ZİYA GÖKALP
Kenan EROĞLU
Büyük mütefekkirimiz Ziya Gökalp (23 Mart 1876-25 Ekim 1924) hakkında yazı yazmak elbette kolay bir iş değil. Onu tanımak ve tanıtmak amacıyla; onun yakın çevresinde bulunmuş, onu tanımış, sohbetlerine katılmış ve onun hakkında yazı kaleme almış ilim ve fikir adamlarının yazılarından da faydalanarak bir dizi yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bu güne kadar onun kitaplarını okuyarak Gökalp hakkında fikirler edindik. Ben bu yazılarımda onun vefatından sonra, doğumunun 80. Yılına rastgelen 1956 yılında onu hem ülke çapında anmak ve hem de Diyarbakır’da açılması düşünülen Ziya Gökalp Müzesinin açılışını yapmak amacıyla yapılan toplantılarda arkadaşları, dostları ve ailesinden pek çok kişi onunla ilgili fikirlerini açıklamışlar bu fikirleri bir kitapta toplamışlardı. (1956)
İlk gençlik yıllarımızda, Türkçülüğün Esasları başta olmak üzere Ziya Gökalp’in pek çok eserini okumuştuk. Fakat seneler sonra Kenan Eroğlu olarak “kitapyurdu.com” adına Ziya Gökalp’in eserlerini Osmanlıca asıllarından son okumalarını yaparak günümüz Türkçesine aktarmak ta bana nasip oldu. Ziya Gökalp’in 4 kitabını ki bunlar: “Türkçülüğün Esasları”, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak”, “Türk Töresi” ve “Altın Işık” kitaplarıydı. Bu kitapların Osmanlıca asıllarından günümüz Türkçesine aktarma konusunda son okumalarını yapmıştım.
Şimdi Ziya Gökalp hakkında Fuat Köprülü’nün görüşlerine geçmeden önce onun hakkında kısaca bir açıklama yapalım:
“… Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, Türk toplumunun “çözülme” ıstırabının ve “yeniden var kılma” çabasının usta, bir o kadar da mustarip düşünürü. Batı’nın on dokuzuncu yüzyılda kurucu bilimi olarak öne çıkardığı sosyolojinin ilk talebesi ve hocası. İlk sosyoloji kürsüsünün kurucusu. Tarihsel sarmal içinde zamanın akışını ve toplumun yürüyüşünü “Türkleşmek”, “İslamlaşmak” ve “Muasırlaşmak çizgisinde okuyan, Türk Milliyetçiliğinin öncü teorisyeni. 23 Mart 1876’da Diyarbakır’da doğdu. Asıl adı Mehmet Ziya idi. Babası mahalli, resmi bir gazetede mesul müdür olan bir memurdu. Diyarbakır’da Askeri Rüştiye’yi (1890), Askeri İdadi’yi (1894) bitirdi ve aynı zamanda İslam hukukuna vakıf olan amcasından geleneksel İslam ilimlerini öğrendi. Genç yaşta şiirle ve kültürel konularla ilgilenmeye başladı. Yakınlık kurduğu Abdullah Cevdet, kendisini Avrupa’nın organizmacı sosyolojisi ve materyalist felsefesiyle (Herbert Spence, Gustave Le Bon, Ernest Haeckel ve Ludwig Buchner) tanıştırdı. (…) Ailesinin karşı çıkmasına rağmen 1895’te İstanbul’a gitti. Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisi’ne girdi ve burada İbrahim Temo ve İshak Sükuti ile ilişki kurdu.” (1)
Gökalp İttihat Terakki’nin Selanik’te bulunan merkez yönetimine de girdi. Bu arada yazılarına Diyarbakır Gazetelerinde, Genç Kalemler’de devam etti. 1912’de Ergani Madeni Sancağı’ndan Milletvekili seçildi. Türk Yurdu dergisi başta olmak üzere “Halka Doğru, İslam Mecmuası, Milli Tetebbular Mecmuası, İktisadiyat Mecmuası, İctimaiyat Mecmuası ve Yeni Mecmua’da” yazılar yayınladı.
“1923’te Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Hayati başkanlığına atanınca Ankara’ya gitti.” Kısa süren bir hastalığın ardından 25 Ekim 1924’te İstanbul’da öldü.
…
Şimdi bir başka büyük mütefekkirimiz olan Fuat Köprülü Ziya Gökalp’ı anlatıyor.
