MİLLÎ ŞAİRİMİZ
ARİF NİHAT ASYA
ve 5 OCAK
İbrahim METİN
Bilindiği gibi, Adana’nın düşman işgalinden kurtuluşu, 5 Ocak 1922’dir. Arif Nihat Asya, Adana Öğretmen Okulu’nda edebiyat öğretmeni iken, valilikçe kurtuluş yıldönümünü kutlama hazırlıkları yapılır. Hoca da bir öğrencisinden, kurtuluş günü için bir şiir hazırlayıp okumasını ister. Fakat öğrencisi şiir bulamadığını, son gün hocasına söyler. Bunun üzerine iş başa düşer; 5 Ocak gününün sabahına kadar:
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü.
Işık ışık dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum; senin destanını yazacağım.”
Diye başlayan ve
“Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;
Yeryüzünde yer beğen;
Nereye dikilmek istersen
Söyle, seni oraya dikeyim.”
Diye sonuçlanan ve yıllarca dillerden düşmeyip, okul kitaplarını süsleyecek olan; meşhur Bayrak şiiri doğar.
Aynı gün yapılan kutlama merasiminde, sonradan tiyatro sanatçısı olan Aydın Gün tarafından bu şiir okunur, çok beğenilir. Herkes, şiiri yazanın kim olduğunu merak eder, sorar… Arif Hoca, kendi yazdığının bilinmesini istemediği için öğrenci, şairini kimseye söylemez. Gece, Halk Evinde düzenlenen baloda, şiir tekrar tekrar okutturulur ve her seferinde çılgınca alkışlanır. Aydın Gün, ısrarlar karşısında şairin adını söylemek mecburiyetinde kalır.
İlâhi bir tesadüftür ki Arif Nihat Asya, 5 Ocak 1975 günü, 71 Yaşında, çok sevdiği Tanrı’sına kavuşur. Vasiyetine uygun olarak, Mehter Marşı ile cenazesi kaldırılır.
Kendi ifadesine göre doğum tarihi ve yeri şöyledir:
“Yılların ötesinden gelen
Kanatları yorgun kuşum…
Büyük Kar’da ablam doğmuş;
Küçük Kar’da ben doğmuşum”
“Nerelisin diye soruyorlar?
İnceğiz köyünde doğmuşum,
İnceğiz’ı Çatalca’ya,
Çatalca’yı İstanbul’a bağlamışlar.
İstanbullu olmuşum…”
Ataları, Tokat’dan göçen ve “Kapusuz Ahmet Ağa” şiirinde de belirttiği insanlardır.
Doğum tarihi 07 Şubat 1904’tür.
“Benim de annem olsa
Beşiğini, tıngır mıngır sallardım”
Mısralarını yazdıracak kadar, babasızlık ve anasızlık hasretiyle büyümüştür.
A. N. Asya ile Türk Ocakları Gençlik Kolları’nı kurduğumuz 1959 yılında, Ocağın Ankara’daki tarihî binasında tanıştık. (S.Demirel döneminde elinden alınmış olan mülkü) Zannediyorum o sıralarda Gazi Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeniydi. Ocak binasındaki odasında yayın hayatını sürdüren ve fahrî olarak görev yaptığımız Türk Yurdu Dergisi’nde, Arif Hoca’nın yayımlanan şiirlerini okur, sohbetlerinde bulunurduk. Ayrıca 27 Mayıs hareketinin yapıldığı 1960 ve onu takip eden yılda, 25-30 kişilik bir edebiyatçı grubu ile Anadolu’nun muhtelif illerini gezer, şiir geceleri düzenlerdik. Bu heyette, rahmetli Dr. Hasan Ferit Cansever (1912’de Türk Ocağı’nın kurucularından), Osman Yüksel Serdengeçti (şair, yazar, milletvekili), Emin Bilgiç (Prof. Dr.) Sadi Somuncuoğlu (milletvekili, bakan), Yavuz Bülent Bakiler (şair, yazar), Enver Tuncalp (şair) Halil Özyıldız, İbrahim Gökbörü ve bendeniz de vardı. Elbette bu ekibin baş elemanlarından birisi de: Arif Nihat Asya idi. Şiirini güzel okuyan şair sayısı çok fazla değildir. Arif Hoca, bunun istisnalarındandır. Genellikle bu toplantılarda ben de Arif Hoca’nın;
“Ağlayın, parmakları nur sularından kınalı kızlarım.
Ağlasın, Meraga göklerinden Meraga’ya bakıp yıldızlarım!”
Diye başlayan ve
“Şu yakın suların, kolu neden bükülmez?
