KUDÜS
VE
TEO-POLİTİK TAVIR
Can Mustafa ÇEBİ
Türk milliyetçiliğinin amentüsü şöyle başlar : Tarih milletler mücadelesidir. Bu kendi milliyetçiliğimizi meşrulaştırmak için de zaruri bir ön kabuldür. Şayet tarihin bir milletlerden mücadelesinden ibaret olduğunu kabul etmez isek kendi milliyetçiliğimizin meşru zeminini de kaybetmiş oluruz. Milletlerin ve devletlerin kaderlerini coğrafyaları tayin eder. Türk milletinin Batı-Oğuz kolunun yaşadığı Anadolu adı verilen bu coğrafi alan muhtelif milliyetçiliklerin kesişim kümesidir. Yunan milliyetçiliğinin kızıl elması olan Megalo İdea ve bu ülkünün önemli bir ayağı olan Enosis bu coğrafya merkezlidir. Küçücük Ermenistan’ın Büyük Ermenistan iddiasının merkezinde bu coğrafya vardır. İsrail oğullarının, Tanrı tarafından kendilerine vaat edildiğine inandıkları alanın kuzey kısmı da yine bu coğrafyanın bir bölümünü kapsamaktadır. Henüz millet olmayı becerememiş olmalarına rağmen , millet olmak için gerekli amillerden biri olan belirli bir toprak parçası üzerindeki hakimiyet gerekliliği durumundan hareketle muhtelif etnik yapıların dahi bu coğrafyada Türk’ün hükümranlık hakkına kendi milliyetçilikleri gereği itirazları ve bu hükümranlık hakkına karşı yıkıcı eylemleri bulunmaktadır. Tarihin milletler mücadelesi olduğunun farkında olan Türk milliyetçileri de , bütün bu karşı milliyetçi istek ve hamlelere karşı reel politikte hakkın haklıdan yana değil güçlüden yana işlediğinin idrakindedir. Bu idrakle beraber Türk milliyetçileri bu coğrafyada ancak güçlü olarak , bu gücün de güncel meselelere tarihi tecrübeler ışığında günümüz şartları çerçevesinde tavırlar geliştirerek mümkün olabileceğinin farkındadır.
Küreselleşme ; ürünlerin, fikirlerin, kültürlerin ve dünya görüşlerinin alış verişinden doğan bir uluslararası bütünleşme süreci olarak tanımlanır. Küreselleşme fayda-zarar denkleminde hala üzerinde tam bir mutabakata varılamamış bir olgudur. Tanımından hareketle küreselleşme bir bütünleşme daha özelinde bir benzeşme süreci olarak ele alınmıştır. Mc Luhan’ın “Küresel Köy” tanımlaması , dünyanın iletişim imkanlarının gelişmesi ile birbirine daha çok benzeyecek topluluklar , daha özelinde milletler oluşturacağı savı yönünde önemli bir tanımlamadır. Fakat dünya küçüldükçe , yani yer küremiz özellikle teknolojik imkanların artması ile beraber küçülüp küresel bir köye doğru evrildikçe insan grupları birbirlerinin benzer yönlerinden ziyade farklı yönlerini de görmeye ve farklılıklarının daha baskın bir şekilde farkına varmaya başlamışlardır. Dilsel, dinsel, coğrafi, etnik, tarihi ve sonuçta kültürel farklılıklar birbirlerinden farklı insan gruplarının birbirlerini daha iyi tanıması ile daha görünür hale gelmiştir.
Kendi açılarından bakıldığında gerek hristiyanlar , gerek Museviler , gerek Müslümanlar Kudüs’te en çok kimin hakkı olduğu konusunda haklıdırlar. Semavi olarak kabul edilen dinlere mensup her topluluk kendi açılarından geliştirdikleri teolojik argümanlarla Kudüs’te bir hak iddia edebilirler. Tarih boyunca ettikleri gibi günümüzde de etmektedirler. Hristiyanlar için Filistin toprakları Hz. İsa’nın yaşadığı ve çarmıha gerildiği topraklardır. Yahudiler için bu hak iddiası daha barizdir. Çünkü bu topraklar onlara göre , onlara Tanrı tarafından hem vaat edilmiş hem de bahşedilmiştir. Müslümanlar için ise Kudüs’ün ilk kıble olmasının yanında Hz. Muhammed’in miraca yükseldiği yer olması sebebiyle önemi büyüktür.
