“Hars Bir Cemiyette Bozulsa Bile Ancak Münevver Sınıfta Bozulur.”
Ziya Gökalp
Kenan EROĞLU
(Ziya Gökalp konusuna devam ediyoruz.)
Ziya Gökalp konusunda ilk yazıyı yazdığımda şöyle demiştim: “Büyük mütefekkirimiz Ziya Gökalp (23 Mart 1876-25 Ekim 1924) hakkında yazı yazmak elbette kolay bir iş değil. Onu tanımak ve tanıtmak amacıyla; onun yakın çevresinde bulunmuş, onu tanımış, sohbetlerine katılmış ve onun hakkında yazı kaleme almış ilim ve fikir adamlarının yazılarından da faydalanarak bir dizi yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.”(1)
Bu konu çerçevesinde Ziya Gökalp’ı daha da yakından tanımak amacıyla yine ülkemizin yetiştirdiği önemli bir düşünürümüz olan Nurettin Şazi Kösemihal’in, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsü’nün kuruluşunun 50. Yılı münasebetiyle yapılan toplantıda yaptığı konuşmayı sizlerle paylaşıyorum.
“1964 Yılı İstanbul Üniversitesinde Sosyoloji Bölümünün Ziya Gökalp tarafından kuruluşunun 50. Yıldönümüydü. Bilindiği gibi Kürsü ilk defa 1914 yılında Ziya Gökalp’in başkanlığı altında kurulmuş ve 1964 yılında 50. Öğretim yılını tamamlamıştır. Bu münasebetle 31 Aralık 1964 tarihinde Edebiyat Fakültesi 3 A anfisinde yapılan anma töreninde konuşmacılar Ziya Gökalp ve kürsünün kuruluşu konusunda fikir ve anılarını dile getirmişlerdir.” (2)
“ZİYA GÖKALP
Nurettin Şazi Kösemihal
İmparatorluk başkenti, başlıca kültür merkezi İstanbul yüzlerce yıl doğudan gelen nice ünlü sanatçının, velinin, düşünürün, bilginin, şeyhin yüklü başlarıyla, heyecan dolu gönülleriyle beslenmiştir. Ama bütün bunlar hep doğunun: Akıldan çok sezgiye, dıştan çok içe, gerçekten çok hayale, yöntemli (metodlu) çalışmadan çok, kendiliğindenliğe (spontaneite), sezgiye eğilimli Yakındoğu uygarlığının mistik esintileriydi.
İşte, gelişme ve duraklama çağlarında İmparatorluğun beynini hep gönüllere rahatlık, gevşeklik veren bu mistik düşünüş sarmıştı. Ama 17.nci Yüzyılın sonlarında İmparatorluk birbirini kovalayan yenilgilerle sarsılmaya, çözülmeye yüz tutunca dikkatler birden Batı dünyasına çevrildi. 18 inci yüzyılda ordu, donanma, Batılılaşma yoluna girdi. 19 uncu yüzyılın ortalarına doğru Tanzimat’la bu hareket genel bir biçim aldı. Bütün sosyal kurumlara yayıldı. Ama Tanzimat Osmanlısı ne yüzyıllardan beri kanına işlemiş Yakındoğu uygarlığından sıyrılabiliyor, ne de can telaşıyla bağlandığı Batının yeniliklerinden vazgeçebiliyordu. İki uygarlığa bağlı kurumların birlikte bulunması Tanzimat’ın özelliğidir. Bu dönemde Doğu-Batı eğitimi, öğretimi, hukuku, mahkemesi, düşüncesi, zevki, İmparatorluğun yıkılışına kadar birbirine paralel olarak atbaşı beraber gitmiştir.
Yüzyılımızın başlarında aydınlarımız her türlü yeniliği Batı’dan, Batının büyük kültür merkezlerinde yetişenlerden beklerken, çok şaşırtıcı bir olayla karşılaştılar. Beklenen önder her zamanki gibi gene doğudan geliyordu. Ama bu sefer gelen, Doğunun mistik, bulanık buğulu düşünüşünü değil de Batının açık seçik, olumlu bilim düşünüşünü getiriyordu.