Aras niçin, Fırat niçin, Dicle niçin,
Benden doğar, bana dökülmez?”
Diye devam eden “Ağıt” şiirini, -Hoca’nın haklı titizliğini bildiğim için- beğendirememek endişesiyle doğrusu biraz çekinerek okurdum. Dicle ve Fırat sularının bize dökülmemesinden şikayetçi olan ve “Ağıt” yazan Hoca’nın, bu suların kontrolünün yabancılara verilmesini isteyen Avrupa Birliği dayatmalarından haberdar olmadan dünya değiştirmiş olması, AB’cilerin şansı mıdır?
Arif Nihat Asya, Yahya Kemal gibi, şiirlerinde tarih kültürünü, millî bir perspektiften yansıtırdı. Mesela, Kemal Atatürk için yazılan şiirler genellikle O’nun kaşını, göz rengini belirtirken; O, şöyle yazmıştı:
“Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı.
Parçalandı bir kıt’anın toprakları
Aslan payını, aslan olmayanlar aldı.
Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı.”
10 Kasım törenlerinde ben de bu şiiri, sık sık okurdum.
1969 Nisan’ında, çıkarmaya başladığımız ve 500 sayı devam eden, Haftalık Devlet Gazetesi’nin üçüncü sayfasında “Çekirdek” başlığı altında, rubaîlerini yayınlardık. Süleyman Demirel’in başbakanlık yaptığı ve Dündar Taşer’in de onun icraatını “Memleket yanıyor. Yangını söndürmek için, musluğu açıyorsun; su gelmiyor. Bir bez parçası musluğu tıkamış vaziyette, yangının sönmesini engelliyor.” Diyerek S. Demirel’i şiddetle tenkit ettiği dönemde, Hoca’nın şöyle bir dörtlüğünü neşretmiştik.
“KÖROĞLU…”
“Öldü zannetmeyin, Köroğlu denen yiğit,
Yaşar hâlâ…
Yola çıkmış, sürüp beyaz atını,
O at, koşar hâlâ…“
Rahmetli Dündar Taşer, Hoca’nın bu rubaide: Amblemi kırat, Genel Başkanı Başbakan olan Adalet Partisi’ni ve Süleyman Demirel’i kastettiğini düşünerek; Hüseyin Sebahattin mahlâsını (takma ad) kullanarak bir sonraki sayıda, şu nazireyi yazmıştı. Hoca’ya ayıp olacağı endişesi taşıdığımızı beyan etsek de Dündar Bey’in ısrarı üzerine ve O’nu da kıramadığımız için, her iki dörtlüğü yan yana, 4 Ocak 1971 tarihli 92. Sayımızda yayımlamıştık:
“VE SEYİSİ…”
“Lakin bir seyis var, bırakmış ipi,
Bakıp şaşar hâlâ…
Bu belâyı yok sayıp Arif Hoca,
Kükrer coşar hâlâ…“
1972 Yılında, Arif Hoca’nın kiracısı olmak lütfuna erişmiştim. Çok sevdiği sabah kahvesini içmeye bazen bize gelir; bir taraftan iki düven taşını birbirine çarptırarak çıkan kıvılcımdan tutuşan kav ile sigarasını yakarken, yanında getirdiği defterinden, yeni şiirlerini bana okurdu. İlk defa Devlet’te yayınlamak istediklerimi, işaretlettirirdim. Bir gün bana: “Seni çok seviyorum. Sevmesem o kadar kızacağım ki” dedi. Ben de: “Hayrola hocam, size karşı bir saygısızlığım mı oldu?” deyince “Hep vatan, millet şiirlerini seçip, işaretletiyorsun. Başka yok mu? Aşk, tabiat, kadın yok mu?” demişti.
Yalnız güzelin değil; güzelin ve güzelliğin her çeşidine ilgi duyan Hoca’mız, sadece hamasî veya siyasî diyebileceğim şiir ve rubailerine karşı duyduğum ilgi dolayısıyla sitem etmiyor; aynı zamanda, kendi şair üslubu ile bana ders de veriyordu. Buna karşı benim vermiş olduğum “Hocam biliyorsunuz. Bizim hitap ettiğimiz okuyucu kitlesi ……” tarzındaki cevap, sorudan kaçıp, bir mânâda okuyucuya sığınmaktı.
Evet, her insanda olduğu halde, bazı sebeplerle baskı altına alınıp, yok gibi farz edilen bu, güzele ve güzelliğe olan tutku, Arif Nihat Asya’da olmasaydı:
“Ne şiirden, ne şöhrettendir
Mutluluğum Servettendir.”
