BİR İNANMIŞ ADAM VE ÇERKESLER
Hulusi ÜSTÜN
Adı Levi… Altmış iki yaşında bir Alman. Onunla ilk kez bir buçuk yıl önce Kafkas Vakfı’nın bahçesinde tanıştık. Yanında daha genç biriyle birlikte Vakfı ziyarete gelen konuğu karşılayacak bir büyük olmadığı için gençler onu benim yanıma getirdiler. Dış görünüşü ve fizyonomisi ilk bakışta tipik bir Çerkes’e benzeyen bu yaşlı konuğu ayağa kalkıp karşıladım. Temiz bir Çerkesçeyle selamladı beni, hal hatır sordu. Uzun bir süre yine örf gereği kim olduğunu ve ne için geldiğini sormadan sohbet ettim onunla. Çerkesçe’nin hem Adiğey, hem Kabardey lehçesini en son babaanemden duyduğum şekliyle katışıksız ve akıcı bir şekilde konuşuyordu. Hatta bizim Türkçe, Anavatandakilerin Rusça kullandığı kelimelerin bile Çerkesçelerini söylüyordu.
Nice sonra kendisine ve yanındakine ailelerini ve hangi Çerkes boyundan olduklarını sordum.
Güldü: – İkimiz de Çerkes değiliz. Ben Almanım dedi. Arkadaşım da Volga Almanı…
Bunun hayatım boyunca duyduğum en şaşırtıcı karşılık olduğu konusunda tereddütsüz yemin edebilirim. Her gün Çerkesçe konuşamayan sayısız Çerkes ile karşılaşan birisi olarak, bu dili bu derece mükemmel bilen bir başkasıyla görüşmek beni hayretlere düşürmüştü.
Dokuz yıl önce Çerkesçe öğrenmek için İsrail’e gidip çalışmalara başladığını ve Adiğe dilinin tüm lehçelerini ve edebiyat dilini bilimsel bir şekilde öğrendiğini anlattı. Çerkesçe gibi kişinin annesinden duymadığı sürece öğrenmesi ihtimali olmadığını sandığımız bir dili, bu kadar ustalıklı bir şekilde öğrenen adama ister istemez ‘Neden?’ sorusunu sorma gereği duydum. Neden Çerkesçe gibi zor ve günden güne kullananı azalan bir dili öğrenme ihtiyacı duymuştu.
– Onlara Mesih’i anlatmak için, dedi.
Ve bana bir kitap uzattı. Yeşil kapaklı, kaliteli bir kağıda basılmış kitabın üzerinde Kaberışur yazıyordu: Çerkesçe İncil… Çevirisini kendisinin yaptığını söyleyerek hediye etti bana.
***
Mesih…
Hani şu insanları barıştırmak için, onların birbirinden emin olması ve dünyanın Tanrı’nın çocukları için bir cennet haline gelmesi uğruna bir inanca göre çarmıhta can veren, bir diğer inanca göre göğe yükseltilen yüce insan. Tanıyordum onu ve seviyordum. En masum, en az anlaşılmış peygamber olduğuna inanırdım nedense. Ondan ve onun mesajından haberim vardı.
Ama onu ve onun mesajını duymak istediğim en son dil Çerkesçeydi.
Uzun süre konuştuk Levi ile. Sadece Çerkes dillerini değil, Rumca, Rusça, Almanca ve İngilizce’yi de mükemmel şekilde konuşan bu adam ve yanındaki gençle konuştukça şaşkınlığım arttı.
Birlikte yemeğe gittik. Bana Mesih hakkındaki düşüncemi sordular. Tüm içtenliğimle düşüncelerimi anlattım onlara. Bu kendileriyle ilk karşılaşmamız olmadığı için bir zenci, bir Kızılderili yada Papuan gibi yeni şeyler duymanın şaşkınlığı değildi beni sarsan.
Beni sarsan iki yüz elli yıl önce dedelerimin onlarla ilk karşılaştıklarında neler düşündüğünü şimdi daha iyi anlıyor olmaktı.
– ‘İlk görüşmemiz değil bu… daha önce de elinizde İncil ile ama muhtemelen o zaman Çerkesçe olmayan bir İncil ile memleketimize geldiniz ve bize bir yanağına tokat yediğinde diğer yanağını çevir diyen peygamberinizi, tanrınızı anlattınız. İnandığımız bir başka peygamber ve kitap olduğu için anlattıklarınızı kabul etmesek de hoş karşıladık sizi. Üzerimize düşen mihmandarlık vazifesini en iyi şekilde yerine getirmeye çalıştık. Tıpkı şimdi benim size davrandığım gibi…
Hoş her ne kadar bir başka dine ve kitaba inanıyorsak da o dinin sıkı müminleri olmayı becerememiştik bir türlü. Ne ibadet, ne de o dinin sosyal düzenlemelerini uygulamak konusunda fanatik değildik. Bildiğimizce yaşayıp gidiyorduk işte… Sizin dininiz sizin olsun, bizimki bizim. Biz örfüyle yaşayan Müslümanlarız dedik onlara.
