Galip Ağabey…
Sene bin dokuzyüz yetmişiki olsaydı…Ülkenin soğuk savaşının ortasında, sıcacık bir ümitle girmiş olsaydım üniversite imtihanlarına diye düşündüm gece boyu.
Anamın dualarıyla birleşseydi kalemimin hakkı, hasbel’kader de olsa kazanmış olsaydım Ankara’nın kurşûni grisinde, mertebesi ve akıbeti önemsiz bir yüksek okulu…
Devletin ısıtmaktan aciz, koridorları Ankara ayazıyla kardeş, banyolarından sıcak suların akmadığı, musluk kenarlarının pas – fayansların yosun tuttuğu ve pencere pervazlarının rüzigâra karşı koyamadığı bir yurtta, yedi Anadolu yetimiyle paylaşsaydım bir odayı.
Ruhi gibi…
Her sabahını, simit ile Cebeci otobüsü arasında tercih yapmak zorunda kalıp da, yarısını kuşlarla paylaşacağım susamlı bir tek simide ceplerimi boşaltacağım ve yere düşecek olan her susam tanesi için, gecesinde vicdan azaplarına gark olacağım günler yaşasaydım.
Ardından bakar iken kara dumanlı egsozların, akıp giden yolların peşinden akıp gitseydi ve cebimde olmayan paranın bir gün avuçlarımın içinde olduğu vakit hangi babasız çocuğu sevindireceğimi düşünüp, binlerce yetim başını okşasaydı hayallerim. Birden ayrılsaydı gözlerim Cebeci otobüslerinden, Ankara Kalesi surlarına takılsaydı. Bayrağın dalgalanışını izleseydim ve farkında olmadan yürümüş olsaydım onca yolu tabanıma takılan taşların açtığı deliklere inat…
Ertuğrul Dursun gibi…
Akşamları yurda döndüğüm vakit, kesik olan elektiriklerimizle inatlaşıp, yıllar geçse bile kokusunu unutamayacağım musluk suyundan demleyeceğim bir bardak çayın nezaretinde, ömrüne üç saat biçeceğim bir mumun aleviyle yarışsaydım kitaplarımın başında. Gözüme ilişseydi ismi gibi “Devlet” bir gazete… Sayfalarını karıştırırken isminle tanışık olsaydık. Sevseydim yazdıklarını… Sevseydim düşündüklerini… Sevseydim seni…
Her gecenin sabahında, cebeci otobüsleriyle bir kuru simit arasında giriştiğim ayrışmaya, kışın ortasında toprağın bağrına düşen cemre misali düşüverseydi ismin. Yolumu birkaç sokak daha uzatıp gazetemi koltuğumun altına almadan başlamasaydı günüm. Takılmasaydı gözlerim Cebeci otobüslerinin arkasına artık… Artık gözlerim Ankara Kalesi’nin surlarında dalgalanan bayrağa dalmasaydı… Senin isminin geçtiği sayfayı hususi olarak karşıma alıp, çukurlara ve taşlara takıla takıla varsaydım okuluma.
Derken günlerim elektiriksiz gecelerimi, karanlık gecelerim ise bir gazete küpürüne saklı duran gündüzlerimi kovalayıp dursaydı Galip Ağabey…
Tutsaydı yine otobüse ve simide tamah etmediğim ve seninle kelimelerin aracılığıyla sohbete daldığım bir Ankara sabahında iki kolumdan birden omzundaki apoletlerini kimlere sattığını herkesin bildiği/ama kimsenin söyleyemediği bir yüzbaşının emrindeki iki er. Yere düşseydi kitaplarım. Yere düşseydi umutlarım.. Yere düşseydi anamın duaları… Yere düşseydi iç anadolunun bu zemheri ayazında iyiliğe ve güzelliğe dair ne varsa.
Mustafa gibi…
Dinlemeseydi beni hiç kimse. Gözlerimi bağlasaydı birisi, öteki elindeki türlü işkence aletini vücudumda test ederken. Tutuştursalardı elime, yere düşen kitaplarım / yere düşen umutlarım / ve yere düşen hayallerimin yerine rengi siyah / akıbeti kırmızı bir kalem… İmzalatsalardı okutmadan. Yargılasalardı beni yargılamış ve dinlemiş ve hatta kendimi savunmuşum gibi. Düşürselerdi kör bir hapishanenin, kalleş hücrelerine.
Ayağıma bağlanan zincirden kurtulmayı hiç aklımdan bile geçirmeseydim. Önüme konulan çorbayı, yine “ilerde bir gün…” diye kuracağım hayallerde başlarını okşadığım yetimlerle yudumlasaydım.
Üşüseydim… Canım yansaydı…
Ali Bülent gibi…
Derken sen çıkıverseydin Galip Ağabey mütebessim çehrenle.
Bir Cumartesi sabahı görüştürselerdi beni seninle henüz bakır çaydanlıklara dem çökmeden.
Anlatsaydın bana davamı neden üstlendiğini. Açık bir çay içimlik süre de olsa konuşsaydık şöyle karşılıklı. Halimi sorsaydın… Hatırımı alsaydın… Zihninde gece eve gittiğin vakit, bir lahza da olsa yer edineceğimi bilseydim. Sigaranın külünü, küllüğe dökmene mani olacak kadar aklını başından alan dosyaların bir tanesinin üzerinde de benim ismim yazsaydı.
Ankara’nın diğer bir ucundan, benim gibi otobüse verecek paran olmadığı için yürüyerek geldiğin mahkemelerde, gözle de olsa konuşsaydık kalabalıkların arasında.
Ağabey deseydim usulca… Galip Ağabey…
Sonrası isterse ölüm olsaydı.
Kapatır gözlerimizi yürürdük biz de elbet ; Fikri gibi… Cevdet gibi…
…
– Kardeşin Abdullah –