Küreselleşme – Neoliberalizm
ve Prekarya
Kadir Kaan GÜLER
GİRİŞ
Bir olguyu anlamlandırabilmek ve aktarabilmek için onu kendi evreninde tanımlamak gerekmektedir. Onun için prekarya kavramını, içinde doğduğu küreselleşme ve neo-liberal süreci sunmak önemlidir. Öncelikle küreselleşme olgusu ele alındığında, sosyal bilimlerde birçok konuda olduğu gibi bu konuda da tam olarak ortak bir görüşün olduğunu söylemek zordur. Küreselleşme kavramının muğlaklığı bir kenara miladının ne zaman olduğu sorusu da bir muammayı teşkil eder. Bu tartışmalar ışığında, yazıda küreselleşme kavramı tanımlanacak olup, ona niçin ve hangi bakış açısıyla bakılması gerektiği izah edilecektir. Ardından küreselleşme ile birlikte şekil değiştiren liberal ekonomik sistemin, “yeni” yapısı ele alınacaktır. Nihayetinde ise prekarya kavramı anlatılmaya çalışılacaktır.
- Küreselleşme:
Küreselleşme kavramını tanımlamak, ona atfettiğimiz değerleri yansıtma noktasında önemli bir noktayı teşkil etmektedir. Fakat daha başlangıçta bu kavramın zorluğuna ve sürekli anlam değiştirmesine dikkat çekmek elzemdir. Bu nedenle onu tanımlaya çalışan düşünürlerin fikirlerine yer vermek makalenin amacına ulaşmasını kolaylaştıracaktır.
Küreselleşme kavramı Türkçeye Fransızca, globe sözcüğünden geçmiştir. Fransızcada globe, Türkçede küre hemen hemen aynı manaya gelmektedir. Her iki dilde de anlamı, ‘’top’’tur. Buradaki kasıt dünyanın kendisinedir. Haliyle metaforik bir ifadeyle bütün dünyayı kuşatma anlamındadır.
Küreselleşme olgusu ilk olarak 1964 yılında McLuhan tarafından Understanding Media (Medyayı Anlamak) isimli eserinde kullanılmıştır. O bu kavramı kullanırken; medyanın, bilgi birikiminin ve teknolojinin, dünyayı küçülttüğünü, böylelikle onu küresel köy haline getirdiğini anlatmak istemiştir. Küreselleşme sözcüğü daha çok 1980’li yıllardan sonra kullanılmaya başlanmıştır. Münhasıran 1989’da Berlin Duvarı’nın sembolik olarak yıkılmasıyla birlikte, dünyadaki geçişleri engelleyen tüm duvarların yıkıldığı düşüncesi hâkim olmuştur (İrmiş 2011, 93)
Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü’nde küreselleşmeyi, ‘’Modernizasyon sürecinin bir parçası olarak, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde ve Doğu Bloku’nun yıkılmasından sonra tek kutuplu bir dünyada zuhur eden kültürel sistemin, dünyanın somut bir biçimde tek bir bütün olarak yapılaşması sürecine verilen ad.’’ (Cevizci 1999, 540) olarak tanımlamaktadır.
Uluslararası Para Fonu’na (IMF) göre ise, ‘’buluşların ve teknolojinin hızla ve geniş bir alana yayılmasıyla dünya genelinde ekonomilerin özellikle de ticari ve mali kaynaklı artan bütünleşmesini ve ülkeler arasındaki artan bağımlılığı ifade eder (www.imf.org. 2017).’’
Heywood da küreselleşmenin yakın zamanda doğmuş bir kavram olarak; ulusal sınırların aşındığı, sosyal mekânın yeniden şekillendiği, ülkelerin toprak parçasının önemini kaybettiği; buna karşılık, uluslararası şirketlerin hem üretirken hem de yatırım yaparken daha kolay hareket ettiği dolayısıyla küresel malların ortaya çıktığı bir durum şeklinde yorumlamaktadır. (Heywood 2011, 37)
Her ne kadar küreselleşmenin yeni olan, eskiden kopuşu simgeleyen bir kavram olduğu hafızalarda yer ettirilmeye çalışılsa da, küreselleşme, teknik ilerleme ve kapitalist üretim tarzı açısından bir sürekliliği temsil etmektedir. ‘’Berger’in Global Kapitalizm, Jameson’un ‘Kapitalizmin Geç Kültürel Mantığı’, Giddens’in ‘Modernliğin Küreselleşmesi’ ifadesi bu durumu çarpıcı bir şekilde yansıtmaktadır. Daha da ötesinde Robertson, küreselleşme olgusunu 15. yüzyıllarda başlatmış ve moderniteyi de küreselleşmenin bir ürünü olarak tanımlamıştır. (Özalp 2013, 440)
Küreselleşme olgusunun modern döneme ait olduğu iddiasına karşı çıkan bir başka düşünür ise Stuart Hall’dir: (küreselleşmenin) çok uzun bir tarihin içinde yer aldığını hatırlatmak istiyorum; çünkü, bir tarihsel amnezi süreci gittikçe yayılıyor; sırf bir fikir hakkında düşünüyoruz diye, o fikrin yeni ortaya çıktığını sanıyoruz. (Hall 1991) Gerçekten de birçok çağdaş yazar, yaşanılan çağa bencilce bir duyguyla bakarak daha fazla önem atfetmek için her kavramı, dünya tarihi boyunca hiç ortaya atılmamış gibi gösterme alışkanlığına tutulmuş bulunmakta. Halbuki küreselleşme kavramı, dar tanımlara hapsedilmediği müddetçe modern dönemle sınırlandırılamaz.