Dediği, sevimli ev sahibemiz Servet hanımefendiyi baştan çıkarıp, ikinci evliliğini yapan; Yavuz Bülent Bakiler arkadaşımızın yayınlayıp, Türk edebiyatına kazandırmış olduğu, “yılanı deliğinden çıkarabilecek” mahiyetteki 97 adet “Sevgi Mektupları”nı yazabilir miydi?
Gençlik dönemimizde, elele tutuşabilmekle bile büyük haz duyduğumuz masum aşkları takviye için, “acemi âşık”ın, sevgilisine duygularını anlatabilme vasıtası olarak, “örnek aşk mektupları” satılırdı. Bunlar, otuz sayfa civarındaki küçücük, broşür büyüklüğündeki şeylerdi. Gerçi benim ihtiyacım olmadı ama bir kısım arkadaşlar, birbirlerine bunlardan okuyarak; almaları için tavsiyede bulunurlardı. Bu tür hazır mektupları yazıp gönderenlerin; karşı cinslerinde de aynı kitaptan bulunduğunu düşünebiliyor musunuz? Nasıl bir manzara çıkardı ortaya? … Bu hazırlanmış hap halindeki örnekler, yalnız yazılı olarak kullanılmaz; aynı zamanda, karşı karşıya gelme şansı yakalanmışsa, ezberlenen mektup metni, Şekspir’in, Hamlet’de sevgilisine okunan bir eda ile -içinden geliyormuşçasına- söylenirdi. İşte o ezberlerden bir örnek
“SEVİMLİ BAYAN, sizi ilk gördüğüm andan itibaren, size karşı bir sempati beslemekte, gözlerinizin gözlerimle karşılaştığı an, kalbimdeki hislerin bir kat daha coştuğunu anlamaktayım. İstikbalde eşim, hayat arkadaşım olursanız; sizi saadetin zirvesine çıkaracağımdan emin olabilirsiniz…”
Gerçi, zamanımızın teknolojik gelişmeleriyle karşılıklı “çet” leşme imkânı olan ve bunu yaparken de karşı cinsin sesini duyup, ekranda yüzünü görebilen gençliğine; hepsi birer edebiyat şaheseri olan bu “Sevgi Mektupları” nı okumalarını tavsiye etmenin bir manası olabileceğini sanmıyorum. Arif Hocamızın:
“Servet’im, hayatım, canım, her şeyim. Sana hitap etmeye kelimelerle yetişemiyorum…”….
“Şu karanlık dünyanın yuvasını Ay’da yapan kuş sen olacaksın…” ….
“Bugün dilediğim kadar sıkmaya kıyamadığım elini bir daha elime ver. Ve bu senden “güle güle” demek olsun. Evet “güle güle” fakat nereye? Orasını ben bilirim. Servet hakkını şimdiden helâl et, toprakla aramdan çekil.” ….
“Buhran içindeyim Servet, bitiyorum Bu çırpınışa, bu eriyişe, tahammülüm kalmadı artık; Allahın verdiği canı iade etmeye karar verdim.” tarzındaki “mensur şiirler”e ve
“Bardaktan seni içmek,
Seni teneffüs etmek havada.”
veya
“Geceler dolusu emek,
Gözler dolusu yaş
Ve ayların batışı
Yavaş yavaş.
Tarzındaki nazım ısrarlarına, kaç kadın dayanabilirdi? Nitekim Servet Hanım da bütün direnmelerine rağmen dayanamamış ve bu evliliği gerçekleştirmek durumunda kalmıştı.
İşte bu evliliğin temelleri atılmadan önce 11 Kasım 1940’ da yazdığı mektupta belirttiği gibi:
“Günler, geceler ötesi,
Gelirse beklediğim
Masal gecesi,
Şu fani dünyada her murat olsun
Ve senden doğacak kızımın
Adı ”Fırat” olsun!”
Gerçekten de bu evliliğin tatlı meyveleri kızları Fırat ve oğlu Murat oldu… Bu kardeşlerimizle birlikte, mutlu yuvanın sıcaklığından biz de yararlandık. İki katlı evin alt katında, kiracısı olmak şerefine nail olduğumuz bu ev, Ankara Kavaklıdere, Bülten Sokağı’ndaydı. Her olayı şiire bağlama alışkanlığında olan Arif Hoca, -Servet hanım duymasın-
“Ankara, kızlarının içinde adı
Gül’le başlıyanı, Ten’le biteni seçtim.
Ve bütün sokaklarını dolaşıp onun
Adına kaafiye diye “Bülten”i seçtim.”
