Kurtuluş Savaşı’nda
TBMM’ye Verilen
Manevî Ruhsat
-Şeyh Şerafeddin Dağıstani’nin
TBMM’ye Sunulan Bildirisi
(11 Mayıs 1920)-
Dr. Hayati BİCE
Türk İstiklal Savaşı’nın manevî cephesi hakkında birkaç kitap yayınlanmış ise de bunların sadece ilgilileri arasında kalması genel halk kitlesinin Kurtuluş Savaşı’na ruh veren maneviyat önderleri konusunda bilgi sahibi olmasını engellemiştir. Hemen her önemli konuda olduğu gibi bu konunun da TV belgeselleri veya dizileri halinde yayınlanması halinde bu eksiklik giderilebilir görünmektedir.
Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen maneviyat büyüklerini konu alan akademik eserlerden Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu’nun yazdığı “Millî Mücadelede Din Adamları” isimli eser, Diyanet İşleri Başkanlığı yayını olarak iki cild halinde yayınlanmış, ancak sınırlı bir çevrede kalmıştır.[1]
Son yıllarda yapılan bazı akademik çalışmalar ise, ilgilileri dışında genel kamuoyuna ulaşabilme şansı bulamamıştır. Bu akademik çalışmalardan kitap halinde yayınlanmış nadir bir örnek olan Prof. Dr. Hülya Küçük imzalı “Kurtuluş Savaşı’nda Bektaşiler” kitabı[2] önemli tarihî gerçeklerin belgeleri ile sunulması ile öne çıkmaktadır. Küçük’ün kitabında işaret ettiği bir konuşmanın izini sürerek ulaştığım tarihî bir kaynağı burada tam metin olarak vermek istiyorum.
Yazımın sonraki bölümlerinde hem bu tarihî belgeyi hem de Kurtuluş Savaşı’nın kahraman dervişlerinden bazılarının katkısını incelemek istiyorum. Bugün temelleri çatırdatılan cumhuriyetimizin kuruluş sürecinin iyi bilinmeyen bir yönüne ışık tutacağını umduğum bu yazılarımı bu ülkeyi bizlere emanet olarak bırakan atalarımıza ödenmesi gerekli bir tarihî borcun hiç değilse birazını ödemek duygusu ile kaleme alıyorum.
TBMM’ye sunulan beyanını okuyacağınız Şeyh Şerafeddin Dağıstanî, 1875’de Dağıstan’da dünyaya geldikten sonra yurdunun Rus istilasına uğramasına karşı, tam 25 yıl dişe-diş mücadele ettikten sonra Osmanlı topraklarına göç eden Dağıstanlılardan olup Şeyh Şamil’inde irtibatlı tasavvuf geleneğinin bir mensubudur.
Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’nin takdim edilen beyanını sunduğu tarih olan 11 Mayıs 1920 tarihinde TBMM’nin henüz 18 günlük bir mazisi olduğuna, meclis üyelerinin tamamının henüz Ankara’ya ulaşamadığına ve 26 Ağustos 1922’de şafağı sökecek zafer günlerine dair en ufak bir ümid ışığının dahi görülmediğine özellikle dikkat edilmelidir.
Tarihî Bir Belge: Bir Nakşî Şeyhin Dilinden Ankara’daki Meclis’in Kutsal Misyonu
Şeyh Şerafeddin Dağıstani milletvekili olmadığı için kürsüye çıkamadığından bu beyanatı, TBMM kürsüsünden, müridlerinden olan Bursa milletvekili Şeyh Servet tarafından seslendirilerek TBBM zabıtlarına geçirilmişti.
Bu beyanatta henüz İstiklal Savaşı başlamamış ve hatta TBMM “kurucu” milletvekillerinden önemli bir kısmı Ankara’ya ulaşamamışken verilen müjdeli haberler ve bağımsızlık için yapılacak cihadın kudsiyeti vurgulanmaktadır.
