ZİYA GÖKALP
Hamdullah Suphi TANRIÖVER
Arkadaşlar;
Bazı adamlar vardır ki, en durgun şekiller içinde inanılmaz bir mücadele kuvveti taşırlar; onları yürürken seyrediniz, ağır ağır giderler ve sessiz basarlar; oturuşları, konuşuşları mülayimet, rikkat ifade eden en yumuşak tavırlar içindedir. Halbuki, karşınızdaki sessiz adam korkunç bir mücadele cihazıdır. O mücadele içinde ölecektir. Karşınızda yavaş yavaş konuşan adam bir asîdir, devirlerin kurduğu müesseselerle boğuşa boğuşa hayat yollarında yürüyecektir.
Ziya Gökalp bir fikir kuvvetidir, bir fikir kuvveti, yani beşerin bütün tarihi üzerinde hâkimiyeti her gün biraz daha artan, zaferleri, seneler ve asırlar geçtikçe durmadan büyüyen en yüksek varlığın kuvvetidir.
Şair bu fikir kuvvetinden bahsederek diyor ki:
“Önüne geçemezsin, onu durduramazsın, üflemek ve söndürmek mi istiyorsun? O bir sestir, ses üflemekle söner mi, gayz ve kin uğultuları içinde onu boğmak mı istiyorsun? O, bir ışıktır. Işık gürültülerle söndürülür mü?”
Arkadaşlar, bundan bir, bir buçuk asır önce Osmanlı topraklarında seyahat edenler, havaların içinde üç kuvvetin birbirine sürtündüğünü, kımıldadığını duyarlardı.
Bu kuvvetlerden biri saray kuvveti idi. Hakanlığın geniş ülkeleri üstüne gölgesi düşmüş, kalplere saldığı korkulara dayanır ve hükümran olurdu.
İkinci kuvvet, Yeniçeri kuvveti idi, en umulmaz* dakikalarda birdenbire coşan, kabaran, her nefeste hesaba katılmak lâzım gelen kırıcı, yıkıcı bir kuvvetti.
Üçüncü kuvvet, ulema kuvveti, medrese kuvveti- idi; halk kütlelerini zaman zaman galeyana getirir, kurtuluş için yol arayan zekâların önüne dalgalar halinde çıkar, fikre musallat, içtihada musallat bir kuvvet…
Arkadaşlar, gazeteler size Ziya Gökalp’ın nâşı arkasında yürüyen elli bin kişilik bir kalabalıktan bahsettiler.
Bu geçen kimdir? Bu geçen dördüncü kuvvet; ilim kuvveti, yeni kuvvettir. Bu geçen, Türk ufuklarında henüz doğan, korku ile değil, kalplere telkin ettiği hürmetle, muhabbetle hükümran olan ilmin, fikrin mübarek kuvvetidir. Ziya Gökalp’ın tabutu arkasında giden, onu omuzları üstünde taşımayı kâfi görmeyen, başlarında ve ellerinde taşıyan Ocak ve Ocaklılar, on bin mektepli, bütün münevverler, onun ordusu, onun derin ve engin ufuklara doğru yürüyen maiyyeti, nur mevkibidir.
Arkadaşlar, fikir cereyanlarına istinat etmeyen inkılâplar yaşar mı? Bir imanın yukarı kaldırmadığı kılınç keser mi?
Karşımda kurşunlarla delik deşik gaza bayrakları gibi duran zabitlerimiz, sizin bileklerinizde fikir mürşitlerinin kuvveti, gözlerinizde onların rüyası, kalplerinizde onların yaktığı aşk var. Ziya Gökalp gibi bir adam, bir vatanın üstünden toprakları çok derin karıştıran bir sapan gibi geçer, sapanın geçtiği yerde eski mahsul devrilir, onun izlerinde yeni bir mahsul yetişecektir.
Arkadaşlar, lisanımı hata yollarında birdenbire durdurmasaydım, size: “Mabedimizin içinde büyük bir meş’ale söndü.” diyecektim; evet bir meş’ale söndü, fakat binlerce el o meş’aleden kendi meş’alesini yaktıktan sonra, bütün memleket Ocakları, bütün Muallim birlikleri, bütün münevver zümreler, elimde toplanan ve sizi taziyet eden bu telgraflarla, mürşidin ziyamdan dolayı matemlerini söylüyorlar.
Ziya Gökalp’ın nâşı, yalnız İstanbul’daki hayranlarının kolları, başları üstünde gitmedi; memleketin her tarafında yüz binlerce nur ve iman çocukları matemli hayalleriyle onun arkasından yürüdüler. Biz nâşını, onu yetiştirmekle mağrur olan Ana Vatanın topraklarına ve mukaddes hâtırasını, ona minnet ve şükranı ebedî olan Ocakların, Ocaklıların ve bütün münevverlerin kalbine gömdük.