İskender ÖKSÜZ: Millet ve Etnisite

Millet ve Etnisite

Prof. Dr.  İskender ÖKSÜZ
12 Aralık 2007

Diplomatlar bilir, bir konudaki toplantı veya tartışmada söylenenler kadar, hattâ söylenenlerden de daha önemlisi, o konuda bir toplantı yapılmasıdır. Veya yapılmaması…

Türkiye’de ve şimdi “Millet Kavramı” başlıklı bir toplantı yapıyoruz. Çok yerinde, çok zamanında. Fakat önce “niçin yerinde ve zamanında buluyoruz” diye sormak lâzım. Kanunî devrinde “Millet Kavramı”, “Devlet Kavramı” başlıklı bir toplantı yapar mıydık? O zamanlar bir kimlik tartışmamız var mıydı?

Peki, bugün, Amerika Birleşik Devletleri’nde veya Almanya veya Fransa’da “Amerikan milleti”, “Alman milleti”, “Fransız milleti” başlıklı beyin fırtınası yapılır mı?

Kimliğimizi bundan önce en son ne zaman tartışmıştık? Yirminci asrın başında. Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük… Bu tartışmalardan yirmi yıl sonra devletimizin yarıdan çoğunu kaybediverdik. %80’in üzeri Türk çoğunluğu bulunan ve Anadolu’dan önce Türkleşen ana yurdumuz Rumeli dâhil. Bugünkü Türkiye’mizin büyük kısmı da gidiyordu ki Millî Mücadele ile geri alındı.

Biz çıkış yolu bulmak için kimliğimizi tartışırken emperyalistler de giriş yolu bulmak için tartışıyordu. Türkoloji’nin ve oryantalizmin Batıda en faal olduğu dönem bizim kimlik sorgulamamızla çakışır: 19. asır sonu, 20. asır başı. Millî Mücadele’den sonra Türkoloji o ülkelerde cazibesini kaybetti.

Ben 1960’larda ABD’de öğrenciyken en popüler bilimsel araştırma alanı “Güneydoğu Asya İncelemeleri” (Southeast Asian Studies) idi. Tesadüfe bakın; o sırada Vietnam Savaşı sürüyordu. Duyduğuma göre bu günlerde “Orta Doğu İncelemeleri”, “İslamik İncelemeler” ile “Orta Asya İncelemeleri” moda imiş. Çin İncelemeleri de… Rusya İncelemeleri’nin popülerliği biraz düşmüş.

* * *

Millet devleti, “nation state”in dünyadaki devlet formuna kesin hâkimiyetinden sonra, yani 18., 19., 20. ve 21. asırlarda, millet, devletin yegâne meşruiyet kaynağıdır. Modern sosyolojide bu gerçek şöyle ifade edilebilir:

” Modern dünyada, milletlerin içersinde rekabet ettiği bir milletler evreni icat etmek zorundayız. Gellner’in bize anlattığı gibi, bir milliyet yok olsa, bir başka milliyet bu boşluğu hızla doldururdu. Yüksek kültürün yaygınlaştığı bir dünyada millî olmayanı hayal bile edemeyiz. Modern devlet ve ekonomi, işlevini, millet denilen kabın içinde yürütmektedir. Gellner(’in dediği gibi), ’Milliyetçilik, belki her zaman tahripkâr değildir ama, yer çekimi gibi önemli ve sarıcı bir kuvvettir’ [1][1].”

Modern sosyolojinin kastettiği millet, ortak bir yüksek kültür etrafında belirir ve organize eğitim kurumlarıyla bu kültürün yeni nesillere taşınması ile yaşar.

Milletler çağında, yani bugün, millete muhalif tavırlar, iki seçenekten birine dayanmak zorundadır: 1) Millet olgunluğuna henüz erişememiş toplum birimlerini milletin yerine koymak: Kabile, aşiret, etnik grup. 2) Milletin bağlayıcılığı ile rekabet edemeyecekleri tarihin laboratuarında defalarca ispatlanmış daha büyük fakat hayalî birimlere dayanmak: Dünya proletaryası veya siyasî birliği hedefleyen bir İslâm ümmeti anlayışı. Dünya proletaryası Berlin Duvarı’nın altında kaldı. Siyasî ümmetçilik henüz “dünya proletaryası” kadar bir varlık gösteremedi.

Milletten küçük olanlar arasında etnik grupları, aşiret, kabile gibi ilkel birimleri sayabiliriz. Bugünlerde Türkiye’deki tartışmalarda- bilgisizlikten veya kasitle- en çok etnik grupla millet karşı karşıya getiriliyor. Dünyada 10 000 civarında etnik grup, buna karşılık ancak 100 mertebesinde millet bulunduğu gerçeği bile bu karışıklığı çözmeye yetecek bir delildir [2].