Bu karşılık hoşa gitmedi ve bu defasında toplarla tüfeklerle girdiniz memleketimize. Sayısız askerle geldiniz, yakıp yıktınız ve attığımız her tokada karşılık bizden binlerce can aldınız. Israrlı bir şekilde sizin gibi inanmamızı telkin ettiniz.
Kabul etmedik. Kabul etmemek için yurdumuzu bırakıp dünyanın dört bir yanına dağıldık. Şimdilerde bu dağınıklığın travmasıyla kendimizi unuttuk ve tükenmek üzereyiz.
Gittiğimiz yerde de kurtulamadık sizden. Plevne, Galiçya, Çanakkale, Sarıkamış ve daha nice yaban ellerde Mesih’e inananların kurşunlarıyla toprağa düştü soydaşlarım. Baba soyum bu yüzden bir tek kişiden devam eder.
Babaannemin babası sizden kaçıp geldiği bu topraklarda yine sizin kurşununuzla öldü. Annemin ailesi sizin önünüzden diyar diyar çekildi. Gittikleri her yerde kimsesiz mezarlar bıraktılar.
Sadece bizde değil, elinizde İncil ile girdiğiniz her yerde aynı şeyler yaşandı. Hani Endülüs’ü teslim alırken Kral Abdurrahman’a Mesih’in adıyla verdiğiniz taahhüt? Hani cana dokunmayacaktınız, hani insanları yurtlarından çıkarmayacaktınız… Her şeyi alt üst etmek ve tüm Müslümanları katletmek için birkaç yıl yetmişti size.
Yine elinizde bu kitap ve dilinizde masum Mesih’inizin adı olduğu halde çıktığınız Haçlı seferleri de tarih kitaplarında yazıyor. Geçtiğiniz yerden ölüm geçti sizinle birlikte. Çocukları yediğinize inanmak istemesek de öldürdüklerinizin bilançosu ortada.
Ya koca Amerika kıtası… Papazlarınızın vaftiz ettiği, askerlerinizin öldürdüğü masum insanlar, beraberinizde getirdiğiniz tavşanların tahrip ettiği otlaklar…
Hiç eskiye gitmeye gerek yok.
Hâlâ Irak’ta Mesih adına öldürmüyor musunuz insanları? Hala çocukları sakatlamıyor musunuz?
Yurdumdan geriye kalan avuç içi kadar bir ülkeyi adı Çeçenya olan bir mezarlık haline getiren siz değil misiniz?
Ne istiyorsunuz bizden?
Ne kadar kana doymaz bir tanrı anlayışınız ne kadar iki yüzlü bir masumiyet görüşünüz var?
Sizden dünyada kaçma imkânı olmadığını biliyorum.
Bektaşi-meşrep bir adamım ama kabulünü dilediğim bir duam var: Tanrı beni öldükten sonra sizin ve Mesih’inizin olmadığı bir yerde konuşlandırsın.’ dedim onlara…
***
Anlattıklarım Levi’yi şaşırtmamıştı.
Bana İncil’i okursam bu soruların cevabını bulacağımı söyledi. Açık yürekli olduğum için Tanrı’nın benim kalbimde konuşabileceğini anlattı büyük bir olgunlukla. Mesih’i anlatan hediyelerini bırakıp gitti sonra…
İçi Çerkesçe İncil ile dolu karavanına binip Anadolu’daki Çerkes köylerini dolaşmak üzere yola çıktılar.
Ardından bakıp ‘Tanrım’ dedim kendi kendime: ‘bu gayret ve samimiyeti boşa mı çıkaracaksın?’
Aradan bir buçuk yıl geçti ve tekrar görüştük Levi ile. Arayıp buldu beni.
Bu kez Mesih’i değil, Çerkesleri konuştuk onunla. Levi bu halkın topluca yaşadığı her yeri gezip dolaşmış birisi.
İsrail’den, Ürdün’den, Suriye’den, Türkiye, Yugoslavya, Almanya ve Kafkasya’ya kadar her yeri karavanıyla gezip görmüş. Bunca uğraşıya rağmen bir tek Çerkes’i bile Hıristiyan yapamadığını söylüyor. Onların son derece dünyevi bir kültürlerinin olmasına ve kendi inançlarını da uygulama noktasında gevşek bir bağlılıkları bulunmasına rağmen hiç kimsenin dini tebliğe açık olmadığını anlatıyor.
Bu noktada Türkler, Kürtler ve Arapların din değiştirmeye daha müsait bir yapıları olduğundan dem vuruyor.