Küreselleşmenin Batı menşeli olduğu düşüncesi yaygın görüşse de, onun Şarklı izlerinin bulunduğunu iddia eden düşünürler de mevcuttur. Özellikle küreselleşmenin ticaretle olan bağlantısını göz önünde tutan bu tezler, 600’lü yıllarda deve kervanlarının Orta Doğu’da sistematikleşmesini ispat olarak ortaya koymaktadır. Bilhassa da Mekke’nin global ticaret odağı olduğu belirtilmektedir. Ayrıca 18. Yüzyıl Sanayi Devrimi ile ilişkilendirilen birçok özelliklerin; demir-çelik üretimi, tarım, gemicilik ve askeri gelişmelerin henüz 12. Yüzyılda Çin’in ev sahipliğini yaptığı ‘’ilk endüstriyel mucize’’de görüldüğü ifade edilmektedir. Ek olarak; şehirleşme, ticaret ağları, kredi kuruluşları ve devlet kurumları alanında da Avrupa’nın çok önünde olduğu iddia edilmektedir. Bu görüşün en önemli düşünürü Hobson’dur. O, Batı’daki küreselleşmenin aracılarının Doğu olduğunu söylemektedir. (Pieters 2015, 89)
Küreselleşme üzerine kafa yoran, farklı bir şekilde yorumlayan isimlerden biri de Bauman’dır. O, küreselleşme kavramını açıklarken, öncelikli olarak evrenselleşme fikriyle zıtlığını ortaya koyar. Zygunt Bauman, evrenselleşme düşüncesinin bir düzen arayışına hizmet ettiğini belirtirken, küreselleşmenin yeni bir dünya düzensizliğine yol açtığını belirtmektedir. ‘’Küreselleşme fikrinin taşıdığı en derin anlam, dünya meselelerinin belirsiz, ele avuca sığmaz ve kendi başına buyruk doğasıdır; bir merkezin, bir kontrol masasının, bir yönetim kurulunun, bir idari büronun yokluğudur.’’ (Bauman 2010, 64) Bauman bu görüşü ortaya atarken, küreselleşme konusu hakkında yazılan yaygın görüşe karşı çıkmaktadır. Zira bu yaygın görüş, küreselleşmenin tek bir el tarafından kurgulandığı ve küreselleşmenin oraya hizmet ettiğini iddia eder. Buna karşılık Bauman, küreselleşmenin anonim bir el tarafından tamamen tesadüfi olarak gerçekleştiğini düşünmektedir: ‘’[…] evet, eylemlerimizin küresel bir etkisi olabilir, sıklıkla oluyor da; ama eylemleri küresel olarak planlamak ve yürütmek için araçlarımız olmadığı gibi, bu araçları nasıl edineceğimizi de bilmiyoruz. ‘Küreselleşme’ hepimizin ya da en azından içimizden en becerikli ve girişken olanların yapmayı istediği ya da umut ettiği şeylerle ilgili değildir. Hepimizin başına gelenlerle ilgilidir.’’ (Bauman, 65)
Bütün bu görüşlerle, küreselleşmenin ne denli muğlak ve müphem olduğu ortaya konulmuştur. Küreselleşmenin tanımı nasıl yapılırsa yapılsın ya siyasi ya iktisadi ya toplumsal ya da tarihi kısmı eksik kalacaktır. Haliyle küreselleşme hangi zamandan başlatılırsa başlatılsın benzer bir sorunla karşılaşılacaktır. Bu nedenle küreselleşme olgusunu en genel ifadeyle ele almak elzemdir. Küreselleşme; bilginin, sermayenin, teknolojinin yayılmasını ve toplumların birbirleriyle olan etkileşimini ifade etmektedir. Tarihin en eski dönemlerinden beri yukarıda bahsedilen olguların belirli ölçülerde görüldüğü aşikardır, buna karşılık belirli dönemlerde çok ciddi bir şekilde kırılmalar yaşandığı da ifade edilmelidir. Örneğin coğrafi keşif hamleleriyle Amerika’nın 1492’de keşfedilmesi, 19. Yüzyılda gerçekleşen Sanayi Devrimi ve Londra merkezli ticari bir ağın oluşumu ve nihayetinde 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve ardından SSCB’nin parçalanması. Ayrıca kırılma dönemlerinin kendisinden önce gelen ara dönemlerle desteklendiği göz ardı edilmemelidir. (Şener 2015, 14-30) Pek tabii makalenin konusu itibariyle asıl odak merkezi son küreselleşme evresidir. Bu evrenin ise neo-liberalizm ideolojisinden bağımsız şekilde düşünmenin imkânı yoktur.