* * *

“Amerikan” bir milletin ismidir. “Amerikalı” Türkçe’ye has bir kelime, onların dilinde yok. Zaten olsaydı, sadece ABD’yi değil, Kanada, Brezilya, Arjantin ve başka Amerika Kıtası ülkelerinde yaşayanları de kapsardı. İngilizce’de sadece “Amerikan” denir. Etnisite belirtilmek istendiğinde “İtalyan Amerikan”, “Hispanik Amerikan”, “Yahudi Amerikan” denir ama Amerika Amerikanlarındır. Tıpkı Türkiye’nin Türklerin olduğu gibi.

Türkiye mozaiktir, diyenler, Türk var, Kürt var, Çerkez var diyenler, etnik grupla milleti karıştırıyor. “Türk” kelimesi Türk milletinin ismi olduğu kadar, Türk etnisitesinin de ismi olarak kullanılıyor. “Bu yüzden karıştırıyorlar” diye iyi niyetli bir yorum yapalım…

Ben bildiğim kadarıyla Türkmen etnisitesinden gelme bir Türküm. Fakat Türkmenliğimi çoktan unuttum. En az üç nesildir şehirliyim. Etnisitelerin kaderidir bu. Bir süre sonra millet üst kimliği içinde yok olurlar.

Mehmet Akif, Arnavut etnisitesinden gelme bir Türk’tür.

Hovannes Dadyan, Miralay Bogos Dadyan, Ermeni etnisitesinden gelme Türklerdir.

Süleyman Nazif, Kürt etnisitesinden gelme bir Türk’tür.

Zaharya Efendi (Cemil Bey) Rum etnisitesinden bir Türk’tür.

Büyük bestekâr Üçüncü Selim’in hocası Tamburi İzak, Yahudi etnisitesinden bir Türk’tür.

O halde, “Türkiye Türklerindir”e, “Ne mutlu Türküm diyene”ye itiraz edenler, eğer başka bir etnik aidiyet hissetmiyorlarsa, “Türk etnisitesinden gelme gayrı-Türklerdir”.

* * *

Bizde “millet” anlayışının yoğun tartışması, az önce bahsettiğim gibi, en problemli dönemde yapıldı. Tabiî olarak…

Yirminci asrın sonu ile Cumhuriyet’in ilk yıllarını kapsayan birinci dönemde Ziya Gökalp’in, “harsa” dayanan millet anlayışı hâkimdi. Bugünkü sosyoloji bilgimize göre de doğrusu budur. Bugün geriye baktığımızda, Gökalp’de ve Gökalp’ten de çok, onu izlediklerini sananlarda tespit ettiğimiz hatâ, kültüre dayalı bir millet anlayışı değildir. Çünkü kültürün tanımladığı millet fikri, hâlâ doğrudur. Hatâ, sert bir medeniyet- hars ayrımı ve ikincinin saflığının gerektiği iddiasıdır. Bu yanlışlık, bin yıllık yüksek kültür birikimimizin inkârı yolunu açmıştır.

İkinci dönem, Batı’da yüzyıllardır hâkim olan “ırkçı” anlayışın, belli başlı Avrupa ülkelerinde resmî ideoloji haline geldiği tarih aralığıdır. Batı ırkçılığının dillendirilmesinin artık ayıp sayıldığı II. Dünya Harbi sonuna kadar devam eder. Hannah Arendt’in tespit ettiği gibi, ırkçılık, Batı emperyalizminin tabiî ideolojisidir. Tarihî tavırları bugünkü değer hükümlerimizle yargılayamayız. Bu sebeple, daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi Türk devlet ve fikir adamlarının bu dönemdeki “ırkçı” söylemlerini o günün Batı anlayışı içinde irdelemek gerekir. Aşağıda birkaçını tekrarlayacağım o sözleri söyleten ruh hali, “Sen ana aşağılık ırk diyorsun. Hayır, ben de yüksek bir ırkın mensubuyum” müdafaasıdır. Buna, “savunma ırkçılığı” denebilir: “Türkçülük ırkçı olmadığı için noksandır, Kemalizm ona ırkçılığı ilave etmiştir [3]” (Agop Dilaçar, 1940), “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük, bir kan meselesi olduğu kadar ve en az o kadar da bir vicdan ve kültür meselesidir [4].” (Başbakan Şükrü Saraçoğlu, 1942), “Benim kanaatimce kahramanlık, milletler arasında birinci sırada yer tutmak için ilk şarttır. Kahramanlık, kanın fıtraten haiz olduğu kudretten gelir. Irkımızın kahramanlığına Gaziantep güzel bir numune olmuştur [5].” (Başbakan İsmet İnönü, 1932), “Cumhuriyet idaresinin genç Türk unsuruna verdiği inandırıcı kanaat budur ki dünyanın inanmadığı eserleri vücuda getiren azim ve fedakârlık ırkımızda vardır.” (Başbakan İsmet İnönü, 1933) [1][6] İlk Türk Tarih Cemiyeti kurultaylarına (1932, 1937) sunulan tebliğler [1][7] bugün okuyanların ağzını açık bırakacak niteliktedir ve hekimler, Türk ırkının karakterleri konusunda ayrıntıya girmektedir. Ders kitaplarındaki değişikliklerin biraz arkadan gelmesinden olmalı, 1960’lı yıllarda benim lisede okuduğum “İnkılâp Tarihi” dersinde hâlâ, “Türkler brakisefal, beyaz bir ırktır” bilgisi yer alırdı.

