AYRILIK OLMASAYDI
Hüseyin ÖZBAY
Dün Ankara’da, bugün İstanbul’da kar yağdı.
Alaattin ağabey karın en son yağışını göremeden gitti. Gelecek baharı da göremeyeceği gibi.
Her ayrılık hasreti de öldürüyor. Kimi zaman dünyayı, eşyayı , yakınlarımızı göremeden veda ediyoruz.
Alaattin ağabeyin de vedası böyle oldu. Artık biz onu göremeyeceğiz. Bu bizim büyük ve derin acımız. O ise Türk Ocaklarındaki arkadaşlarını göremeyecek. Bizi göremeyecek. Memleketi Giresun’u, Espiye’yi, o güzel çevreyi göremeyecek, toprağını koklayamayacak. Ankara’sından da Perşembe’sinden de Bursa’sından da ayrıldı o, yalnız başına çekti ve gitti. Türk Ocakları da bir kere daha yetim kaldı.
Son gülümsemesini de hüznünü de göremedik de “ yolun bu tarafında” şaşkın, biraz yorgun ve daha çok kederli kaldık biz.
Alaattin ağabeyin adını ilk Perşembe (Vona) Öğretmen Okulunda duymuştum. Bizim üst sınıfımızdandı. Okulumuz denize bakan bir tepedeydi. Esen poyrazdan ve özellikle Kuzey’den gelen zehirli rüzgârdan sakınmak için iki kişiye sığınmıştık: Bunlardan biri daha sonraları ünlü bir ilahiyat felsefecisi olarak adını duyuran din dersi Hocamız Süleyman Hayri Bolay diğeri ise öğrenci teşkilatı başkanımız Alaattin ağabeydi. Ben ikinci sınıf geçince o mezun olup ayrıldı. Sonra 1970’lerde Bursa’dan sesini işittik onun. Benim yolum İstanbul’a düştü ve uzun yıllar hiç göremedim ama hiç unutmadım onu.
Yıllar sonra Ankara’da yollarımız kesişti. Burada da onunla yeteri kadar görüşemedim. İçimde şimdi de bunun büyük boşluğunu hissediyorum. Seyrek de olsa onunla her görüşmemde pozitif elektrikle yükleniyor hayata daha güzel duygularla bakıyordum. Sanki onda kendimin ve ülkemin noksanlıklarını gideriyor ve daha iyimser bakmaya başlıyordum. Kalabalık toplantılarda onunla hiç konuşamasam bile ak bir enerji alıyor ve ferahlıyordum. Böyle toplantılardan biri de salgın öncesi Milli Kütüphane’de yazarlarımız Füsun Menşure, İsa Parlak, Turgay Bostan ve Yağmur Tunalı için düzenlenen kitap tanıtım ve imza günüydü. Bu toplantıda fırsat buldukça onunla sohbet etmeye çalıştım. Türk Ocaklarında zaman zaman ayaküstü selamlaşmalarımız dışında en uzun konuşmamız bu toplantıda olmuştu.
Sessiz sedasız, propagandaya ve şöhrete yüz vermeden önemli işler yaptı. Kültür Bakanlığında müsteşar yardımcısıyken bir ziyaretimde kendisine Londra’da çok önemli bir şairimizin yaşadığını, onu bütün dünyanın tanımasına karşılık bizim varlığını bile bilmediğimizi ve sahip çıkmadığımızı söyleyince hemen ayağa kalmış , “Nasıl olur Özbaycığım bu, kim o?” demişti. Bu şair Kıbrıs Beşparmak Dağlarında doğmuş, Dünya Şiir Formu ve çevresi tarafından “uzay şairi” diye tanınmış ve Nobel şiir ödülü için teklif edilmiş ama Kıbrıs davasını ve Türklüğü oralarda savunduğu için hak ettiği bu ödülü alamamış Osman Türkay’dı. Bunu duyunca hemen not aldı ve Kültür Bakanlığının ilk uluslar arası Türk Dili ve Kültürü toplantısına onu davet etti. Hiç unutmuyorum toplantılar devam ederken beni ve arkadaşlarımı görünce Osman Türkay’ı getirttiğini ve onu yalnız bırakmamamızı bizden rica etmişti. Onun fikritakibinin Osman Türkay sadece bir örneğiydi.