Yirmisine kadar Yakındoğu İslam uygarlığının en güçlü merkezlerinden birinde, Diyarbakır’da yetişen inanlı, ülkücü bir insan kalksın İstanbul’a gelsin, zamanının en seçkin düşünürlerini, ozanlarını, romancılarını, hikâyecilerini, politikacılarını etrafına toplasın, onlara sistemli olarak Batı bilimini aşılasın; onlarda ulusculuk, Türkçülük bilincini uyandırsın, daha doğrusu onlara her yönüyle Türklüğünü duyursun. Üstelik memlekette yepyeni bir bilimin, sosyolojinin kurucusu, yayıcısı olsun; İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine bundan tam elli yıl önce bir sosyoloji kürsüsü kazandırsın, bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de o sırada iktidarda olan politik partinin ideolojisini hazırlasın, iktidarın beyni olsun… Bütün bunlar aklın alacağı şeyler miydi?…
Onun kurmuş olduğu kürsünün başkanı olarak kendisine olan hayranlık duygularımı böylece bildirdikten sonra hemen belirteyim ki: Ziya Gökalp en aşağı Durkheim okuluna bağlı dünya çapındaki sosyologlar kadar orijinaldir.
Gökalp “Türk Medeniyeti Tarihi” adlı ana eserinde Türklerin İslam’dan önceki dinini, düşünüşünü, devlet örgütünü, ailesini, ekonomisini, Durkheim’in sosyoloji yöntemiyle incelemiştir.
Gerçi yapıtı bu gün birçok bakımdan eleştirilebilir. Kusurlu kaynaklara başvurduğu; olguları, belgeleri, sistemine uygulamak için zorladığı, nesnel (objektif) likten uzaklaştığı, kendince bir takım sonuçlara vardığı ileri sürülebilir. Ama hemen hatırlatalım: Tarih boyunca hangi büyük düşünür kendini bu türlü eleştirmelerden kurtarabilmiştir?
Gökalp’in en güçlü yönlerinden biri de sistemciliğidir. Bunun için de İmparatorluğun yıkılışı sırasında çatışma halinde olan çeşitli akımları uzlaştırmağa çalışan şu formülünü hatırlatmak yeter: “Türk Milletindenim, İslam Ümmetindenim, Avrupa medeniyetindenim”.
19 uncu yüzyılın sonlarında Ahmet Vefik Paşa ve Süleyman Paşa’larla dilde Türkçülük biçiminde başlayan, hızla gelişen ulusculuk akımı, Gökalp’in heyecanlı ve taşkın ulusçu ruhunda son haddine ulaşmıştı.
Gökalp’a göre Türkçülüğün üç dönemi vardır:
1- Gerçek Türkçülük, Anadolu Türkçülüğü.
2- Yakın Ülkü: Oğuzistan, Anadolu, Azerbaycan, İran, Harzem Türklerinin birleşmesiyle doğacaktır.
3- Uzak ve büyük ülkü: Turan.
