektupta Ülkücüler karşısındaki geniş düşman cepheyi tek tek sayıp tespitlerini yaptıktan sonra “Boşa geçirilecek bir anımız dahi yoktur. Şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy tüm Anadolu’ya Türk Milliyetçiliği hareketini duyurmalı insanlarımızı büyük Cihat’a davet etmeliyiz.” (S:167) Ülkücülüğü anlatmamız gerektiğini bunun da “Türk Milliyetçiliği Hareketinin kitleler üzerinde gelip geçici bir heyecan dalgası olmaması, şuurlu aksiyoner bir hareket olduğu gerçeğinin zihinlere yerleştirilmesi gerekir. Mesela artık his planından şuur planına geçmelidir. Aynı zamanda kemiyet planından keyfiyet planına geçmelidir. Teşkilat yöneticileri olarak yapacağınız en hayırlı çalışma sürekli eğitici seminerler ve konferanslar düzenlemek suretiyle davayı her şeyiyle, hem üyelerinize hem de geniş vatandaş kitlelerine duyurma çalışmalarıdır.” (S:167-68) sürekli eğitici seminerler ve konferanslar düzenlemek suretiyle davayı her şeyiyle, hem üyelere hem de geniş vatandaş kitlelerine duyurmamız ve kaliteyi yükseltmemiz gerektiğini söyler.
Sanat Sanat İçin mi Toplum İçin mi?
Sanatsız bir topluluk, toplum olabilir mi? Olmayacağını davamızın gazisi Muharrem Şemsek’e yazdığı mektubunda çıkarmış olduğu “Milli Eğitim ve Kültür” dergisinin bütün imkansızlıklara rağmen tiraj bakımından yakaladığı sayıdan ve derginin muhtevaca zenginliğinden memnuniyetini ifade etmiş. Ayrıca aramızdan daha yeni ayrılan Rahmeti Rahmana kavuşmuş Ahmet Tevfik Ozan’a Bartın cezaevinden yazdığı 25.03.1984 tarihli mektubunda “Fikir, ahlak, iman ile teçhiz edilmemiş bir hareketin kısır, sanat ile güzelleştirilmemiş bir hareketin çirkin olacağı cümlenin malumudur.” (S:201)diyerek çorak verimsiz, estetikten yoksun olmak tehlikesine işaret etmiş, bunun için Ahmet Tevfik Ozan gibi Ülkücü Hareketin yetiştirdiği bir şairi bir sanat adamını tebrik etmiştir. Sanat alanında Ülkücü Hareket adına “ümit verici gelişmeler ” (S:201) olduğunu ülkücü harekete mensup “fikir sanat erbabının “(S:201) birbirinden güzel eserler verdiğini memnuniyetle dillendirmiştir. Yazar halasının oğlu Abdurrahman Terzi’ye Bartın cezaevinden yazdığı 29.01.1984 tarihli mektupta sanat ve sanatçıya dair yazdıklarıyla konuya vukufiyetini adeta sanata dönüştürür. “Sanata gelince; sanatkârlık her şeyden önce Allah vergisi bir kabiliyet. Eğitim ve öğretim ile bu kabiliyeti geliştirip üstün sanat gücünü, ulvî gayelerin hizmetine verebilene ne mutlu. Sanatçı, her şeyden önce hassas bir ruha, dikkatli bir göze sahiptir. Bizim bakıp geçtiğimiz eşyada tabiatta nice güzelliklerin, nice ilahi mesajların gizli olduğunu keşfedip; üstün duygu gücüyle bunu tuvale, mısralara, bestelere, sahneye, perdeye, mermere, ağaca işleyen aksettiren kişidir.” (S:224) santı ve sanatçıyı etafını cami ağyarını mani olarak tarif ettikten sonra sanatın kendini geliştirmek, görmek ve temas etmekle geliştiğini ve sanatçının orijinal eserler vermeye böylece başladığını yazar ve “Milletimizin şiirde, mimaride, tezhipte, tezyinde, hat sanatında şaheserler vücuda getiren sanat dâhileri yetiştirdiği devirler, başka milletlerle yakın temasa girdiğimiz devirlerdir.”(S:227) ekleyerek milletlerin de sanatla kalıcı olup yüceldiklerini ifade eder. Lütfü Şehsuvaroğlu’na söyler gibi “vatan topraklarında yeni ve güçlü bir medeniyetin inşası davasına soyunmuş olanların büyük iddiaları ile mütenasip bir fikir cehdine soyunmaları tefekkür ve sanatta orijinal eserler vücuda getirmeleri ile nesillerin kafa ve gönüllerinde bir birikim vücuda getirmeleri uzun ve çileli yolun hayırlı ve sağlam bir başlangıcı olacaktır.” (S:232) bize ve millete de nesillerin kafa ve gönüllerinde bir birikim vücuda getirmek için cehd etmemizi tavsiye eder.
Tasavvuf hususunda uzlette çekilmenin taraftarı olmayan Efendi Barutçu “Nizam-ı Âlem davasına koşturan yüce ruh mimarları Hoca Ahmet Yesevi ve onun Anadolu’ya gönderdiği Gazi dervişleri, Alperenleri bu mukaddes gayenin canlı misalleridir. O Gazi dervişler ki coğrafya parçasını vatanlaştırma konusunda fiilen hizmetten geri kalmayarak Ahi Evran ile ticari hayta, Hacı Bayram-ı Veli ile zirai hayata Şeyh Edebali, Akşemseddin ve daha binler, on binlercesi ile bizzat teşvik ve işaret yoluyla askeri hayata iştirak etmişlerdir.” (S:213-214) hayatın içinden bir tasavvuf anlayışını tavsiye etmektedir.