Üçüncü dönem, İkinci Dünya Harbi’ni kimin kazanacağı belli olduktan ve Batı’da galiplerin ırkçı söyleme karşı çıktıklarının anlaşılmasıyla başlar. Kesin başlangıç tarihini Stalingrad’da Almanların yenilmesine yerleştirebiliriz. İsmet İnönü’nün muhalefetsiz iktidarına rastlayan bu tarihlerde, daha önceki ırkçılıkla birlikte, Atatürk döneminin milliyetçi anlayışı da kötülenmiştir. Atatürk’ün tutumuna nispetle revizyonist ve hatta karşı devrim niteliğindeki bu anti-milliyetçi yeni politikaya, “Atatürk milliyetçiliği” denmesi olsa olsa ironiktir. “Atatürk Milliyetçiliği”nin, Atatürk’ün milliyetçiliği ile uzak yakın bir ilgisi yoktur.

Nihayet son döneme, 21. asrın başına geliyoruz. Tıpkı geçen asrın başındaki gibi bir “kimlik” tartışmasının içindeyiz. Sonu, geçen seferkine benzemesin… Bu yeni tartışmanın en çarpıcı özelliği, bizzat iktidar mevkiinden başlatılmasıdır.

Yeni tartışmanın fikir temeli bulanıktır. Dün söylenene bugün, “ben öyle dememiştim” denmektedir. Tek net tarafı, Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerinin ve millet devletine (ulus devlete) pek sempatiyle bakmamasıdır.

Bulanık ifadeler arasında iki çizgiyi hayal meyal seçmek mümkün görünüyor. Bunlardan biri, “siyasî milliyetçilik” denilen tutumdur: “Millet”i sosyoloji, kültür filan değil, siyasî sınırlar belirler. Bu görüşe göre, Millî Mücadele yapılmasaydı, bugün Adana ve Mersin’de Fransız, Antalya’da İtalyan ve İzmir’de Yunan milleti oturuyordu. Demek oluyor ki, geçen asrın başında Sykes-Picot, Sir Percy Cox ve Gertrude Bell Hanım, güneyimizde bir dizi millet yaratıvermiştir. Şimdi buralarda, “vatandaşlık üst kimliği” hüküm sürmektedir.

Bu tezin sahipleri, bu yolla “birlik ve bütünlük” hizmetinde bulunduklarını sanıyorlarsa, yarın meselâ bir Amerikan yarbayı çıkıp, “Hele şu sınırları yeniden çiziverelim; siz yeni sınırlara göre üst kimliğinizi kolayca belirleyiverirsiniz”, derse ne cevap vereceklerini düşünmelidirler.

Klişe kullanmayı sevmem ama “arabayı atın önüne koşmak” bu siyasî milliyetçilik için ısmarlama uygunluğunda bir ifade. Biz, önce millet vardır, sınırlar ona göre belirlenir diye biliyorduk. Meğerse önce sınırlar çizilir ve sonra o çizgilerin içinde milletçilik oynanırmış. Millet, kültürün, tarihin veya sosyolojinin konusu değilmiş. Kadastronun konusuymuş.