Fuat Köprülü’nün aşağıya aldığım değerlendirmesi “Cumhuriyet Gazetesi”nin 18 Mart 1928 tarihli nüshasında yayınlanmış. Gökalp hakkında bilgi edinmek ve onun hakkında araştırma yapmak isteyenler için önemli bir vesika kıymetindedir. Şimdi bu yazıyı bilgilerinize sunuyorum:
…
“Profesör M. Fuat KÖPRÜLÜ
(Z. Gökalp’ın İstanbul Darülfünunu’nda ve İlmi Neşriyat’taki yakın arkadaşı)
Teceddüt ve inkılab tarihimizin en mühim safhasını teşkil eden “Milliyetperverlik” cereyanını tedkik edecek müverrih, bu cereyanın en büyük ve en kudretli şahsiyeti olarak Ziya Gökalp’ı görmeğe mecburdur. Şüphe yok ki Türk Âleminde “milliyet-perverlik” cereyanının oldukça uzun bir mazisi, epiy kudretli mübeşşirleri vardır; bunun tevellüd ve inkişafına birçok tarihi amiller, hayati zaruretler, hatta bir takım milli felaketler şiddetle müessir olmuştur. Fakat bütün bu hakikatleri nazar-ı itibara almakla beraber, bu cereyanın içinde Ziya Gökalp’ın adeta bir mihrak teşkil ettiğini de itiraf etmeliyiz.
Yaratıcı ve toplayıcı bir kudrete malik olan bu harikulade insan, bu cereyan içindeki dağınık fikirleri ve kuvvetleri toplamış, onlardan yeni ve umumi bir terkib vücuda getirerek milli cereyanın programını ve felsefesini çizmiştir. Hayatın her şubesini ihata eden bu kadar geniş bir terkib vücuda getirebilmek için, Ziya kadar yüksek felsefi kabiliyetle mücehhez büyük bir dimağa ihtiyaç vardı: Lisan, Bedi’iyat, Hukuk, Ahlak, Din, İktisad, Terbiye meselelerini büyük bir nüfu-i-nazarla ihata ederek Türkçülüğün umumi programını ve felsefesini tesbit eden bu emsalsiz mütefekkir, bütün Türk ve İslam dünyasının ilk büyük milli “Filozof”udur.
Diyarbekir İdadisi ile Istanbul’a Baytar Mektebi’nde geçirdiği kısa bir zaman müstesna olarak, muntazam bir tahsil görmeyen ve sırf kendi say ü istidadiyle yetişen Ziya Gökalp, adeta bir ansiklopedist denecek kadar geniş ve sağlam malumata malikti. Felsefe ve İctimaiyat sahasında Avrupa ilminin elde ettiği neticeleri onun kadar etraflı bir surette bilen, Garbin ilmi usullerini onun kadar iyi kavrayan ikinci bir adamımız daha yoktur. Ulum-i İslamiy-ye’de de büyük bir ihata sahibi olduğu için, milli hayatı kendi gözleriyle görmeğe, ve Garb Dünyasıyla İslam Âleminin mütekabil vaziyetlerini tetkik ederek inhitat amillerimizi derin bir suretle anlamağa muvaffak oldu. Selanik’te “Genç Kalemler” mecmuasında münteşir eserlerinden başlayarak “Türkçülüğün Esasları” adlı son mühim eserine varıncaya kadar bütün yazılarında onun muntazam ve ahenkdar tekamül-i fıkrisini görmek kabildir. İctimaiyatta Durkheim Mektebi’nin hararetli bir müntesibi olduğunu daima itiraf etmesine rağmen, tamamiyle “nev’i-şahsına münhasır” bir mütefekkir, milli bir “Filozof”, bir “mürebbi”, bir “mürşid”di. Onu Fikhte’ye benzetenlerle hemfikirim; yalnız, Ziya’nın Türkiye’deki rolü Fikhte’nin Almanya’daki rolünden daha mühim olmuştur.