- Neo-liberalizm ve Çok Uluslu Şirketler:
Son küreselleşme dalgasının ideoloji olarak müşahhaslaştığı kavram yeni sağ, yeni muhafazakarlık ya da neo-liberalizmdir. Neo-liberalizm, 19. Yüzyılın gözde ideolojilerinden olan liberalizmin bir başka aşamasıdır. 1929 Ekonomik krizinin ardından gözden düşen liberalizm yerini Keynes’in ekonomik görüşünün öncülüğünü yaptığı, refah devleti/sosyal devlet anlayışına bırakmıştır. Ancak bu görüşün ömrü uzun olmamış 1970’li yıllarda yaşanan OPEC/Petrol kriziyle birlikte neo-liberalizm düşüncesi belirmeye başlamıştır. Açık bir şekilde sermaye sınıfının ideolojisi olarak beliren neo-liberalizm, saldırgan bir sınıf egemenliği projesi olarak nitelendirilmektedir. İktidar ve zenginliğin çok küçük bir grubun elinde toplanıyor olması, neo-liberalizmin küresel şirketlerin ideolojisi olduğu tezini daha da güçlendirmektedir. (Çiftçi 2008, 5)
Neoliberalizm ideolojisinin felsefi alt yapısını Robert Nozick oluşturmuştur. Nitekim o, düşüncesini sosyal devlet anlayışının ideoloğu Rawls’ın fikirleri karşısına oturtmuştur. Nozick’e göre devletin görevi, birey haklarını korumakla sınırlıdır. Vergiler alarak, yeniden dağıtımı esas politika haline getiren devletin meşruluğu ortadan kalkar. Bireylerden alınan vergiler ya hırsızlık ya da zorla çalıştırmayla eş anlamlıdır. Bu bağlamda o Liberalist düşünceyi bir seviye atlatmıştır. Zira onun görüşlerine göre ekonomi konusunda tam bir serbestiyet getirilmelidir, hatta bu özgürlük yalnızca şu şekilde sınırlanabilir: ‘’çölde tek su kuyusu bulunuyorsa bir kişi onu sahiplenip dilediği fiyatı biçemez.’’ (Erdoğan 2001) Nozik’in felsefi-ahlaki önermesine karşılık Chigago Üniversitesi profesörleri Von Hayek ve Friedman politik ve reel bir neo-liberalist görüş ortaya koymuştur. Neticede bu kaynaklardan esinlenen neo-liberalizm Thatcher İngiltere’siyle ve Nixon ABD’siyle özdeşleşmiştir.
Kapitalist ve Marksist taraflar küreselleşmenin ideolojisinin neo-liberalizm olduğu hususunda ortak kanıya sahipken onun etkileri hususunda ayrışma gösterirler. Kapitalistlere göre küreselleşme, dolayısıyla neo-liberalizm refahın ve demokrasinin yayılmasını sağlamaktadır. Marksistlere göre ise neo-liberalizm kapitalist sermayenin dolaşımını kolaylaştırmaktan başka bir işlev görmemektedir. (Mutlu 2017, 42)
Her iki görüşü de kolaylıkla yadsımak mümkün görünmemektedir. Bilhassa demokrasi sisteminin dünya çapında küreselleşme ile birlikte niceliksel olarak artış gösterdiği gözlemlenmektedir. Ayrıca belirli oranda refahın da yaygınlaştığı bilinmektedir. Örneğin, BM İnsani Gelişme Raporuna göre, dünyamız 2015 yılına kadar, 25 yıl öncesinde aşılması imkânsız görünen zorlukların bir kısmını aştı. Dünya nüfusu bu dönemde 2 milyar artmasına, diğer bir deyişle 1990’daki 5,3 milyar düzeyinden 2015’teki 7,3 milyar düzeyine yükselmesine rağmen, 1 milyardan fazla insan aşırı yoksulluktan kurtuldu; 2,1 milyar insan daha sıhhi koşullara kavuştu ve 2,6 milyardan fazla insan daha iyi içme suyu kaynaklarına erişti. Dünya genelinde 5 yaş altı çocuk ölümleri 1990-2015 döneminde yarıdan fazla azaldı; 1.000 canlı doğum başına 91’den 43’e düştü. (İnsani Gelişme Raporu 2016, 3) Öte yandan artan bu kaynaklar çok kısıtlı bir elde sermaye olarak birikmektedir. Yine rapora göz atıldığında, dünyada varlık dağılımının en tepesindeki %1’lik kesim, dünyadaki servetin %46’sına sahiptir. (İnsani Gelişme Raporu 2016, 7) Aynı zamanda Fortune dergisinin yaptığı araştırmaya göre, en büyük 500 şirketin işlem hacmi 1998’de 11.500 milyar dolarken 2008 yılında 25.200 milyar dolara yükselmiştir. Bu dünyadaki toplam üretimin %43üne eşittir. (Beaud 2003, 424)