TBMM Zabıt Ceridesi’nin I. Döneme ait 1. Cildinin 261 ve 265. sayfalarından Bildiri Metni:
Yalova Güney Köyü’nde medfun, Nakşbendi Şeyhlerinden Şeyh Şerafeddin Dağıstani’’nin 11.5.1336 ( 11 Mayıs 1920 ) günü TBMM’de, kendisi de bir Nakşbendi olan Bursa milletvekili Şeyh Servet Efendi tarafından sunulan konuşması, önemine binaen, TBMM zabıtlarından aynen alınarak ve tam metin halinde yayınlanmaktadır. [3]
***
Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’nin 11 Mayıs 1920 Günü Ankara’da TBMM’ye Tebliğ Ettiği Hakikati Beyanı
11.5.1336 ( 11 Mayıs 1920 ) günkü toplantının Birinci Celsesinde, Meclis Başkanlığı makamında Reisisani Celaleddin Arif Beyefendi’nin, katipliklerde de Haydar (Kütahya mebusu) ve Muhiddin Baha (Bursa mebusu) beylerin bulunduğu celsede önce usul gereği “zaptı sabık hulasası” okunur. Daha sonra “azayı kiram muamelatı” ve “muhtelif evrak”ın görüşülmesi tamamlandıktan sonra, “beyanat” bahsine sıra gelir.
TBMM Zabıt Ceridesi’nin I. Döneme ait 1. Cildinin 261-265. sayfalarından aynen aktarılmıştır:
7. – BEYANAT
1. – Bursa Mebusu Şeyh Servet Efendinin, Meclisi ziyarete gelmiş olan Şeyh Şerefeddin Efendi hakkında beyanatı
REİS – Efendiler, müsaade buyurulursa eazımı islamiyeden Şeyh Şerefeddin Efendi Hazretleri Ankara’yı teşrif buyurdular. Bugün Meclisimizde bulunuyorlar, kendileri gerek Meclisimizde mevcud olan haleti ruhiyeyi doğrudan doğruya görmek ve avdetlerinde kendi müridanına bu meseleyi olduğu veçhile izah eylemek ve hem de bulunduğu muhitte meslekimizin, meşrebimizin, arzumuzun ne derecede ali olduğunu bildirmek için buraya kadar bizzat teşrif etmişler, ihtiyarı zahmet etmişler, bugün de Meclisimizde bulunuyorlar. (Alkışlar). Müsaade buyurulursa kendileri bazı beyanatta bulunmuşlardır. Şeyh Servet Efendi Meclisi Alinize onu tebliğ edeceklerdir. (Hay hay, sesleri)
FEYZİ Ef. (Malatya) – Kendileri teşrif etsin. (Aza değil, sesleri).
ŞEYH SERVET Ef. (Bursa) – Efendim, bendeniz evvela kısaca birtakım cümlelerle Şeyh Efendi Hazretlerinin mesleki hususiye ve mahiyeti hususiyesini rüfekayı kirama takdim etmekliği bir vazife addediyorum. Şeyh Şerefeddin Efendi Hazretleri yirmi iki seneden beri kendileriyle pek samimi mürafakat ettiğim zattır.Alemi İslam namına vücudu ehemmiyetli bir şahsiyettir. Ezcümle Meclisi Alinize takdim edeceğim bir meziyeti cümlenizi memnun edecektir. İslamiyetin, islam ahkamı ilmiyesinin, kala-i celilesinin, manevi, ahlaki yükseklikleri, maaliyatı olduğu gibi maddi terakkiyatı da cami olduğunu canlı bir nümune ile gösteren bir zattır. (Var olsunlar, sesleri)
Efendim, Şeyh Şamil Hazretlerinin kabilesinden hicret edip memleketimize geldiği günden beri bir ufacık dağ başına etbaiyle, efradiyle çekilmişler, vesaiti umraniyenin her cinsinden mahrum oldukları halde sırf islamiyetin teavün ve kudsiyetini ve içtimaa olan tesiri kudsisini iyi anlamak, iyi tatbik etmek suretiyle, bugün Avrupa’da dahi görülmiyecek derecede, maddi asarı umranın en büyük, en canlı nümunelerini gözümüzün önüne koymuştur, zannederim.