İkinci flu fikre “siyasî ümmetçilik” diyebiliriz. Biraz da yüz yıl öncesinin “İslâmcılık” görüşünü çağrıştırdığı düşünülebilir. Ben bu yeni çıkış sahiplerinin 20. asrın başındaki İslâmcı ve Osmanlıcıların hislerini paylaştıklarını hiç sanmıyorum. 1900’lü yılların başında Türkiye, tek bağımsız İslâm devletidir. O tarihlerde İslâmcılık yapmak, İslâm dünyasındaki zaten mevcut liderliğimizi vurgulamak, emperyalistler karşısında daha güçlü bir konum yakalamak ve en önemlisi, devletin bütünlüğünü savunmak anlamına geliyordu. Osmanlıcılık da öyle. Ben şüphesiz ki eksiğimle, gediğimle bir Türk milliyetçisiyim. Fakat kendi kendime, “o tarihlerde yaşasaydım, Türkçülük, İslâmcılık ve Osmanlıcılıktan hangisine taraftar olurdum” diye sorduğumda cevap vermekte sıkıntı çekiyorum.

Fakat yüz yıl sonra, “bizi birbirimize bağlayan en kuvvetli bağ İslâm’dır” iddiasıyla üst kimlik yaratma teşebbüsü, kesinlikle anlamsızdır. Bu söz, meselâ Pakistan, İran veya Arap ülkeleriyle ilişkilerimiz konuşulurken sarf edilebilir. Fakat, Türkiye’nin millî birliğine hizmet maksadıyla kullanılması her halde aklı selime sığmaz. İslamiyet, Türk milletine mensubiyet şuurunun unsurları arasında zaten vardır. Bir Türkün diğerine, “ben sana Müslüman olduğun için bağlıyım” demesi, babanın oğluna, “ben seni, babamın torunu olduğun için seviyorum” demesine benzer.

Bu yeni siyasî ümmetçilik, milli birlik ve beraberliğe hizmet için mi dillendiriliyor? Bir an için öyle düşünenlere sormak isterim: Bir gün biri, meselâ Barzani soyadlı biri çıkıp da size, “Tamam Müslüman kardeşim, sen de Müslümansın, ben de. Ama senin devletin var, benim yok. Şuradan bana bir devletlik bir parça versen de sonra bir birimize sıkı sıkı bağlı ve kardeş kardeş yaşasak!” derse, ne cevap vereceksiniz?

Millî bütünlüğü korumak için vatandaşlığa veya dine dayalı millet tarifi yapmaya teşebbüs edenler, milletle etnik grubun, milletle ümmetin farkını anlamıyorlar. Bu, iyi niyetlilerin yanılgısı. Kötü niyetlilerin bir yanılgısı yok. Onlar maksatları doğrultusunda gerekeni yapıyorlar.

Dünyada, dört asırdır siyasî hâkimiyetin ve meşruiyetin kaynağı millettir. Milletten başka bir şeye dayanmaya kalkarsanız bu iki unsuru tartışmaya açarsınız: Egemenliğinizi ve meşruiyetinizi.

Dipnotlar:

* 12- 13 Aralık’ta Avrasyabir Vakfı, “Tarihî Süreç ve Sosyolojik Açıdan Millet Kavramı- Türk Milleti” başlıklı bir “beyin fırtınası” düzenledi. Ben de katılanlardandım. Bu yazı, oradaki konuşmamın yazılaştırılmış hâlidir.

[1] Mark Beissinger, ” The State of the Nation, Ernest Gellner and the Theory of Nationalism”, sayfa 170, editör:John E. Hall, Cambridge University Press (1998)

[2] Son günlerde sık duyduğumuz “etnik milliyetçilik”, “din milliyetçiliği”, bir biriyle ilgisiz kelimelerin yan yana getirilmesi yanlışıdır. Etnik milliyetçilik olmaz, etnik ırkçılık olur. Din milliyetçiliği olmaz, din yobazlığı olur. Tıpkı Fenerbahçe milliyetçiliği, Galatasaray milliyetçiliğinin yanlış; Fener taraftarlığı, Galatasaray taraftarlığının doğru olması gibi. Bunları ciddî düşünceler değil, galatlar diye değerlendirmeliyiz.

[3] Cumhuriyet Halk Partisi Konferansları, I. Konferans, 1940.

[4] 5 Ağustos 1942, TBMM zabıtları.

[5] 26.9.1932 Gaziantep Halkevi’ndeki nutku

[6] 19.2.1933’te Ankara Halkevindeki nutku ve 29.10.1933 Vakit gazetesindeki makalesi.

[7] Bu paragraftaki bilgiler ve kaynaklar, rahmetli Prof. Dr. Hikmet Tanyu’nun “Atatürk ve Türk Milliyetçiliği” kitabından alınmıştır. Kitabın son baskısını Ankara’da Elips Yayınevi yaptı (2006). Türk Tarih Kurumu tebliğleri için Türk Tarih Cemiyeti Kurultay zabıtlarına bakılmalıdır. Kitapta zabıtlardan geniş alıntılar yapılmakta.