Dediği, evdi burası…
Burada, sadece ev sahibimizin yakınlığı ile değil, aynı zamanda sokağımızın biraz altında 1944 millî çıkışının mağdurlarından Zeki Sofuoğlu hocamızın evi; köşe başında her ihtiyacımızı güvenerek aldığımız Ahmet Kösoğlu’nun bakkal dükkânı; biraz ilerisinde Dündar Taşer ile sevgili Asuman ablamızın Billur sokağındaki S. Demirel’in evinin arka bahçesine bakan evleri; onun bir alt sokağında, o tarihlerde henüz İngilizce eğitim moda olmamışken bu dille eğitim yapan ODTÜ’de yabancı dildeki eğitime Devlet Gazete’sindeki yazılarıyla şiddetle karşı çıkan, Prof. Dr. Cengiz Uluçay hocamızın evleri; daha yukarıda Gazi Osman Paşa’da Emine Işınsu arkadaşımızın birlikte oturdukları, babası Emekli General Aziz ve eşi Halide Nusret Zorlutuna’ların evleri ile İskender Öksüz’ün rahmetli olan ilk eşleriyle birlikte oturup, kiracılığını Sadi ve Mübeccel Somuncuoğlu’na devrettikleri Nene Hatun’daki evleri ile de bir dost muhiti içerisinde hissediyorduk kendimizi…
“Onlar bu dilden anlar” diyerek; en sert ifadeleri kullanan Arif Hoca’nın, hem evde hem de onun şirin küçük bahçesinde, Fırat’dan torunu olan Hakan ile “en tatlısı”ndan konuştuğuna defalarca şahit olduk:
“Bilirsiniz destanlarda destanca konuştuğumu,
Divancılar arasında divanca konuştuğumu,
“En tatlısı bu!” derdiniz; duysanız evde
Torunum küçük Hakan’la Hakan’ca konuştuğumu”
Yine bir sabah kahvesi esnasında şunu söylemişti: “Beni, Bayrak şiirinin şairi olarak tanırlar. Halbuki ben, Bayrak şiirinin şairi olarak değil, ‘Yelken’ şiirinin şairi olarak tanınmayı arzu ederdim.” Bu söz üzerine, 80 mısradan meydana gelen Yelken şiirini tekrar dikkatle okuyunca, Hocamın görünüşüne iştirak ettim. Gerçekten de şiir, şaşaalı bir imparatorluktan bugünkü hâle gelişimizin serüvenini, kenara atılmış bir yelkenlide canlandırıyordu ve bu şiiri her milletseverin, gönlü burulmadan ve gözleri dolmadan okuması mümkün değildi.
O, son derece mütevazı bir insandı. Bakınız kendisini nasıl tarif ediyor:
“Mevsim mevsim, dar yatağımdan taştım:
Pek şöhrete ermedim, fakat yaklaştım.
On yıldır biraz tanıttığım imzamı,
Ömrümce, unutturmak için uğraştım…”
Bir diğer tevazu sahibi, kelimenin bütün mânası ile ülkücü, bizim neslin örnek insanı ve ağabeyi olan Galip Erdem ise, Hoca için ne diyor: “Merhum Arif Hoca dostumdu. Böylesine bir yakınlık, benim hesabıma elbette ki büyük bir şereftir. Ama diğer bir açıdan bakılınca, cemiyetimizdeki değer bilmezliğin belirtisidir. Neslimizin talihsizliğini gösterir.
Hocamdan 26 yaş küçüktüm. O bir devdi, bense bir cüce! Sağlam bir cemiyet yapımız olsaydı, Arif Hoca’ya, ancak uzaktan uzağa hayranlık duyabilirdim. Çünkü kendi neslinin öyle bir dostluk ve sevgi çemberi ile kuşatılırdı ki, bizim gibiler yanına yaklaşamazdı; selâm vermesini bile armağan saymak zorunda kalırdık…”
“… Adamdı. Adı büyüğe çıkmış ‘küçükler’e benzemezdi……. Adamcık değildi.”
A. N. Asya, sevdiklerinin düğünlerinde, arkadaşlarının mutlu günlerinde, çocuklarının doğum ve sünnetlerinde, Ebcet hesabı ile tarih düşürerek; kendi el yazısıyla yazdığı mısraları çerçeveletir, “Şairin hediyesi ancak, bu kadar olur” diyerek, hediye ederdi.