OPERATÖR EMİN B. (Bursa) – Bizzat şahidiyim.
ŞEYH SERVET Ef. (Devamla) – Pek çok şahid olanlar vardır, rüfekanızın içerisinde. Bu zat efendim pek yüksek emeller ile geldiği gibi pek mühim hadiseleri, havadisleri bize bildirmek, bizim takib ettiğimiz hakkın azametini, kudsiyetini daha büyük bir surette bizim gözümüzün önünde tecelli ettirmek emel-i kudsisiyle teşrif etmişlerdir.
Son zamanlarda en son olarak İstanbul’dan ayrılan ve Zatı Şahane ile de görüşen bir kardeşimizdir.Zatı Şahane ile görüşmelerine sebep; bendeniz Bursa’da iken; bir müddet Bursa’da Valilikte bulunan Hazım Beyefendi Dahiliye Nazırı idi. Bir mektup göndermişlerdi. Bekir Sami Beye ve bendenize ki; “Şeyh Şerafeddin Efendi Hazretlerinin şahsiyeti hususiyesinde gördüğüm yükseklik ve büyüklük bana bir ümit verdi ki, bugün başımızın tacı olan Padişahımızla görüşürler ve kendileri kendi mesleklerinde ulviyet derecesinde irşada çalışırlarsa zannediyorum ki, pek büyük bir mikyasta Müslümanlara faydalı olur ve Müslümanların Padişahları ile olan vahdetini temine en büyük bir sebep olmak üzere kabul olunur zannederim” diyorlardı. Bunun üzerine Şeyh Efendi Hazretlerine maruzatta bulundum. Teşrif etmişlerdi. Görüşmüşler, Zatı Şahane ile. Tabii lazım gelen münasebatı irşadiyenin her cihetini beyan etmişler. Bu hakikati kendileri de kabul etmiş, takdir etmiş bulunmalarını; nazarı dikkate alarak o hakikati kalblerinde daha tarsin etmek, tenmiye etmek kasdiyle birçok müsahabat ve irşadatta bulunmuşlar. En sonra Zatı Şahane Hazretleri buyurmuşlar ki; Efendim bunu şüphe yok takdir etmemem, hususan Hilafet Makamında bulunan kimse için, kabil değildir. Takdir ediyorum, hususiyle görüştüğümüz musahabelerimiz neticesinde bu takdirim, bu anlayışım daha fazla büyümüştür, yükselmiştir. Lakin şunu maalesef söylerim ki –ağlamışlar ve gözlerinden yaş dökmüşler– öyle bir vaziyete beni soktular ki, bugün bu maksadımı milletimle birleşip de meydana koyabilmek adeta muhal olmuş ve imkan kalmamıştır. Muhal derecelerine varmıştır, ve ben pek mahzunum, pek müteessifim. Salihlerin, alimlerin dualarına muhtacım. Allah bizi kurtarsın. Beni de, İslamları da düşmanların elinden kurtarsın. (İnşallah kurtulacağız sadaları) Benim maksadım Müslümanlarla ve bu Müslümanların ali maksadiyle beraber olmamanın imkanı mı vardır demişler ve ağlamışlar ve yalnız sizden şunu rica ederim ki; maksadım şu olduğunu, müslümanların bir vücut gibi çalışmasını arzu ettiğimi bilin ve bildirin. Birleşmelerini ve bu maksadı ali uğrunda çalışmalarının arzusunda olduğumu bilin ve bildirin.