Asla kimseye vefasızlık yapmadı. Öğretmen okulundan sınıf arkadaşı Mehmet Kuru Hocam ile görüşme fırsatını bulunca işini gücünü ve hatta sıkıntılarını bırakarak koşup gelmiş ve Kızılay’daki Rumeli İşkembecisinde buluşmuştuk. Alaattin ağabeyle en uzun sohbetim burada oldu.
Şunu bir kere daha iyi anladım ki dünyamızı terk edenlere karşı duyduğumuz keder ve gariplik hissi biraz da kendimizi düşünmemizden kaynaklanıyor. Her ölüm faili için bir “tamamlanmışlık”tır ama kalanlar için hiç de böyle değildir.
Ölüm gelince onlar teslim olup gidiyorlar ama geride boynu bükük kalanlar biz oluyoruz.
Ben de kendimi komutanı şehit olmuş bir asker gibi hissettim onun son nefesini verdiğini öğrenince. Daha da yavanlaşan bir dünyada daha da fakirleştiğimi hissettim. Etrafını yitirmiş , dayanaklarından ve ahbaplarından yoksun kalmış bir insanın çaresizliğini yaşadım. Üretken yalnızlıktan çaresiz yalnızlığa geçişti benim için bu hâl. ”Eli bırakılan çocuk” gibi bir korkulu yalnızlığın içinde kendi akıbetimi düşünmeye başladım. Necip Fazıl’ın “ Bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm/ Bana geldiği zaman, böyle gelecek ölüm. “ demesi de bundan mıdır? Ne ürpertici yansıtma bu!
Bilmiyorum, bilmiyorum.
Sevgili Ağabeyimin katil virüse yakalandığını geç öğrendim. Telefonda Ayşe Filiz Hocam durumun ciddi olduğunu söyleyince ne yapacağımı bilemedim. Sezayi Karakoç çocuk ölünce annesinin şaşkınlığını şöyle anlatır:
Çocuk öldü mü güneş/Simsiyah görünür gözüne/Elinde bir ip nereye/Bilmez bağlayacağını anne
İstanbul’daydım. Çılgınca adımlayacağım boş bir alanım yoktu önümde, elimde ipim de. Pandemi hapishanesindeydim ve sadece dua ettim.
Oysa hiçbir dua kaderi değiştiremiyordu. O, unutulmaz 2020 yılına dayanabilmiş, 2021 yılının ilk gününde nasıl gerçekleştiğini, şimdi hiçbirimizin bilemeyeceği son nefesini vermişti.
Şimdi bize elbette rahmet dilemek ve dua etmek düşerdi ama yine de yaşadığımız hayatın girdabında üzüntümüze şaşkınlığımız da ekleniyor yaşama denen ifrit rutini basit ve anlamsız hesaplarla sürdürmeye devam ediyorduk.
Yunus Emre “ Bir garip öldü diyeler/ Üç gün sonra duyalar, der ya şimdi bende öyle olmadı. Alaattin ağabeyim bir garipti tabii ki. Bu dünya onun da gurbetiydi çünkü. Biz onun son nefesini verdiğini elbette üç gün sonra duymadık. Her şeyi duyduk, öğrendik ama o yine de garibane gitti. Kaderi bize tabutunun altına girmeyi nasip etmedi. Son yolculuğunda yanında olamadık. Pandemik kaygılarımız ve yasaklarımız vardı.
Şimdi daha iyi anlıyorum ki Alaattin Korkmaz benim kahramanlarımdan biriydi. Bu salgını savdıktan sonra hep onunla daha fazla karşılaşmak ve sohbetini dinlemek için kendi kendime söz vermiştim.. Her ölüm kalanlarda bir noksanlık duygusu yaratır. Onun için “ Ölüm Allah’ın emri/ Şu ayrılık olmasaydı, der bir türkümüz. Her ölüm vakitsiz bir vedadır da ondan. Bunun içindir ki his dünyamız en çok ölümle ilgili oldu. En çok ilişki sözümüz de ölümle…
Artık onunla görüşemeyecek derin anlamlı düşüncelerini , sohbetlerini dinleyemeyeceğim. Yaşarken kıymetiharbiyesini bildiğim hâlde yapamadığım sohbetleri onun dünyamızı terk etmesinden sonra acı bir nedamet duygusuyla nasıl hatırlayacağım ki?..
