SAMAN KOKULU
KİTAPLAR
Hayati TEK
MAYIS 31, 2020
1683’ün 13 Eylül günü Viyana önlerinden başlayan çekilmemiz, yine bir 13 Eylül günü Sakarya’da son bulsa da dış kaynaklı sorunlarımız bitmek bilmedi. Üstelik buna bir de 1876’da ilan ettiğimiz 1. Meşrutiyet’le çıktığımız parlamenter demokrasi yolunda yakalandığımız partizanlık hastalığı eklendi. 1946’da “açık oy gizli tasnif” garabetiyle gerçekleştirdiğimiz ilk çok partili genel seçimlerin ardından 14 Mayıs 1950’de tadına vardığımız demokrasiyi ancak on yıl yaşatabildik. 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 darbeleri, toplumsal barışı sağlamak şöyle dursun bünyemizi içten içe kemiren partizanlık belasını iyice azgınlaştırdı.
70’li yıllarda düşman kamplara bölünen gençlerimiz bir dava sahibi olmanın bedelini canlarıyla ödediler. Tıpkı Çanakkale’de olduğu gibi bir nesil kaybettik 1968-80 arasında… Cemil Meriç’in “Bence bir kıyametin arifesinde değiliz, bir büyüme sıtması, o kadar” diye tarif ettiği bu sancılı yılların sonunda bir kez daha kuruldu idam sehpaları. Birkaç gün öncesine kadar her gün üç-beş evladını teröre kurban veren milletimiz kurtarıcı gibi karşıladı 12 Eylül’ü. Önce derin bir oh çekti ahali, sonra ıstırap günleri başladı… Binlerce yılda hayat bulan müşfik “devlet baba” imajının yerini “despot devlet” görüntüsü aldı. “Emir kulu” işkenceciler nedeniyle şanlı silahlı kuvvetlerimizin sarsılmaz itibarı bile gölgelendi.
Sıkıyönetimle geçen üç yılın ardından 6 Kasım 1983 milletvekili, 25 Mart 1984 yerel yönetim seçimlerini yapan Türkiye, yıllardır özlemini çektiği güzel günlerin hayaliyle karşıladı Ramazan bayramını.
Geleceğe umutla bakan biri daha vardı. Bir hafta önce girdiği üniversite sınavının sonucunu sabırsızlıkla bekleyen delikanlı, bayram ziyaretleri sırasında karşılaşacağı sürprizden habersiz çıktı camiden. İlk durağı olan toprak damlı evin ahşap merdivenlerini hızla tırmandı. Önce nur yüzlü babaannesinin, ardından attan düşerek felç olan yatağa mahkûm dedesinin ellerini öptü. Hayır dualarını aldıktan sonra kapısı aynı sofaya açılan amcasının evine yöneldi. Başında sekiz köşeli kasketi, bacağında şalvarı ve elinde tespihiyle vakur bir şekilde oturan amca yeğenini bekliyordu. Öpülen nasırlı el, oda ile sofayı ayıran kalın taş duvarın içine gömülmüş geniş ve derin pencereye uzandı; önceden hazırlandığı belli olan iki kitabı kavrayarak delikanlıya uzattı.
“Bu yıl üniversiteli olacaksın. Bu kitapları okumanın vaktidir artık.”
Kitapları alan genç, oracıkta incelemeye koyuldu. İlkinin kapağında “Milliyetçi Türkiye” yazıyordu; hemen altında yazarının adı: Kurt Karaca.“Bize Hayreddinli Derler” isimli diğer eser Necmeddin Şahiner imzasını taşıyordu. “Milliyetçi Türkiye”nin kapağını açtığında bir mühürle göz göze geldi: “Musalı Ocağı.” Bir an duraksadıktan sonra sayfaları hızla çevirmeye başladı. Yapraklar arasına gizlenmiş saman çöpünü görünce şaşırdı, aynı sahneyle birkaç kez karşılaşınca işkillendi; burnuna götürdüğü kitap saman kokuyordu… Saman kâğıda basıldığından değil, gerçekten saman kokuyordu. Onun bu şaşkın hâli gözünden kaçmadı dikkatli amcanın.
“Hayrola yeğenim.”
“Amca, kitabın içindeki bu saman çöpleri de neyin nesi?”
Gevrek bir kahkaha attı amca.
“Ana bak, torunun ne soruyor?”
Defalarca hıfzedildiği için hayli yıpranmış Mızraklı İlmihal sağ elinde, bastonuna dayanarak ağır aksak yaklaştı Fatma Hoca. Şebnem eksik olmayan mavi gözlerinin içi gülüyordu.
“Hayırdır Hüseyin, ne soruyor torunum?”
“Kitapların içindeki saman çöplerini soruyor ana.”
“Ha onlar mı?” diyerek başladı anlatmaya. Darbe ile birlikte anarşist avına çıkan ihtilalciler, şehirlerin yanı sıra köyleri de didik didik arıyorlardı. Birbiri ardına yayınlanan sıkıyönetim kararları, eldeki silahların en yakın güvenlik güçlerine teslim edilmesini emrediyor, yasaklı yayınların toplanacağını haber veriyordu. Yaşlı kadın, Kerim Ali dedesinden yadigâr asırlık kama ve Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma çakaralmaz mavzer ile birlikte evde ne kadar kitap varsa –çocuklarının eski okul kitapları da dâhil- hepsini alelacele bir çuvala doldurup samanların arasına gömmüştü.
Fatma Hoca’nın, birçoklarının yaptığı gibi yakmayıp kendi usulünce korumaya aldığı kitaplar, dört yıllık mahpusluğun ardından özgürlüklerine kavuştular. O kitapları okuyarak dava sahibi olanlarsa, adını Taş Medrese koydukları cezaevlerinde daha uzun yıllar türlü işkencelere maruz kaldılar.
Delikanlının yıllarca gözü gibi baktığı, defalarca hatmettiği, hâlâ ara ara koklayıp geçmişi yâd ettiği saman kokulu kitaplar; pespaye tiplerin zulümle omurgalandığı, yüksek ideallerin vatana ihanetle damgalandığı, gencecik fidanların birer özgürlük bayrağı gibi darağaçlarında dalgalandığı zemheri zamanların hatırasıydı…