Kenan EROĞLU: Ziya Gökalp ve Meselelerimiz

ZİYA GÖKALP

VE MESELELERİMİZ

Kenan EROĞLU

Ziya Gökalp konusunda devam ediyoruz:

Yıl 1956 büyük düşünürümüz Ziya Gökalp’in 80. doğum yıldönümü münasebetiyle Diyarbakır’da açılması düşünülen “Ziya Gökalp Müzesi”nin açılışı da vesile edilerek yakın dostları ve onu tanıyan düşünce insanlarının onun hakkındaki düşüncelerini, Ziya Gökalp’i daha yakından tanımak amacıyla, paylaşmayı sürdürüyoruz.

Bu günkü yazımızda Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun Ziya Gökalp hakkında ulusal ölçekte yayın yapan «YENİ ISTANBUL” gazetesinin «Hadiseler-Düşünceler” sütununda yayınlanan yazısını aktarıyorum.
***

Ziya Gökalp’in  Ardından

Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu

”Diyarbakır’dan gelen ajans haberleri, kadirbilir bir Valinin gayreti ve ona yardımı münevverlerin himmeti ile birkaç seneden beri açılması beklenen “Diyarbakır-Ziya Gökalp Müzesi”nin nihayet 23 Mart 1956 da, yani mütefekkirin Diyarbakır’da doğumunun 80 inci yılı vesilesiyle açılacağını haber veriyor. Hadise her bakımdan mânalı olduğu için, muharrirlerimizin o günden çok evvel okuyucularının dikkatini çekmeleri faydalı olacaktır.

Z. Gökalp, Diyarbakır’da aslı Çermikli bir dileye mensuptur. Bütün aile çevresi, devrin fikir hayatında mevki sahibi şahsiyetlerle doludur. Idadi talebesi olan Ziya Efendi’nin talebelik devrinde Diyarbakır, muhtelif sebepler den dolayı adeta İstanbul’dan kopmuş bir parça idi. Orada imparatorluğun münevver sürgünleri, açık fikirli Devlet ve Hükümet adamları vardı. Henüz sitenin gerek Ziya’dan evvelki, gerek onun çocukluk ve ilk gençlik devrine rastlayan kültür tarihi yazılmamış ise de, bilinen dağınık malumat bor fikir vermeye yetişir. Diyarbakır, Anadolu’nun adeta bir Selanik’idir. Nihayet Ziya, 1909 da Avrupa toprağındaki asıl Selanik’e gelince burayı pek yadırgamamıştır. Hava ayni, problemler ayni. Yalnız Selanik çevresinin hususiyetleri, Ziya’nın müphem olarak hissettiği şeyleri ilmi formüllerle ve felsefi ifadelerle belirtme kabiliyetini ona aşılamıştır.

Mütefekkirimizin bu yuvarlak yıldönümü ve adına tesis edilen Müzenin açılması münasebetiyle matbuatımızda şüphesiz hayli şeyler yazılacak. Anlaşıldığına göre, başında Diyarbakır Valisi Fahrettin Akkutlu ve içinde eserleriyle tanınmış Kırzioğlu’nun bulunduğu on altı kişilik bir hey’et, Devlet adamlarından kalem sahiplerine kadar bir hayli zevatı açılış gününde Diyarbakır’a davet etmiştir. Oraya kadar gitmek, Müzenin açılışına şahid olmak, dolayısıyla 1908 den çok evvel idadide «Padişahım çok yaşa» yerine «Yaşasın millet!» nidasını ikame eden ve hesaba çekilen delikanlının beldesin de birkaç gün geçirmek bahtiyarlığını kimler yaşıyacak? Açılışın hesabına verecek röportajcılar bundan o zaman şüphesiz bahsedeceklerdir. Biz, bu sütunlarda şimdiden büyük fikir adamımızın vesilesiyle günün bir mevzuuna temas edeceğiz.

Z. Gökalp, bilindiği gibi, modern üniversite fikri’ne çok bağlı bir mütefekkirimizdir. Maamafih o, üniversite deyince, bugünlerde güzel bir makalesini okuduğumuz Prof. Dr. Tevfik Remzi Bey gibi, yalnız Edebiyat ve Fen Fakültelerini kastetmekte, diğer Fakülteleri yüksek meslek mektebi saymakta, bu iki Fakülteden de daha ziyade Edebiyat Fakültesine ehemmiyet vermektedir.

Hürriyet İnkilâbı’ndan bir sene sonra, 1909 da üniversitemizi takip eden bir Alman müsteşriki, Martin Hartmann, pek iptidaî dağınık bir tedrisat bulduğunu hikâye eder. Ayni muharrir, 1914’te yepyeni, bambaşka bir Üniversite ile karşılaştığını takdirle söyler. Bu fark, Edebiyat Fakültesi’ne Z. Gökalp’ın verdiği istikamet ve kazandırdığı şahsiyetlerden geliyor.