Yalnızca uluslararası anlamda değil her bir ülke açısında ulusal bağlamda da meseleye bakıldığında bu eşitsizlik göze çarpmaktadır. Neoliberalizmin öncü devletleri ABD ve İngiltere’de eşitsizlik daha yüksekken sosyal devlet anlayışına sahip Finlandiya’da bu oran çok daha düşük bulunmaktadır. FORBES dergisine göre ise, 2007’de 946 dolar milyarderinin serveti 3.300 milyar dolara ulaşmıştı. (Bu demek oluyor ki) eğer bu, gezegenin 1 milyar yoksuluna bölüştürülseydi, kişi başına 3.300 dolar düşecekti. Oysa uluslararası tahminlere göre, dünyanın en yoksul 1 milyarı günde 1 dolara yaşıyor. Bu rakam her birinin 3.300 gün veya 9 yıl yaşamasına yeterdi. (Beaud, 423) Bu açıdan bakıldığında küreselleşmenin özünü, küresel kapitalist bir ekonomi oluşturmaktadır. Bu yapı, uluslararası şirketlerin çıkarları ile daha yakından alakadar olurken, devletlerin toplumsal yapıyı şekillendirmedeki yetkinliğini azaltmaktadır. (Heywood 2011, 326)
Bauman da hemen hemen bu görüşü dillendirmektedir. Washington Politika Araştırma Enstitüsü’nden John Kavanagh’dan alıntılayarak: Küreselleşme aşırı zenginlerin daha hızlı para kazanmasına daha çok fırsat vermiştir. Bu bireyler, büyük miktarlarda paraları küresel çapta hareket ettirmek ve her zamankinden daha etkili bir biçimde spekülasyon yapmak için en son teknolojiyi kullanmaktadırlar. Ne yazık ki, bu teknoloji dünyanın yoksul insanlarının hayatlarını etkilemiyor. Aslında küreselleşme bir paradokstur: Çok az sayıda insana çok büyük faydalar sağlarken, dünya nüfusunun üçte ikisini dışarıda bırakır ya da kenara iter. (Bauman 2010, 76)
Bu yönleriyle çok uluslu şirketler, adeta özel, süper güçlü ve ölümsüz insanlara dönüşmüş durumdadırlar. Bu insanlar için yeterli diye bir ölçüt olmadığından aynı zamanda doyumsuzdurlar. Mekâna karşı bir bağlılıkları bulunmaması sebebiyle ucuz iş gücüne sahip yerlere çok rahat bir şekilde hareket edebilmektedirler. Zamanı 24 saate bölerek değil, saniyenin binde birine bölerek yaşamaktadırlar. (Achbar ve Bakan 1992) Dolayısıyla bu durum 19. Yüzyılın sonlarından itibaren güvencesini arttıran işçi sınıfının neoliberal süreçle birlikte daha güvensiz bir ortama savrulan prekaryaya doğru değişimini gerçekleştirmiştir.
- Prekarya:
Marx’ın ünlü özdeyişini değiştirerek şöyle söyleyebiliriz: Bütün Avrupa tarihi sınıflar arası mücadeleler tarihidir. Marx ve Engels, bütün dünya tarihi demişlerse de bu teoriyi bütün dünya tarihine uyarlamak zordur. Fakat haklı oldukları nokta şu ki, Antik dönemden itibaren Avrupa’da sınıflar arası mücadeleler hâkim olmuştur. Ne antik Yunan ne de Roma bu değerlendirmenin dışında değildir.
Onun içindir ki önce Saint Simon ve ardından onun eleştirel yorumcusu Marx ve Engels modern dönemi sınıf çatışması olgusu üzerinden okumaya çabalamışlardır. (Giddens 1999, 25-28) Gerçekten de Sanayi Devrimi sonrası Batı Avrupa’yı gözlemleyen birinin bu tür bir yoruma ulaşması gayet doğaldır. Zira taşrada zanaat sahibiyken, fabrika üretimiyle rekabet edemeyip kentlere akın eden insanların, fabrikalarda iş aramak için verdikleri mücadele; işe girenlerin çektikleri sıkıntılar, burjuva ve proletarya olmak üzere yalnızca iki tip insan olduğu yorumuna ulaşmaya gayet müsait bir ortam sunmuştur.