Ülkemiz büyük bir evladını kaybetti ama bunu biliyor mu emin değilim. Nihal Atsız, Dündar Taşer, Galip Erdem, Erol Güngör ve Nevzat Kösoğlu zincirinin önemli bir halkasıydı. Kaç halka kaldı ki geride bilmiyorum. Bu kuşağın sonlarına gelmiş gibi bir duygu var içimde. Bir neslin kesilme tehlikesi bu
Başka ne diyeceğimi de bilemiyorum. Kafamı toparlamam mümkün değil. Şunu kaçırmadan diyebilirim ki düşünce ve ruh dünyamın oluşmasındaki en etkili isimlerden biriydi. Neslimizin gerçek bir kahramanı ve gerçek bir ağabeyiydi.
Yunus Emre “ Ölümden ne korkarsın/ Sen ebedi varsın der ya büyük bir teselli sözüdür ama gerçekte her insan ölümü düşünür, her insan ondan az veya çok korkar. Ölüm değil onu düşünmenin korkutucu olduğunu söyler Peyami Safa. Aslında her ölüm muvakkat bir ayrılık olduğu için hem ölen hem kalan için “ Ölüm Allah’ın emri, şu ayrılık olmasaydı.” der insan. Yahya Kemal de 1918 şiirinde “Ölenler öldü, kalanlarla muztarip kaldık.” der. Yahya Kemal bunu istiklal savaşında şehit olanlar için söylüyor ama yakınımız, bildiğimiz, tanıdığımız biri öldüğü zamanki mustarip hâlimiz onsuz dünyayı düşünemeyişimizden kaynaklanıyor.
Ben de gerçekten onsuz bir dünyanın daha da yavan olacağını düşünüyorum. Cemal Süreya ölümünden önce yaşadığı hayata “ Üstü kalsın!” der. Alaattin ağabeyin ise bize borcu vardı. Belki borcunu ödemesi için biz uyarmadık onu. Onun güzel Türkçesini artık duymayacağız, isabetli ve vurucu yorumlarından yararlanamayacağız. Onun sempatisinden uzak kalacağız. Onun duruşunu, cesaretini, fikritakibini özleyeceğiz. Zamanımızın girdabında hemen unutulmaması için çetele tutacağız belki. Belki de unutacağız da hatırlayınca üzüleceğiz. Bellek yitimimizi onda da yaşayacağız belki.
Ölümler onu hatırlatacak ama yaşayanların belleği cenaze merasiminin tamamlanmasına kadar çalışacak. “Büyük unutuş”umuzun nesiller adına büyük kaybımız olduğunu da geç anlayacağız belki .
Salgın onu hem bizden aldı hem de son vazifemizden ayırdı. Gerçekten de ölüm Allah’ın emri de şu ayrılık olmayaydı. Üstelik onun ölümünü “ üç gün sonra “da duymadık. Ölümler alenileşti bugün. Sosyal medya tellal oldu, çoğu zaman da ceddal. Kıymetiharbiye takdir makamını sosyal medyaya bıraktı. O anarsa olur, anmazsa unutulur olduk.
Sessiz sedasız kalıcı hizmetler yaptı o. Dava aktivistliğinden düşünce adamlığına yüksünmeden geçmiş bürokratik hizmetlerinde de bu ülke için çalışmıştı, Alaattin ağabey. Kazakistan’daki hizmetleri asla unutulmamalı.
Sevgili ağabeyim sen çok sevdiğin Ziya Gökalp’e, Yahya Kemal Beyatlı’ya gidiyorsun. Ben de büyük şairimiz gibi “Evvel giden ahbaba selam olsun erenler” diyeyim, selam olsun.
İnşallah ” Tekrar mülaki oluruz bezm-i ezelde.”
Başımız sağ olsun, mekânın cennet olsun.