Filhakika, Üniversitenin bir dalı, Edebiyat Fakültesi, onun nazarında bir mukaddes mabettir. Garp medeniyetine ilâve edilecek Türk hissesini ancak bu Fakülte yaratabilir Onun için, muhtelif zamanlardaki mebusluk, nazırlık tekliflerini reddederek, Edebiyat Fakültesini bu mânada organize etmeģi, mensup olduğu siyasî partiye sırf bu gayeye matuf tedbirleri kolayca gerçekleştirebilmek için bağlı kalmayı tercih etti.

Bugünkü «Cumhuriyet” gazetesinin bulunduğu binadaki odasında onu ziyaret edenler, hep bu Fakülte işleriyle meşgul olduğunu, orada çeşitli zümrelere mensup olup, Edebiyat Fakültesinde bir Türk kültür kazanını yakma ameliyesine hizmet edecek olanlarla görüştüğünü anlatıyorlar. Bir gün Şerafeddin Efendi adlı ve Sultanîlerde Arapça tedris eden bir zâtla tanıştı. Bu zât, rastgele bir sarıklı değildi; hemen onunla anlaştı. Bir gün edebi tetkikler yapan Köprülüzâde’yi tanıdı. Bu genç muharrir, bir ilim adamı namzedliği istidadına malikti. Derhal ona bağlandı. Bir başka gün Halim Sâbit isminde Kazanlı bir Türk’le görüştü. İslâm tarihi hakkındaki bilgisine hayran kaldı, birkaç günde kırk yıllık dost oldular. Paris’ten gelmiş Necmeddin Sadık, kenarda bırakılmayacak bir elemandı. Hulâsa, birçok elemanlar ki, organizasyon içinde semereli olabilirler, aksi takdirde kaybolmağa mahkûmdurlar. Derhal işe girişen Ziya Bey, bu elemanlarla Fakülteyi takviye ederken, Fakülte içinde ve dışında bugün dahi Garp dünyasına iftiharla göstereceğimiz ilmî mecmualar kurdu ve kurulanları destekledi. İttihatçılarla yakın teması, sadece bu desteklemenin kolaylığı içindi.

Bu yaman teshir kuvveti, sarıklı Şerafeddin Efendi’yi de, Kazanlı Halim Sâbit’i de, Paris’ten yeni gelmiş Necmedidin Sadık’ı da, Selanik’ten gelmiş M. Tekinalp’ı da, Hukuk çevrelerinde onun atmosferine yaklaşmış Mustafa Şeref’leri ve Mansurzâde Sait’leri… de hep kendisine bağlıyordu.

Ayrı ayrı birbirlerinden hiç hoşlanmıyacak kimseler, onun yanında birleşince, ahenkli bir bütün oluyordu. Bu ne teshir kuvveti! Ölenler de, kalanlar da hep onu şükran ve rahmetle yâdetmektedirler. Bu âhenkli bütünden Türk kültürünün 1912-1918 ve 1919-1924 aralarında temin ettiği kazancın plånçosunu henüz yapmadık. Bir yapan bulunsa ne iyi olur.

Onun eseri olan Edebiyat Fakültesi, bugün şüphesiz daha ileri bir mevkidedir. Tesadüfen elimize geçen 1956 yılı ders rehberi, eleman itibariyle birkaç misli zengin bir müessese ile karşılaştığımızı gösteriyor. Bir doğum yıl dönümünde yapılan tezahürlerin, yazılan yazıların konusu olan şahsiyet ve onun hâtırası için ne büyük bir bahtiyarlık! Bir zamanlar dershanelerinden birine «Ziya Gökalp» adını veren Fakülte, 1934 islahatı ve 1946 muhtariyeti cereyanları arasında bu dershane levhasını kaldırdı. Yeniden mütefekkirin hakkını vermek temennisinde bulunmak acaba mümkün mü? Maamafih, İstanbul’daki Edebiyat Fakültesi’nin bu ihmali veya nisyanı, Ankara’nın Edebiyat Fakültesi yerini tutan Fakültesindeki kadirşinaslar tarafından telâfi edilmiş, 1956 ders yılına giren Dil-Tarih Fakültesinin büyük dershanelerinden biri, şimdi onun adını taşıyor. Diyarbakır’daki Müze açılarken, bu dershanede de şüphesiz mütefekkirimizin adı ve bilhassa bugünnün Türkiye’siyle alâkalı sosyal ve sosyolojik problemler yarınki Türkiye zaviyesinden ele alınacaktır. Zaten bu gibi büyük adamları, kendileri için değil, kendimiz ve kendi yarınımız için yâdetmiyor muyuz? “”

Prof. Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, «YENİ ISTANBUL”un «Hadiseler-Düşünceler” sütunu. 20 Mart 1956.

KAYNAK: Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla ZİYA GÖKALP ve açılan Ziya Gökalp Müzesi” İstanbul’daki yayınlar,
Işıl Matbaası İstanbul 1956, sayfa:77-78-79)