Ancak iki sınıfın mücadelesi, sık sık tekrar edildiği üzere, Batı Avrupa’da Marx’ın öngördüğü biçimde sonuçlanmadı. Her ne kadar Fransa’da Komün Denemeleri gerçekleştirilse de, Komünizme ulaşmak için işçilerin ayaklandığı ve burjuva kurumlarıyla yıkması söz konusu olmadı. Gerek Marx’ın takipçileri gerekse de onu eleştiren entelektüeller yıllarca bunun nedenlerini soruşturdular. Louis Althusser ve Gramsci burjuvanın iktidarda kalma stratejileri açısından meseleye yaklaştılar, Lenin’in dönek ilan ettiği Karl Kautsky ise, Marksist kuramının zannettiğinin aksine emperyalizmin Kapitalizm için son aşama olmadığını, aksine Kapitalizmin kendini başka açılardan devam ettirebileceğini öne sürdü, (Emre 2013, 49-50) Zaten Michel Beud, ufuk açıcı kitabında, kapitalizmin en büyük başarısının teknolojik kuvvetlerden destek alması ve sürekli kendini yenileyebilmesi olarak belirtmişti. (Beaud 2003) Richard Sennett’i de es geçmemek gerekir ki, o da, kapitalist sistemin Batı Avrupa’da işçi ayaklanmasına neden olmamasının sebebini toplumsal kapitalizm’de bulmuştu. Sennet’e göre önce Almanya’da Bismarck, işçilere toplumsal bir rol bahşetmişti. “Ne kadar fakir olursa olsun toplumda yerleşik bir konumu olduğunu bilen bir işçinin ayaklanması ihtimali, toplumdaki konumuna bir anlam veremeyen işçinin ayaklanması ihtimalinden daha azdı.” (Sennett 2011, 21) Kısacası meseleye sınıf odaklı bakıldığında, Batı Avrupa’da sanayileşmiş devletler, işçilere çok çeşitli güvenceler sağlayarak, onlara toplumsal roller biçerek ve en önemlisi refahlarını arttırarak, çatışma yerine uyuşma yöntemleri geliştirmişlerdi.[1]
Fakat başka açıdan bu durum, ulus olmanın gerekliklerindendi. Burjuva yahut şirketler nihayetinde bir ulusa aitti ve şirketlerin kazancı toplumun refahına doğrudan yansımaktaydı. Oysaki küreselleşme ve neoliberal süreçlerle birlikte artık şirketler, ulusa ait olmaktan çıktı. Üstelik devletlerin, toplumu koruyan zırhını da oldukça aşındırdı. İşte bunun sonucu olarak güvencesiz kalan bir sınıf, belki de anti-sınıf prekarya doğmaya başladı.
Prekarya kavramı ilk olarak Guy Standig’in 2011 yılındaki çalışmasıyla birlikte kullanılmış olsa da, ifade ettiği manayı başka şekilde anlatan birçok 20. Yüzyıl düşünürü olmuştur. David Harvey, Manuel Casteels gibi Marksist kent kuramcılarının yanı sıra, modern sosyoloji kuramcılarından Pierre Bourdiu ve Richard Sennett bunlardan biridir. Guy Standing’in kavramından etkilenerek onu takip eden düşünürler de vardır, örneğin Noam Chomsky burjuvazi-proleterya zıtlığına karşı prekarya-plutonomy zıtlığını yerleştirmiştir. Artık bir yanda toplumun merkezinde yer alan ve lüks tüketime dayalı bir sınıf olan plutonomy ve diğer yanda toplumun çevresinde kalan prekarya mevcuttur. Nihayetinde Nicolas Bourriaud prekarya kelimesinin etimolojisine giderek kavrama açıklık getirmiştir. Bourriaud’a göre kavramın temeli, Ortaçağ’da Kilise’nin kullanmak için hakkını aldığı ve kiraladığı topraklara verilen ad olan precarious’a dayanmaktadır. Aslında statüsü ve akıbeti belirsiz bir anlama atıf yapmaktadır. Onun için prekarya kavramı da, içinde bulunduğu sistemde konumu ve geleceği belirsiz kişileri tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır. (Vatansever 2013, 2-3 (Dipnot)) Aynı minvalde Ruy Braga Neto da “precarious proletariat” kavramını ortaya atmıştır. Zira çağdaş proletaryanın görünüşü budur: kapitalist üretim merkezindedir fakat oldukça güvencesiz ve belirsiz bir durumu söz konudur. (Löwy 2017)
Prekarya’nın kendini gösterdiği biçim, yeni sosyal hareketler olgusuna dayanmaktadır. Buradan bakıldığında, 1960’lı yılların ortalarından itibaren Avrupa’da, hükümetlerin ekonomik büyüme, refah dağılımı ve güvenlik gibi klasik paradigmalarla hareket etmesine karşılık yeni talepler türemeye başlamıştır. Bu kapsamda Grup gibi davranmayan fakat barışın, çevrenin ve insan haklarının korunması gibi belli temalar etrafında bir araya gelmiş topluluklar lehine hareket eden sosyoekonomik gruplar oluşmuştur. Resmi örgütlenmeleri dahi aşan, hiyerarşi kabul etmeyen ve kendisini sırf protesto hareketleri kapsamında gösteren yeni sosyal hareketler, (Offe 1999) prekaryanın doğuşunun adeta bir işareti olmuştur. Benzer şekilde, yeni sosyal hareketlerin entelektüel önderleri, prekaryanın da önderleri olmuştur: Pierre Bourdieu, Michel Foucault, Jürgen Habermas, Michael Hardt ve Tony Negri, Hannah Arendt ve Herbert Marcuse. (Standing 2011, 2)