Birincisi bu, ikincisi İstanbul’da düşmanlarımızın yaptıkları fecaat, denaet, yırtıcılık, canavarlık, bizim işittiklerimizin pek çok fevkinde imiş. Bizzat gözleriyle gördükleri birçok hakikatleri bendenize anlattılar. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Hanedan-ı Al-i Osmana, şehzadegana o kadar caniyane, şeniane, hainane tecavüzde bulunmuşlar ki, doğrudan doğruya kapıları kırarak muhasara etmek ve onlara her türlü hakareti yapmakla başlamışlar ve bu dehşetten müteessiren Sultan Reşad merhumun aileleri ve mahdumlarının aileleri yani gelinlerinin her ikisi de tecennün etmiş. Sultan Reşad merhumla doğrudan doğruya olan münasebetlerinden Şeyh Efendi Hazretlerinin İstanbul’da bulunduğunu duyduklarından derhal kendilerine beyanatta bulunmuşlar. Aman bize biraz gelmek mümkün ise gelsinler diye. Gitmişler ve bizzat, kendileri tecennün etmiş olduklarını gözleriyle görmüşler ve kendilerine dua etmesi için ricada bulunmuşlar, dua etmişler. Gözleriyle bu tecennün vakasını görmüşler. Bu tecennün, o vakanın dehşetinden olan cinnetten ibaret imiş. (Müsebbipleri kahrolsun sesleri) Sonra daha müthiş, hem böyle yapıyorlar. Hem de bakınız ne şeytanet kullanıyorlar; siz kendi faydanızı, kendi zararınızı hissetmiyorsunuz, siz insanlık kılığından, kıyafetinden ve insanlık anlayışından mahrum kalmışsınız, bugün Anadolu’daki kuvvet nedir biliyor musunuz? Toplaşanlar kimlerdir, biliyor musunuz? Bu saltanatı doğrudan doğruya yıkarak bu saltanatın zerre kadar eserini bırakmamak isteyen, Bolşevik mezhebinde toplaşan Bolşeviklerdir. En büyük gayeleri, saltanatımızın esasını, kökünü yıkmak ve başka türlü yeniden bir esas meydana getirmektir. Bu suretle halka telkinatta bulunuyorlarmış. Kısaca bu şeyin içerisinde şunu da arz etmek isterim; böyle propagandayı alabildiğine olarak yapıyorlar. Bunu da Şeyh Efendi Hazretlerinden sormuşlar. Siz tabii daha iyi anlamışsınızdır. Ne türlü! Anlıyamıyoruz. Bizim bildiğimiz Osmanlılığın, Hilafetin kudreti müstakillesini takyit ile beraber mevcudiyet-i hakikıyemiz yaşıyamaz diye ortaya çıkmış bir millet kuvveti olmak üzere bir saltanat kudretini ikame ve tahsis için toplanmış bir millet cemaati olmak üzere biliyoruz, ve biliyorduk. El’an da bundan başka bir şey hatırımıza getiremiyoruz, lakin bunlar bilumum bu telkinatta bulunuyorlar. Bununla beraber bazan bu sözü söyliyen müslümanlara da tesadüf ediliyor. Ne dersiniz buna diye Şeyh Efendiye sormuşlar, Şeyh Efendi de buyurmuşlar ki; buna katiyen inanır mısınız? Anadolu nedir ve ne gibi itikattadır, nasıl bir ahlaktadır, siz bilmez misiniz? İstanbul’u da halas edeceklerdir. Anadolu’nun Makamı Hilafete, Makamı Hilafetin kudretine, izzetine iman etmediğine inanmış alem-i İslamda hiçbir mevcudiyet tasavvur eder misiniz? Anadolu’yu İstanbul ile mi kıyas edersiniz? İstanbul’da bile benim birkaç gün içinde anladığım, halkın yüzde doksan beşinin, Anadolu’da, tecemmü etmiş millet kuvvetine şahsiyeti maneviye ile merbut olmaları ve bu merbutiyetlerinin samimi olmasıdır. İstanbul’u bile ben böyle görmüşken saf, temiz, pak ruhları henüz medeniyeti faside ve kazibei garbiye ile bulaşmıyan Anadolu’da böyle şeyleri tasavvur etmekten daha büyük safderunluk, daha büyük ne olur ki?