Ziya Gökalp’ı bazı cihetlerce Namık Kemal ile mukayese etmek kabildir: Türk cemiyetinin teceddüt ve inkilab yolundaki hareketinde Namık Kemal nasıl büyük bir tesir icra etmişse, Ziya da aynı suretle umumi hayat üzerinde müessir olmuştur. Namık Kemal nasıl hayatını mücadele ile geçirmiş fedakâr bir vatanperverse, Ziya da bütün mevcudiyetini “mefkûre”nin zaferine hasretmiş fedakar bir vatanperverdir. Mamafih bir mütefekkir, bir filozof olmak itibariyle. Ziya Gökalp, Namık Kemal ile mukayese edilemiyecek kadar derin ve yüksekti. Ondan başka, Namık Kemal’in tesiri yalnız Türkiye hudutları dâhiline münhasır kaldığı halde, Ziya’nın nüfuzu o hudutları geçerek Türk Âleminin başka sahalarına da yayılmıştır. Herhalde bu iki büyük adam arasında ruhi bir karabet bulunduğu muhakkaktır. Namık Kemal’in birçok şiirlerini ezbere bilen Ziya, onları daima tekrarlamakla zevk alır, gençliğinde Namık Kemal’in kuvvetli tesiri altında kaldığını anlatırdı.
Hal’den ziyade İstikbal üzerinde müessir olan bütün büyük insanlar gibi Ziya Gökalp da hayatında kuvvetli hücumlara uğradı. Bazıları hasud ve garezkar türlü türlü ithamlarda bulundular: “Dinsiz”, dediler, “deli” dediler, “dalkavuk” dediler… “Dinsiz” diyenler, halkın dini hissiyatını maddi menfaatlerine alet etmek isteyen ”din” bazirganlarıydı; “deli” diyenler, onun yüksek düşüncelerini idrak edemiyen budalalardı; “dalkavuk” diyenler, Ziya’yı kendileri gibi şahsi menafi’ peşinde koşar zanneden dalkavuklardı. Hâlbuki benim gibi Ziya’yı çok yakından tanıyanlar, onun ne yüksen bir “ahlak timsali” olduğunu pek iyi bilirler. Maddi hayat ile ferdi düşüncelerle hiç alakadar olmayan bu emsalsiz adam, bütün varlığını “mefkûre” içinde eritmişti. O yalnız “fikir adamı” olarak değil, ahlakan de yüksekliğini idrak kolay olmayan bir şahika idi! Ziya Gökalp gibi yüksek bir mütefekkir yetiştirmesi, Türk milletinin fikir sahasındaki hayat kudretine en mükni’ bir delilidir. (18 Mart 1928 tarihli Cumhuriyet gazetesi, “İlme ve medeniyete en çok hizmet eden Türk meşahiri silsilesinden: 25”)” (2)
…
Yazımızı, Prof. Dr. Amiran Kurtkan Bilgiseven’in değerlendirmesi ile bitirelim;
“Ziya Gökalp’a göre Türkçülük, Türk milletini yükseltme idealine bağlılıktır. Bu idealler uzak ve yakın olmak üzere düşünülebilir. Gölalp’a göre en yakın ülkü, Türkiyelilik ülküsüdür. Orta derecede yakın, mefkûre (yani ülkü) ise birkaç asır öncesine kadar bir aile halinde yaşayan Oğuz Türklerinin birleşmesidir. >Gökalp bunun şimdilik siyasi bir bütünleşme almayabileceğini, fakat harsça birleşmenin daha yakın mefkûremiz ve hedefimiz olması gerektiğini belirtmektedir. Türkçülüğün uzak mefkûresi ise, Turan’dır. Turan mefkûresi oğuzlardan başka, Tatarları, Kırgızları, Özbekleri, Yakutlar’ı da lisanda, edebiyatta, harsta birleştirmektir. Gökalp’a göre uzak ülkülerin hemen gerçekleşmesi beklenemez. Böyle olmakla beraber, bunun imkânsız olduğu da iddia edilemez. Bundan ötürü uzak mefkûreler, milletleri hedef sahibi yaparak, onların yaşama ve gelişme azmini kuvvetlendirirler.”(3)
…
(1) “Ziya Gökalp Felsefe Dersleri”, Ali Utku, Erdoğan Erbay, Çizgi Kitabevi, Ağustos 2006 İstanbul, Giriş bölümünden.
(2) “Doğumu’nun 80. Yıldönümü Dolayısıyla Ziya Gökalp ve Açılan Ziyagökalp Müzesi”, Diyarbakırı Tanıtma Derneği Neşriyatı Nu:3, Gökalp Külliyatı nu:4, Işıl Matbaası İstanbul 1956, S:120-121-122.
(3) Türk Sosyolojisinin 100. Yılında ZİYA GÖKALP, Türk Yurdu, Ankara 2015, s.294. (Türk Yurdu, C:16, Mart 1996, Sayı:103, s.24-29)