Prekarya’nın entelektüel önderleri olması onların tam anlamıyla bir ideolojik görüşe ve homojen yapıya sahip oldukları manasına gelmemektedir. Üstelik artan çalışmalar neticesinde prekarya tipleri’nden bahsetmek dahi mümkündür. Örneğin Johanessen prekaryayı dört gruba ayırarak değerlendirmiştir. İlki, “işsiz prekarya”dır. Bunlar iyi bir eğitimden geçmiş ve görece iş deneyimine sahip olmalarına rağmen Sanayi 4.0’ın sonucu olarak yaptıkları işin robotlar yahut bilişim teknolojileri tarafından yapılıyor olmasından ötürü işlerini kaybetmişlerdir. Şirketler bu kişilerle ancak kısa dönemli sözleşmeler imzalayarak istihdam edip ardından yeniden işsiz bırakmaktadırlar. İkincisi, “düşük ücretli prekaryadır”. Bunlar da görece iyi eğitim almış gençlerden oluşur, ancak geçici işlerde az bir maaşla yetinmek durumunda kalmaktadırlar. Üniversite mezunu olmalarına rağmen, işlerinde tatmin olacakları bir maaş alamamaktadırlar bu yüzden öfkeli bir grubu oluştururlar. Üçüncü tip prekarya ise “bilgi girişimcileri” (knowledge entrepreneurs) olarak çevrilebilir. Bunlar yetenekleri sayesinde büyük şirketler tarafından kısa süreliğine danışmanlık yapmak için kiralanırlar. Görece özgür olmalarına rağmen yine ücretleri ve gelecekleri güvensizdir. Sonuncusunu “avare işçiler” (vagabond workers) oluşturur. Genellikle göçmenleri ve engellileri kapsar. Bilhassa göçmenler, her ne kadar eğitimli ve kabiliyetli işçiler olsalar da göç ettikleri ülkelerde daha farklı bir işe razı olurlar. Örneğin Suriye’de bir mühendisken Avrupa’da otelde hizmetçi olarak görev yapabilirler. Nihayetinde göç etmeyi başarabildikleri ve iş bulabildikleri için nispeten mutludurlar. Bütün bu prekarya tiplerinin ortak özellikleri geçici ve güvensiz işlerde çalışmış veya çalışıyor, geleceklerini ümitli görmüyor ve topluma gitgide yabancılaşıyor olmalarıdır. (Johanessen 2019, 4-6)
Prekaryanın sayılan tiplerine hepsine kapitalist üretime sahip hem merkez hem de periferide bulunan ülkelerde rastlamak mümkündür. Neticede küresel ekonomik sistem bütün dünyayı kuşatmıştır. Ancak her ülke görünümü birbirinden farklılık arz edebilir. Örneğin Komünist Devrim’den dahi önce Çin’de var olan ve yükselen çağdaş Çin’in ekonomisinin yeniden önemli bir parçası haline gelen prekarya, Avrupa’daki durumun aksine genellikle kaçak (informal) işgücünden oluşmaktadır. (Swider 2015, 53) Yine prekaryanın entelektüel seviyesi de bölgeden bölgeye değişmektedir. Avrupa’da Ranciere’nin öngördüğü çerçevede düşünen, tartışan, okuyan ve yazan; ressam ve şair olmanın hayalini kuran bir işçi sınıfı oluşmuştur. Ona göre bu sınıf, işçi-entelektüeller; sosyologlar, toplum mühendisleri ve burjuva entelektüelleri tarafından kendilerine çizilenden farklı bir ütopyayı yaşayarak kurar. (Vatansever 2013, 4) Guy Standing’in onları tehlikeli addetmesinin temel sebebi de zaten budur. Çünkü prekarya, kendisinin, zengin kesimlerden ve bürokratlardan entelektüel anlamda bir eksiğinin olmadığı düşüncesindedir, dolayısıyla onların işgal ettikleri makamları talep etmekte kendisini haklı görür.
Bu kapsamda ortaya çıkan prekarya protesto hareketleri 1968 yıllarına kadar geri götürülebilir. Önce Paris’te başlayıp sonrasında bütün dünyaya yayılan protesto hareketleri prekaryanın erken izlerini taşımaktadır. Daha sonra 1973 Petrol krizinin ciddi derecede etkilediği ülkelerden biri olan Brezilya’da da, bu kez tamamen otomotiv sektöründe çalışan prekaryalardan oluşan grup da, 68 Mayıs protestoları kadar olmasa da benzer bir eylemler dizisini 1973-74 yılları boyunca yapmışlardır. (Neto 2017, 153)
Ancak prekarya ile asıl özdeşleşen hareket 2001’de Milano’da patlak vermiştir. Ağırlıklı olarak öğrencilerden ve genç eylemcilerden oluşan 5000’e yakın insan “Mayıs Günleri” harekatını başlatmıştır. Temel talepleri özgürce göç edebilmek ve temel bir gelire sahip olmaktı. 2005 yılına gelindiğinde yüz binleri aşan EuroMayDay protestoları da aynı minvalde gelişti. Önce Avrupa’nın tamamını saran bu protestolar, daha sonra Japonya’ya değin sıçradı. Göçmenler, özellikle Avrupa’da, bu protestoların bir parçası haline gelmişti. Her ne kadar protesto denilse de karnaval havası daima hâkim olageldi. (Standing 2011, 2-4)
Aslına bakılırsa içerdiği kitleler göz önünde tutulduğunda Mayıs 2013’te Taksim Gezi Park’ında başlayan gösteriler de prekaryanın etkin olduğu eylemler listesinde gösterilebilir. Nitekim yukarıda ifade edildiği üzere grup gibi davranmayan barış ve çevre gibi konular üzerinden örgütlenmeye çalışan bir grubun eylemleri sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İçerisinde daha çok üniversiteli gençler barındırsa da beyaz yakalıları, sanatçıları, işsizleri ve genel olarak toplumun memnuniyetsiz kısımlarının barındırmıştır. Şüphesiz en önemli noktalardan biri de tıpkı diğer prekarya hareketleri gibi özünde kentli olan grupların bir araya gelmesiyle Gezi Olaylarının başlamış olmasıdır. (Özturan) Gezi olaylarının da pasif direnişlere sahne olması ve eylemciler tarafından karnaval havasının korunmaya çalışılması onun prekarya hareketi olduğu savını desteklemektedir.