Bu suretle Şeyh Efendi Hazretleri gayet hakimane, mahirane kendilerine telkinatta bulunmuşlar ve pek çok memnun olmuşlar ve bu suretle kalblerine biraz su serpilmiş ve teselli bulmuş… Zaten rüfekayı kiram, düşmanların elinde en ziyade korktukları nokta, zerre kadar adalet yüzü görmediğimizden ve andan ana onların zulüm ve taaddilerle pişmiş ve bağrımızın yanmış olduğunu hissettiklerinden dolayı onlar bizim için, yegane çare, birbirlerine muavenet edecek çare ve bir yol var ise o da Şark yoludur. Onlar siyasi münasebatı dostane hasıl ederler ve kendilerini kurtarırlar diye en büyük düşündükleri nokta, bolşevik olacaklar, bolşevik olmuşlar, bolşeviklerle saltanatınızı yıkacaklar diye tabii düşman sözü ile özü ile, kalemi ile her şeyi ile düşmanlıktan başka ne yapabilirler
EMİN B. (Bursa) – Pek tabii.
ŞEYH SERVET Ef. (Devamla) – Onlardan, başka ne ümit edilebilir? Pek tabii bir şeydir. Tabii biz hakkı hayatımızı arıyacağız. Hakkı hayatımızı ne suretle bulabilmek imkanı mutasavver ise o suretle katileştirir, teyakkun eder ve o yolda yürürüz. Bu mecburidir. Bu, hakkı hayat, yaşamak hakkıdır. Bu başka bir mesele değildir. Sonra efendim, Şeyh Efendi Hazretlerinin İstanbul hakkında havadisi şimdilik bundan ibarettir. Yalnız Meclisi Aliye kendilerinin muciz bir hitabeleri vardır. Onu da bendenize anlattılar. Kısacık onu da arz edeyim. Evet bir mesele unutmuştum. Onu da hatırlatayım, o da mühimdir. Kendileri Zatı Şahane ile bu yolda görüştükten sonra avdet etmek üzere teşebbüste bulunmuşlar. O kadar zahmetlere duçar olmuşlar, o kadar muhtelif ve mütaaddit şekillere teşebbüs etmişler ki, İstanbul’dan çıkabilmek için otuz üç gün bununla uğraşmışlar, nihayet çaresini bulmuşlar. Vesikalarını almışlar. Vapura binmek üzere iken Zatı Şahane Başmusahibi vasıtasiyle kendisine bir kağıt göndermiş ve demişler ki; kabinenin değişmesi icabediyor. Şunlar da hatırıma geliyor diye birkaç şahsiyet göstermişler. İçlerinde Ferid Paşa da varmış, bunu istihare etsinler, düşünsünler, bize kendi mütalaalarını bildirsinler; buna göre biz de mümkün olan şeyi yapalım. Elimizden geldiği kadar iyilik cihetine çalışalım. Şeyh Efendi Hazretleri bir gün mü, iki gün mü istihareden sonra kendilerine bir şey yazmışlar, başmusahibe vererek göndermişler, tekrar görüştükten sonra başmusahip, kendi eline yetiştirdim diye yemin etmiş. Orada buyurmuşlar ki; eğer istihareden hasıl olan neticeye itikat ediliyorsa, bütün şeraitiyle bendenizin çıkardığım netice, Tevfik Paşayı kabine teşkiline memur edebilseniz faydalı olacaktır. Öyle gördüm. Mümkün olabilirse yapın. Ferid Paşayı kabine teşkiline memur ettiğiniz günden itibaren şahsiyetinize ve Hilafet ve Saltanatınıza hizmet edememiş olacağınızı kati olarak anlayınız, Anadolu’nun sizinle artık münasebet peyda edemiyecek bir hale düşmeye muztar kalacağını da yazmıştım buyuruyorlar. Bilahara Ferid Paşa kabinesi meydana geldi. Böyle olduğu halde yine orada buluştum. Zatı Şahane Ferid Paşaya söylemişler ki, Şeyh Efendi Hazretleri var, onu görseniz, o İslam için faydalı bir zattır. Bu suretle buyurmuşlar. Aynı zamanda, demin arz ettiğim gibi Şeyh Efendi Hazretleri avdet etmek üzere Yalova vapuruna binmek üzere iken kendilerinin