Ufacık bir halk, dağınık bir halk ama Mesih’in mesajına duvar kadar duyarsız.
Biz hâlâ ezanı ilk duyduğunda ‘mır sıt yeore yau’ (Bu ne diyor Tanrı aşkına?) diyen dedelerimiz gibiyiz.
Bildiğimizce yaşıyoruz, dilimizi kültürümüzü unutsak da hala her türü tebliğe kapalıyız.
-Neyse, Mesih’i boş ver de bizimkileri nasıl gördüğünü anlat dedim ona.
Türkiye, Levi’yi büyük bir hayal kırıklığına uğratmış. Bu ülkede Çerkesçeyi iletişim dili olarak kullanıp konuşabilen insan sayısının yirmi-otuz bin olduğunu iddia ediyor. Yazı dili olarak dile vakıf insan sayısı ise bin değil. Çünkü onun götürdüğü İncil’i herkes Japonca bir metin gibi karşılamış.
Konuşmaya başlarken milyonlardan bahseden aydınlarımızın işin ne kadar dışında olduğunu anladım bir kez daha. En azından taşralı nüfus konusunda kesin verileri var Levi’nin, çünkü aşağı yukarı tüm Çerkes köylerini gezip dolaşmış, köylerde Çerkesçe konuşan insanların istatistiğini tutmuştu. Şehirli nüfusun da bu sayının iki üç katından fazla olması ihtimali olmadığını söylüyordu.
Anayurtta da yeni kuşağın ana dili ve kültürüne ne kadar yabancılaştığı düşünüldüğünde gerçekten bu halkın bir yarını olmadığı karamsarlığına kapılıyor insan.
Öte yandan diyor ki: “Yaşamak, varlığını sürdürmek onların istemesine bağlı. Onların gayretine bağlı. Sürgün olmak bir halk için bazen daha çok avantaj olabiliyor. Sorun Çerkes halkının artık Çerkes kimliğiyle var olmak istememesinde…”
Bu da doğru…
Son on beş yirmi yılın getirdiği değişime baktığımızda Levi’ye hak vermemek mümkün değil.
Gerçekten de bu halkın dili ve kültürü artık hiçbir coğrafyada toplu olarak yaşamıyor. Fert fert Çerkeslerden bahsetmek mümkün ama bir Çerkes topluluğundan bahsetmek artık mümkün değil. En azından Türkiye için bu böyle.
Levi’nin bahsettikleri içimi acıtsa da vaki durum onu haklı çıkartıyordu.
İşte anadilde yayın hakkı verildikten sonra haftada yarım saat de olsa yapılan Çerkesçe yayından sonra TRT’nin telefonlarının neden hiç çalmadığı sorusunun cevabı burada.
Çerkes kültürüyle ilgili Türkçe basılan bir kitabın okuyucularının Çerkesler olmamasının arkasındaki sebep de bu.
Türkiye’de artık böyle bir halk var mı yok mu anlamak gerek. Varsa bu halkın varlığını sürdürmesi için ne yapılmalı? Bunlar cevabını bizim vereceğimiz sorular.
–Pekiyi dedim Levi’ye, bunca gayret ve çaba ile bu kadar zor bir dili öğrendikten sonra hiç pişman oldunuz mu? Keşke Türkçe öğrenseydim, Keşke Arapça öğrenip o halka Hıristiyanlık anlatsaydım belki birkaç kişinin göreceli olarak hidayetine vesile olabilirdim diye düşündünüz mü?
Güldü Levi: -Bu dili öğrenmemi Tanrı istedi ve bana bu dili o öğretti. Yüreğimde Tanrının sesini duydum. Bu dili öğrenmem gerektiğini söyledi bana. Bir tek kişiyi inancını değiştirmek konusunda ikna edemesem de bunu Tanrının istediğini biliyorum, dedi.
Dava adamları arasında yaşadığını sanan birisi olarak hayatım boyunca onun kadar inanmış birisiyle daha karşılaşmadığım gerçeği bir başka şok etkisi ile çarptı beni. “İşte” dedim kendi kendime: “Bizim bitkisel hayata girmiş Çerkesliğimizi korumamızı sağlayacak bilinç işte bu…”
Bu kez Rusça bir İncil verdi bana ve tekrar İncil’i okumamı tavsiye etti. ‘Söz’ dedim, ‘Okuyacağım. Hem de Çerkesçe olanı… fakat yine de şunu aklından çıkarma. Biz Çerkesler zor işe gelemeyiz. Belki de o yüzden Müslüman’ız. Bizim dinimiz namaz kılacaksın diye emretmiş, sonra Çerkesleri düşünmüş olmalı ki; Kılamadın mı ? Kaza edersin demiş…’
*Woey Levi, apxode zidingore tene kadgotıfıns?’
19.09.2005
KAYNAK: www.kafkas.org.tr