Yine prekaryanın temel teşkil ettiği en ciddi protesto hareketi yakın dönemde Fransa’da ortaya çıktı. Öncelikle akaryakıt zamlarına tepki olarak başlayan protesto, daha sonra genel hoşnutsuzluğun ifade edildiği bir duruma dönüştü. Protestoya katılanların yüzde 13’ünü yöneticiler ve üst düzey entelektüeller oluşturmaktaydı, 17’sini orta gelirler oluştururken 27’sini işçiler ve çalışanlar oluşturmaktaydı. Sarı Yelekliler olarak ortaya çıkan bu göstericiler hem sağ hem sol düşünceye sahip kişilerden oluşmaktaydı. İki kesimi de bir araya getiren şey küreselleşmeye verilen tepkiydi. Zira örneğin Fransız menşeili olduğu bilinen Renault’un yatırımlarını Fransa dışında yapması küreselleşmenin ve neoliberalizmin getirdiği bir durumdu. Sonuçta Sarı Yeleklilerin, prekaryanın arzuları ile örtüşen istekleri yoğun olarak bulunmaktaydı: iş ve kadro güvencesi, göçmenlerin sağlıklı koşullarda barınabileceği ortamların oluşması, büyük şirketlerin yüksek vergi ödemesi buna karşılık küçük esnafların düşük vergi ödemesi suretiyle vergi adaleti sağlanması. (Çelebi 2019, 55-63)
Sonuç:
Dünya siyasi tarihi ister millet nazarında isterse de sınıf açısından değerlendirilsin, mevcut ekonomik koşullarda prekarya olarak adlandırılabilecek bir grubun varlığı aşikardır. Nitekim sınırlı doğanın sınırlı kaynaklarının git gide azalması, mevcut salgını koşullarının ve muhtemel gelecek küresel salgınların varlığının devam edecek olması, teknolojinin git gide gelişerek robotların daha işlevsel olarak kullanılmaya başlanması ve hepsinden önemlisi kapitalist ekonomik politik düzenin icabı gereği zenginlerin gelirlerinin her geçen gün artması (devletler düzeyinde de zengin devletlerin her geçen gün daha da zenginleşmesi) bunun karşısında toplumlun diğer bütün kesimlerinin yaşama zorluğu çekmesi nedeniyle prekaryanın sesi muhakkak çok daha yükselmeye başlayacaktır.
Türkiye gibi genç nüfusu yüksek ülkelerin durumu bu açıdan çok daha kırılgan olabilmektedir. Üniversiteli işsizliğin çoğalması, halihazırda iş sahibi olanların iş memnuniyetsizliğin artması ve bunun ötesinde toplumun genel mutluluk düzeyinin azalması ciddi gerginlikleri beraberinde getirme olasılığı yüksektir. Her ne kadar bu tür gerginliklerin öncüsünün bu kesimin olmayacağı değerlendirilse de toplumsal mühendislik faaliyetlerinin harekete geçireceği ilk kesim prekarya olacaktır.
Böylesi bir toplumsal ortamda Türkiye’nin ve bilhassa da Türk milliyetçilerinin en önemli görevlerinden biri gelir adaletinin sağlanması ve toplumsal gerilimin azaltılması konusunda önce bilinç sahibi olmak sonrasında da düşünsel boyutta çözümler üretmek olmalıdır. Nitekim idealize edilen yeni ekonomi modeli başarılı olması halinde ucuz işgücü olarak nitelendirilecek olan eğitimli bireylerin artışı prekarya gruplarının ya da onun ötesinde sınıfının gelişimine katkı sağlayacaktır. Ekonomi modeli başarı olmazsa bu kez ucuz işgücü dahi olamayacak genç işsizler ordusu prekaryanın bir modelini sunacaktır.