Arif Hocalarının tarih düşürmelerinden mahrum olarak doğan Aslıhan, Batuhan ve Nihan’ın annesi olan Kızım Ayşe İlbige’nin doğumu ile ilgili olarak, bizce paha biçilemez değerlerdeki şu mısraları armağan etmişti:
Ayşe İlbige Metin’in Doğumu:
“Ne güzel kızsın Ayşe İlbige sen”
Der benim için gelen “Metin” soyadım.
Ben derim, hangi aşka kısmettir.
“Yarınlarımda tadım?”
Oğlum Mustafa İlteriş’e, aynı değerdeki armağanı ise şudur:
Mustafa İlteriş’in Doğumu:
“Türküm Müslümanım, Miraç’ta doğdum……
Bunları belirten bir isim bulmak,
Çevremi yorarken dedim ki;
“İsmim Mustafa İlteriş Metin olacak”
Hocanın, yiğit seciyesine örnek olarak da şu olayı söyleyelim:
Malatya Lisesi Müdürü iken, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile takışmışlar. Bakan okulu, bizzat teftişe gelmiş. Öğretmenlik yaptığı okula, bisikletle gidip gelen ve giyimine de dikkat etmeyen Hoca’nın pantolonundaki çamur izlerine gözünü dikip, “Bu paçalarının hâli ne” diye çıkışan Bakan’a, Hoca’nın cevabı şu olur: “ Benim paçalarımın bir Bakanın ağzında ne işi var?” Bu söz üzerine, Malatya Lisesi Müdürlüğü’nden alınıp, Trakya bölgesindeki bir okula Edebiyat öğretmeni olarak sürülmüştür. (Fotoğraf, bu tarihi konuşma ânını belgelemektedir.)
Zamanımızda bir kısım siyasilerin karşılıklı olarak oy aracı gördükleri, diğer bir kesimin kamusal alan ilan ederek “Kayıkçı kavgası” haline dönüştürdükleri başörtüsüne Hocamız: Türban olarak değil, “Türk’ün köy modası” olarak bakmakta ve şöyle demektedir:
BAŞÖRTÜSÜ
………
“Altında saçlarımız,
Arkadan, ne hoş sarkardı;
Kimimizde -örgü örgü- sarmaşıklaşır…
Kimimizde, su olup, akardı!”
……….
“Bir gericilik tutturmuşsunuz;
Gericilik değil, Türk’ün köy modasıdır bu…
Üstelik ninemizin başımızda
Taşıdığımız hatırasıdır bu!”
…….
“Dediniz “Çıkacak başınızdan
Başörtünüz!”
Alın –öyleyse –onunla
Yüzünüzü örtünüz!”
***
2004 yılında, 100. Doğum yıldönümü dolayısıyla ve Kültür Bakanlığı’nın katkıları ile İLESAM’ın Ankara, İstanbul, Trabzon, Erzurum, Antalya gibi şehirlerimizde tertiplemiş olduğu anma toplantılarına, bendenizi de davet etmek lûtfunda bulundular. Maalesef ülkemizde, belirli bir enternasyonal görüşe sahip olanlar, şişirilip piyasaya sürülmekte, edebiyat, musiki ve sanat alanındaki gerçek sanatçılar yok sayılıp, ölüme mahkûm edilmektedir. İşte İLESAM, anma toplantılarıyla bu kadirbilmezliği yıkmaya çalışmıştır. AB’cilik aymazlığı ile okul kitaplarından millî ne varsa kapı dışarı edilme teşebbüsünden, Arif Hocamız da nasibini almış gözükmektedir. O’nun, daha okul sıralarında iken hafızalarımıza işlenen Bayrak ve benzeri şiirlerinin yerinde şimdi, yeller esmektedir.
O’nun:
“Perdeleri örtük,
Hatıralar kırık dökük
Bir yer olacak orda…
Adı “Kerkük”…”
Diye feryat eden sesini duyanımız var mı?
Yoksa toplum olarak:
“Sabunla elini yüzünü
Vücudunu yıkamalısın.
Ve işin bittikten sonra
Sabunu yıkamalısın”
Dediği hâle mi gelmiş vaziyetteyiz?
A. N. Asya şiirle beraber yaşar, her anı şiirle birlikte geçerdi. Gezerken, herhangi bir toplantıda bulunurken onu, not alırken görürdünüz. Aldığı kısa notlardan, nefis şiirler doğardı. Gezileri esnasında uğradığı belde, ilçe, il için şiirler yazardı. Günümüzde bu rubaîlerin, ilgili şehirlerin girişlerine, tabela halinde asılması çok isabetli olacaktır. Bu konuda mahallî yönetici ve derneklere görev düşmektedir.
Hocamızın ruhu şad, makamı cennet olsun.