misafir olduğu yere bir otomobil gönderilmiş ve kendilerini istemiş, vapura gittiği söylenmiş, vapur şimdi hareket üzeredir. İhtimal ki, gitmiştir demişler, alelacele otomobil Galata’ya gelmiş, Şeyh Efendiyi çağırmışlar. Vapur hareket etmemiş olduğundan dolayı Şeyh Efendi otomobile binmişler ve doğrudan doğruya şuna hükmetmişler: Ferid Paşa kabine teşkiline memur olursa zararlı olur dediklerim duyuldu, bundan dolayı beni artık götürüyorlar, zarar yok, bu bir hizmet mukabilidir ve bu, bir şereftir demişler. Otomobile binmişler, Ferid Paşanın yanına gitmişler. Ferid Paşa yanlarına kimseyi almamış ve hususi görüşmek istemiş ve hususi görüşmüşler, Ferid Paşa; Zatı Şahane bana böyle bir irade tebliğ buyurdular. Bu teveccühü ne tarafa daha münasip görüyorsunuz demiş. Doğrudan doğruya tabii bu sual karşısında müşkül bir mevkide kalmışlar, hakikati hissetmişler ve demişler ki: Vallahi benim meslekim, ben zatı şahaneye de öyle söyledim ve her yerde başka suretle söyliyemem, milletin birbirlerinden ayrılması hususiyle ufacık arada bir kan dökmeye sebeb olmaktan daha büyük bir cinayet ben bilmem. Tabii hak, mutlak ki, mevcudiyeti İslamiyenin izzetinde, şerefinde, tealisindedir. Bu tarafı vücuda getirmek için çalışanlar sahibi hak olması da lazımgelir. Benim meslekim bunu uzun boylu tetkik olmadığı için şahsiyet tayin edemem, böyle olması lazımgelir. Binaenaleyh bu hakta toplanmaları lazımgelir. Müslümanların bu hakta ihtilaf etmelerinden daha büyük cinayet bilemem, aralarından ihtilafın kalkmasına çalışılmasını isterim ve aralarında da zerre kadar kan dökülmemesi için irşadatta bulunulmasını isterim. Arzum bundan ibarettir. Başka bir şey değildir.
Dahiliye Nazırı ile görüştüklerini de kısaca söyliyelim: Dahiliye Nazırı da her halde kendilerinin tuttukları meslekin ehveni şer olan taraflarını söylemek istemişler. Heyeti umumiyesi itibariyle Şeyh Efendi anlamışlardır ki, onların kalplerinde, muhitlerinde, kendilerinin rivayeti, vicdanlarında cebanet vardır. İngilizlere karşı konur mu? İngilizlere artık karşı koyulur mu? En son delilleri bakınız ne kadar çürüktür, ne kadar rezilane ve hasisanedir. En kuvvetli delilleri; İngilizlerin karşısında nasıl dururuz? Daha ziyade zararı mucibolur, daha büyük bir şeyi mucibolur, mahvı mucibolur, inkırazı mucibolur, halkın kanını dökmeyi mucibolur, artık ne yapıp yapmalı, uyuşmalı… Öyle kanaat getirilmiş ki, hak ve aklın hilafında, akıl ve hikmetin de hilafında, insaniyetin hamiyetin, her şeyin hilafında, hodbinlik, hodkamlık, şu hasis olan şahıslarını, o rezil olan hayatlarını, çok sevmeklikten ibarettir neticesi…
Evet efendim, neticei kelam İstanbul’un son havadisi bundan ibarettir. Anlaşılıyor ki, zatı şahanenin umku ruhunda bizim maksadımız vardır. Lakin o ruhunun umkunda kalmış, o ruhunun umkundan bile sızabilmek imkanını kesmişler hainler, melunlar. (Kahrolsun, sadaları) Evet Meclisimizin mahiyetindeki meşruiyet ve kudsiyet hakkında Şeyh Efendi Hazretlerinin itikat ve ıtminanları, mütalaai alileri, yekini alileri; buraya her birimiz mutmainülkalb, mutmainürruh olarak toplanmışız. Şüphe yok. Lakin yakinin daha namütenahi derecatı var, zannederim. Bundan da bir miktar beyan etmeliyiz.