_____________________________
[1] Marksist açıdan durum böyle değildir. Marksist tarihçilere göre, Avrupa’da sosyalist bir devrimin başarıya ulaşamamasındaki sebepler şöyle sıralanabilir; devletlerin sınıf çatışmasını gizlemek için ortaya attıkları “milliyetçilik” düşüncesi, sonucunda oluşan emperyalist genişlemeyle sosyalist potansiyelin hem düşünsel hem fiziksel grup olarak parçalanması ve nihayetinde aynı amaca hizmet eden dünya savaşlarına varan ülkeler arası mücadelelerin patlak vermesi. Bir örnek için bkz. (Pauwells 2017, 21-33)
Kaynakça
The Corporation. Yöneten: Mark Achbar. Hazırlayan Mark Achbar ve Joel Bakan. 1992.
Bauman, Zygunt. Küreselleşme. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2010.
Beaud, Michel. Kapitalizmin Tarihi. Çeviren Fikret Başkaya. Ankara: Dost Kitabevi, 2003.
Cevizci, Ahmet. Felsefe Sözlüğü. İstanbul: Paradigma, 1999.
Çelebi, Işın. Şu Dünyanın Haline Bak. İstanbul: Alfa Yayınları, 2019.
Çiftçi, Oya. «YENİ SİYASET: NEOLİBERALİZM VE POSTMODERNİZMİN SİYASAL PROJESİ.» (YDÜ Sosyal Bilimler Dergisi) 1, no. 2 (Ekim 2008): 2-33.
Emre, Yunus. «Karl Kautsky ve Ultra-Emperyalizm Kuramının Düşündürdükleri: Sosyal Demokrasi ve Uluslararası İlişkiler.» Uluslararası İlişkiler 10, no. 39 (2013): 45-69.
Erdoğan, Mustafa. «Robert Nozick’in Ardından veya ”Bireylerin Hakları Vardır”.» Liberal Düşünce, 2001: 99-103.
Giddens, Anthony. İleri Toplumların Sınıf Yapısı. Çeviren Ömer Baldık. İstanbul: Birey Yayıncılık, 1999.
Hall, Stuart. «Yerel ve Küresel: Küreselleşme ve Etniklik.» Kültür, Küreselleşme ve Dünyanın Sistemi içinde, çeviren Hakan Tuncel, 19-39. New York: Macmillan, 1991.
Heywood, Andrew. Siyasi İdeolojiler. Ankara: Liberte Yayınları, 2011.
İnsani Gelişme Raporu. Uluslararası Kuruluş Raporu, New York: United Nations Development Programme, 2016.
İrmiş, Ayşe. «Küreselleşme Çarkı İçerisinde Fason Üretim ve Çin Dişlisi.» Türkiye Günlüğü, 2011: 93-121.
Johanessen, Jon-Arild. The Workplace of the Future The Fourth Industrial Revolution, the Precariat and the Death of Hierarchies. New York: Routledge, 2019.
Löwy, Michael. «Preface.» The Politics of Precariat From Populism to Lulista Hegemony içinde, yazan Ruy Braga Neto, IX-XI. Leiden: Bril Academic , 2017.
Mutlu, Ahmet. «Neoliberalizm ve Kentleşme: Dün, Bugün ve Gelecek.» Kentsel Politikalar, Uluslararası. Kıbrıs, 2017. 42-60.
Neto, Ruy Braga. The Politics of the Precariat from Populism to Lulista Hegemony. Heiden: Bril Academic, 2017.
Offe, Clauss. «Yeni Sosyal Hareketler: Kurumsal Politikanın Sınırlarının Zorlanması.» Yeni Sosyal Hareketler içinde, düzenleyen: Kenan Çayır, 53-79. İstanbul: Kaknüs Yayınları, 1999.
Özalp, Ahmet. «Küreselleşme ve Siyaset Biliminde Güncel Yaklaşımlar.» Siyaset Biliminde Kuram-Yöntem-Güncel Yaklaşımlar içinde, düzenleyen: Baran Dural, 439-461. Ankara: Paradigma Akademi Yayınları, 2013.
Özturan, Hazan. Academia. tarih yok. https://www.academia.edu/23833980/Gezi_Direni%C5%9Fi_Kent_Hakk%C4%B1_ve_Prekarya (erişildi: Ocak 10, 2022).
Pauwells, Jacques. Büyük Sınıf Savaşı 1914-1918. Çeviren Çağdaş Sümer. İstanbul: Yordam Kitap Yayınları, 2017.
Pieters, Jan Nederveen. «Şarklı Globalleşme: Geçmişi ve Bugünü.» Doğu ve Batı’nın Ötesinde Asya ve Avrupa içinde, düzenleyen: Gerard Delanty, çeviren Firdevs Bulut, 63-86. Ankara: Matbu Kitap, 2015.
Sennett, Richard. Yeni Kapitalizmin Kültürü. Çeviren Aylin Onacak. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011.
Standing, Guy. The Precariat New Dangerous Class. New York: Bloomsbury, 2011.
Swider, Sarah. Building China Informal Work and The New Precariat. Ithaca and London: ILR Press, 2015.
Vatansever, Aslı. «Prekarya Geceleri.» EUL Journal of Social Science IV., no. 2 (2013): 1-20.
www.imf.org. 27 Kasım 2017.