Bu arada Gökalp’in ırkçılıkla hiçbir ilgisi olmadığını da belirtelim. Yazılarından aldığımız şu satırlar, onun ırkçılığa nasıl kesin bir dille karşı durduğunu gösterir: “Her kavim, ırkdaşlardan mürekkep bir heyet değil, harsdaşlardan mürekkep bir zümredir”, “… umum Türklerin teşkil ettiği hey’eti mecmuaya ırk namını vermek doğru değildir. Türkler eski zamanda müşterek bir harsa malik oldukları için, bu gün bir kavimden ibarettirler”. Ziya Gökalp’in yazılarında bu türden daha bir çok örnek bulmak mümkün…
Gökalp, hars (kültür) ve medeniyet kavramlarını da kesin olarak birbirinden ayırır. Kendisine göre: Kültür ulusaldır, Medeniyet (Uygarlık) uluslararasıdır. Kültür değer yargılarına, medeniyet (uygarlık) gerçek yargılarına dayanır. “Hars, cemiyetlerin deruni inkişafından, medeniyet ise muhtelif harsların ihtilatından husule gelir”. “Bir millette hars bulunuyorsa, harsi bir cereyan, harsi bir hareket varsa, onun neticesi olarak medeniyet de inkişafa başlar”, “Bir memlekette dini, uhrevi, milli bir aşk doğunca harsın esasını teşkil eder. Hars bir cemiyetin hissi heyecanı olarak inkişaf ettikçe medeniyet de tevessül etmektedir. Fakat medeniyet bir kere kuvvetlenince hars da zayıflamağa başlar”. “Medeniyet orta malıdır, kolayca iktisap edilir. O, taklitle de alınabilir. Ecnebi mütehassıslar da memlekete ithal edilebilir. Bunun mevcudiyeti büyük bir tehlike sayılmaz. Fakat hars böyle değildir, sun’i vesayetle doğmaz, o kendiliğinden tabii olarak doğar, hars tekâmül tarikiyle olur. Tekâmülü dâhili bir hamledir. İçten dışarıya bir inkişaftır. Bir millette hars yok sa, onu hariçten alamayız. O ısmarlanamaz… Hars bir cemiyette bozulsa bile ancak münevver sınıfta bozulur. Çünkü bunlar medeniyetle temasa gelmektedir.
Gökalp’in kültür ve uygarlık üzerine bu düşünceleri de bu gün bir çok yönden tartışma konusu olabilir.
Bundan 50-60 yıl önce sosyolojinin gözde konularından biri de birey (fert) – toplum çatışmasıydı. Bireyle toplumu karşı karşıya koyan bu görüş sosyologları o zaman bireyci, toplumcu diye iki zümreye ayırmıştı.
Gökalp, “Ben, Sen, O yok. Biz varız”, “Fert yok, Cemiyet var”, gibi formülleriyle toplumcu görüşün en aşırı taraflıları arasında yer alır.
Hemen belirtelim: Bu gün sosyoloji bu birey-toplum tartışmasını kapatmıştır. Bu gün bunlar iki ayrı varlık gibi değil de, bir ve aynı varlığın birbirini tamamlayan iki unsuru gibi görünmektedir.
Kısası bu gün Gökalp’in yapıtları, görüşleri, her büyük düşünür gibi türlü yönlerden eleştirilebilir. Ama bir insanın gerçek değeri, büyüklüğü ancak çağına oturtulduğu zaman anlaşılır.
Gökalp bundan 50 yıl önce, Batının en ileri akımlarından birini Durkheim’in “Sosyalizm” akımını memleketimize getirmekle, kendi izinde gideceklere tutulacak yolu göstermiştir.
Gökalp öleliden beri dünya yürüyor, toplumlar her alanda son hızla gelişiyor. Bu arada sosyolojinin mikrososyoloji alanında kullandığı çok yeni ve çeşitli deneyleme (experimentation) yöntem (metod) ve teknikleriyle büyük bir gelişme göstermiştir. Onun için Gökalp’in yolunda olanlar, Onun büyüklüğüne inananlar, Onun söylediklerini tekrarlamakla, gevelemekle değil, tıpkı onun gibi, Batı dünyasının bu günkü yeniliklerini memlekete getirmekle, yaymakla, Onun devamcısı olmak şerefini kazanabilirler.” (3)
Nurettin Şazi Kösemihal’in değerlendirmesini birlikte okuduk. Görüşlerinin büyük bir bölümüne katılmakla beraber, batının her şeyini almayı ve batılılar gibi olma yolunda ilerleme konusu tartışmaya açık bir konudur. 1964’lerde ülkenin durum ile bu gün 2021’lerde ülkenin durumu çok farklıdır. Ve Türk milleti kendisinin farkına varmaya başlamıştır. 1960’ların içine kapanık ülkesi olmaktan çıkmaktadır.
(Bu konuya devam edeceğiz.)
……