Şeyh Efendi Hazretlerinin ifadelerinin hulasası:
Buyuruyorlar ki, alem-i vücudta bir kanun-u katidir ki, mevcudatın her bir kısmının kendilerine mahsus kavaid-i hayatiyeleri vardır. Tabii vazifeleridir. Onlar o kavaidi hayatiyeleriyle seyri kevnilerini takibettikleri müddetçe o mevcudiyet mahfuzdur. O mevcudiyet hatve, hatve, kemalatı vücudda ilerler, teali eder gider. Alemi vücudun en ekmeli bulunan nevi beni ademin, beni beşerin, malum mevcudatın en kamili olması itibariyle vazaif-i hayatiyesi, vazaif-i feriyesi de pek bariz, pek açık suretle aşikar olmuştur. Bu mesele ilmi, hikemi, felsefi bir surette hallolunduğu gibi alemi vücudun levha-i tarihi açık suretle göz önüne getirilirse kulun, kavaid-i hayatiyelerine ne kadar riayetkar olurlarsa, vazifelerine ne kadar sıkı, samimi, merbut olurlarsa o kadar mevcudiyetlerini muhafaza babında o mevcudiyetlerinin terakkiyat, tealiyat alemine süratle hatveler atmak itibariyle birbirinin lazımı fıtrisidir. Yani vazife ile hayat, vazife ile şeref birbirinin lazım ve melzum hakayık-ı fıtrisinden ve zatiyesindendir. Bu vazifelerin en mukaddesi, mevcudiyetlerinin, hayatlarının istiklaliyetine, hürriyetine, diğerlerinin gayrimeşru nefine, kendilerinin zararlarına bir kayit kabul etmemektir. Bu; ilk vazifeleri, vazifei hayatiyeleridir. Hakkı hayata bununla malik olabilirler. Beşer, hakkı hayata malik olabilmek için hayatı istiklalini ufacıcık bir kayitle bile mukayyet tutturmamalıdır. Bu, ilk vazifeleridir. Bu vazife mevcudiyetlerini temin eder. Bu his, bu azim ne kadar yükselirse mevcudiyetleri o kadar terakki ve teali eder. Mevcudatın ekmeli nevi olan insanlığı namütenahi meratibi kusvaye teali ve terakki ettirici müslümanlık mevcudiyetidir. İşte bu müslümanlık mevcudiyetini en ufak ve hangi şekilde olursa olsun mutlakıyet kaydiyle, ufacık bir suretle takyid ettirmek, bu İslamiyetin ahkamiyle müslümanlık ile katiyen kabili telif değildir. İşte bu mukaddes ve muazzez ve muazzam vazifeyi, vazife-i hakkı hayat-ı İslamiyeyi deruhte eden mevcudiyet bugün bu Meclis-i Alide toplanan mevcudiyettir, bunun azameti, bunun hüsn-ü cemali beni doğrudan doğruya ihtiyarsız bir halde cezbetmiş ve celbetmiştir ve ziyaretlerine getirtmiştir.