Mustafa Aksoy’a yazdığı 18.08.1984 tarihli mektubunda günümüzde de problem olmaya devam eden meselelerin giriftliğinden, sanayileşme ve sağlıksız şehirleşme, aydın halk zıtlaşmasından, iktisadi azgelişmişlikten, iktisadi zihniyet, sermaye ve Türk’ün değerler dünyasındaki yeri, batı insanı ve mustarip batı insanı ve altmış yıldır savaşmadığımız, topraklarımızın da maden yönünden fakir olmamasına rağmen Almanya ve Japonya gibi neden kalkınamadığımız sorgular.
“…elli-altmış yıl öncesinde belki bugünkünden yukarıdaydık, fakat düşmekte olan bir yukarıdaydık. Bugün ise dünkünden daha aşağıdayız; fakat yukarıya doğru tırmanmakta olan bir aşağıdayız.” (S:263) 1984 yılında yazılmış bir mektuptan önemli bir tespit ve orijinal bir cümle. Bazen yüksekte olmak da önemli değildir o yüksekliğe sahip olmanın şuur ve gereğini yapabilmenin donanımına sahip olmak ya da olmamak bulunduğumuz yeri anlamlı kılıyor.
Daha 27 Ocak 1980 tarihinde Hergün Gazetesi Pazar nüshasına yazdığı “Afganistan’daki Rus Vahşetinden milletçe Ders Almalıyız” başlıklı yazısında “Milli varlığımıza kasteden mevcut tehlikelere karşı müşterek bir kamuoyu oluşturarak bu uyanıklığın sürekli kılınması gerekir. Ülkemizde anayasanın teminatı altına sığınıp birer siyasi parti hüviyetinde olmalarına rağmen, demokratik rejimin nimetlerinden istifade ederek ülkede her türlü yabancı istilasını kolaylaştırıcı ihanet oyunları sergileyen kuruluşlara karşı devletin kararlı tedbirler alması ve süratle uygulaması zaruridir.” (S:327) 41 yıl önceden bu günleri görmüş ve bölücü ve istilacı yabancı destekli siyasi oluşumlara çözüm olarak müsaade edilmemesini istemektedir.
Gözden Irak Olan Gönülden Irak Olmaz
Bozkurt Dergisinde yayınlanmak üzere Osman Çakır’a gönderdiği 15 Mart 1977 tarihli mektubundan anlaşıldığına göre; Osman Çakır gönderdiği mektupta kendisine mektup yazamadığı için özür babından, kendisinin vefasızlığından söz etmiş ancak Efendi Barutçu buna “ … on dokuz ay değil, on dokuz sene de cezaevinde yatsam dışarıdaki ülküdaşlarımın vefasızlık edecekleri hiç ama hiç aklıma gelmeyecek bir konudur. Zira istesek de istemesek de ne bileyim, dışarıdakileri ne de dışarıdakilerin bizi unutmayacağınıza, unutamayacağımıza inananlardanım. Çünkü; Milliyetçi Büyük Türkiye Ülküsü’ne gönül verenlerin, birbirlerine ne kopmaz bağlarla bağlı olduklarını ben de bilirim, siz de bilirsiniz.” (S:330) diyerek daha cezaevi günlerinin başı sayılacak kadar (on dokuz ay) yatmışken tahliye olacağı Temmuz 1985 tarihine yıllar var iken karşılık verebilmiştir. Lidere, Başbuğ Alparslan Türkeş’e bağlılığını sadakatini güvenini de “Lider ‘Türk milletine hizmet edebilmek için hayatını feda edebilmeyi göze alabilecek kadar cesur olmak yetmez. Alçakça iftiralara, şeref ve haysiyetlere karşı ilenen suikastlara karşı da cesur ve dayanıklı olmak gerekir’ derken bu gerçeği işaret etmiyor mu?”diyerek gösteriyor.
SONUÇ
“Yazdıklarımız, yazacaklarımız bizden sonrakilerin de yoluna ışık tutacak mirastır” (S:338) diyen Efendi Barutçu da yazmış ve bize miras bırakmış, istifade edebilene ne mutlu. Mahmut Metin Kaplan ile “bir iftira ve tertibinin” sonucu düştükleri cezaevinde şahsi istikbalin de derdinde değillerdir, Milletin İstiklali tek düşünceleridir. Daha önceden Ülkücü Hareketin ve sol kesimin en yetenekli, kabiliyetli insanlarının 12 Eylül cuntacılarının yaptığı ihtilal ile cezaevlerine doldurduğunu ve bu yönetim dâhisi insanların boşluğundan yararlanan vasat insanların bu kalitede yeni nesiller yetişene kadar on yıllarca kamu ve özeldeki kadroları işgal ettiğini ve daha kolay iş bulur olduklarını söylerdim. Okuduğum “Mahbesten Mektuplar” sanat açısından da aynı eksikliklerin hissedildiğini düşünmeye sevk etti beni…
Efendi Barutçu’nun matematik eğitimi almış bir kişi olarak üslubu ve ifade tarzı çok güçlü, berrak ve anlaşılır, sanki edebiyat eğitimi almış bir kişinin kaleminden çıkmış bu mektuplar. Sade bir dil ve Türkçe kullanmıştır. Anlattığı mevzulara hakim olduğu intibaını daha baştan veriyor. Bunlar ve daha fazlası var “Mahbesten Mektuplar” kitabında: Samimi bir inanç, yılmaz bir irade, sevgi, şefkat ve merhamet, dava, teşhis ve çözüm, fedakârlık ve vefa görmek isteyenlerin okuması gereken bir kitap.
Sağol, varol Efendi Barutçu Ağabey…
____________________________________________
Efendi Barutçu, Mahbesten Mektuplar, BUKAN YAYINLARI
Boyut: 12.5 x 19.5 cm