(Teşekkür ederiz, alkışlar)
İşte bu Meclisin azametidir ki, bin üç yüz bu kadar seneden beri alem-i insaniyeti nurlariyle tenvir eden hayatın saadetleriyle ünsiyet eden müslümanlığın mevcudiyetini hıfzedecektir, muhafaza edecektir.
(İnşaallah sadaları)
Bundan sonra ve bundan böyle kabiliyeti terakkiye, kabiliyeti tealiye doğru da hududlarını çizecektir. (İnşaallah sadaları)! Şu halde bu mevcudiyet, bu cemaatin mevcudiyeti, mahiyet-i hakikiyesi itibariyle, tasavvurların fevkınde daha büyüktür, tasavvurların fevkınde daha cemildir. Daha şems-i cemali alemi vücudu tenvir etmemişse de anbean tenvir edecektir. Henüz makamından doğmuş bir güneştir. Evet bu kanaati, kanaat-i ilmiyemi biz de (leyselhaberü kelayan) kabilinden nazariyei ilmiye dahilinde bırakmamak, bilfiil temas etmek, o şahsiyeti manevinin yüksekliğini temin eden efradın yüzlerini görmekle şerefyab olmak… Bundan sonra hüsn-ü zann ettiler, garip muhacir olduğumuz halde buraya geldiğimiz, bütün Osmanlı memleketlerinde birer, ikişer, üçer ihvanımız mevcuttur. Onlara bu hakayık, ilmi, felsefi, hikemi ve gayesine müstenit tecrübi kaideler ile yazmak ve onlara da bu vazifeyi bugünkü ibadetin en büyüğü, Allah ve Resulünü razı etmenin en büyüğünü ifa etmeyi anlatmak suretiyle de bir hizmet arzusiyle de buraya geldiler. (Teşekkür ederiz, sadaları)
Elhamdülillah bu şerefe nail oldum. Bundan böyle vazifem, gece, gündüz bu Meclisin efradının kalplerini, İslamiyete faideli her türlü ilhamat ile tenvir etmesi için barigah-ı uluhiyete dua ile meşgul olacağım ve bu Meclisin azamet ve meşruiyeti hakkında daima tenvir ve irşat ile etrafı dolaşacağım ve bu suretle avdet edeceğim. Perşembe günü avdet edeceğim. Kendilerine arzı veda eylerim, buyuruyorlar.
(Teşekkür ederiz, sadaları)
REİS – Celseyi on dakika tatil ediyorum.
***
Bu tarihî açıklamanın dilinin günümüz okurları için büyük oranda anlaşılmaz halde olduğunun farkındayım. Ancak bu tarihî belgenin internet ortamında orijinal hali ile ve tam metin olarak bulunmasının gerekliliğine olan inancımla –bazı kelimeleri koyulaştırmak dışında- metin üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunmadım.
Sonraki yazımda hem bu yazının ana çerçevesini hem de başta bu yazıya konu olan açıklamayı yapan Şerafeddin Dağıstanî olmak üzere İstiklal Savaşı’nın manevî kahramanlarını ele alacağım.
Devamı Burada: http://www.ulkuyaz.org.tr/hayati-bice-tbmmnin-manevi-tasdiki-2/
—————————————————————–
İletişim: hayatibice@hotmail.com
[1] Kadir Mısıroğlu, Sarıklı Mücahidler, Sebil Yayını, İstanbul-1999.
[2] Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu, Millî Mücadelede Din Adamları, DİB Yayınları, Ankara-2007.
[3] Doç. Dr. Hülya Küçük, Kurtuluş Savaşı’nda Bektaşiler, Kitap Yayınevi, İstanbul-2003.
[4] TBMM Zabıt Ceridesi’nin I. Döneme ait 1. Cild, s. 261-265. Bu tarihî metnin sadeleştirilerek yayınlanması konusunda, akademik olarak Cumhuriyet Tarihi ile ilgilenen Prof. Dr. Mehmet Şahingöz ve Şükrü Alnıaçık gibi ülküdaşlarımın dikkatini çekerim.