Görüldüğü üzere amaçlar hiyerarşisi bağlamında Kudüs konusunda millet ve devletler için ekonomik bir çıkar ve menfaat ilk sıralarda yer almamaktadır. Bu durum Kudüs’ün siyasi statüsü ile ilgili tartışmaların farklı bir politik kavramla ifade edilmesini zaruri kılmaktadır. Bu noktada karşımıza Teo-Politik çıkmaktadır. Bugüne kadar ki siyasi tartışmalar jeo-politik merkezli olmakla beraber bu kavram ülkelerin menfaat alanlarını coğrafi eksenleri ile beraber düşünmelerini ortaya koyan bir politik anlayıştır. Bugün itibarıyla Kudüs meselesi jeo-politiğin sınırlarını aşmış ve teo-politiğin alanına girmiştir. Teo-politik en genel tanımıyla dinlerin uluslar arası arenada güç oluşturma ve bu güçten istifade etmesidir. Bu konuda ki en bariz örnek haçlı seferleri ve Vatikan merkezli Katolik kilisesidir. Yine İran Devrimi ile beraber ortaya çıkan Şii yönetimi İran için teo-politik bir tavır alış biçimidir. Rusya’nın Ortodokslar üzerinde asırlardan beri kurmak istediği hakimiyet ve hamilik, Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle son yıllarda kullanmaya çalıştığı halifelik kurumuda teo-politik düzlemde irdelenebilir.
Günümüzde teo-politiğin alanına giren en önemli teolojik kavramlardan biri de Evanjelizmdir. Evanjelizm , kabaca en Yahudi dostu hristiyan mezhebidir. Kökü Protestanlıktır. Katoliklikteki anti-semitist tutum ve davranışlar Protestanlığın bir alt kolu olan Evanjelistlikte görülmez. Hatta Evanjelist anlayışa göre kıyameti getirecek olan “Armageddon” savaşı için , bütün Yahudilerin vaat edilmiş topraklarda toplanması gerekmektedir. Bu sayede İsa Mesih yeniden zühur edecek ve Evanjelist Hristiyanlar ile Yahudiler , diğer bütün toplumlarla savaşarak cennetin krallığını kuracaklardır. Tanrı’nın Eski Ahit’teki bu emirlerini yerine getiren topluluk olarakta Evanjelistler, Armageddon savaşı sonrası kopacak kıyametle beraber cenneti hak edeceklerdir. ABD siyasetinde çok etkili olan Evanjelistlerin İsrail ve Kudüs konusundaki tahrihkar müdahale ve tavırlarının sebebi budur ve bu durum tamamen teo-politik gerekçelidir.
Hatırlatmak gerekir ki ; Evanjelist-Siyonist teo-politik amacın karşı teo-politik hamlesi Ayasofya’nın ibadete açılması değildir. Ayasofya’nın bulunduğu İstanbul şehri , ne Katolikler için ne Protestanlar için ne de Yahudiler için önem teşkil eder.Esas itibarıyla Ayasofya ve İstanbul Ortodoks Hristiyanlık için bir sembol özelliği taşır. Zuhur eden bu teo-politik savaşta Ayasofya’nın ibadete açılması Evanjelist-Siyonist ittifakın elini güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Türkiye için Kudüs meselesi teo-politiğin dayattığı şartların milliyetçi bir perspektifte ele alınması ile avantaja dönüşebilir. Din bütün milletler için çok önemli bir dinamizm unsurudur. Sosyolojik bir vaka olarak da insan topluluklarının milletleşebilmesi için din başat birleştirici öğelerdendir. Tarihi tecrübelerimiz , Türklerin teo-politik hamlelerinin aynı teolojik düzlemde bulunan topluluklar tarafından karşılık bulmadığını göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış sürecinde Haşimi soyundan gelen Arap hanedanlarının , İngilizlerle kurduğu işbirlikleri hepimizin malumudur. Bu işbirliği neticesinde yıkılan İmparatorluğumuzun üzerinde kurulan Irak Krallığında Haşimi Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal kral ilan edilirken , Ürdün de kurulan krallığın başına da Şerif Hüseyin’in diğer oğlu aynı zamanda vaktiyle Meclis-i Mebusan üyesi olarak Osmanlı’da kendisine temsil hakkı verilen Abdullah kral ilan edilmiştir. Bugün İsrail ve Kudüs meselesinden en çok etkilenen ülkelerin başında olan Ürdün kralı 2. Abdullah, adından da anlaşılacağı üzere 1. Sinin torunudur. Arap devletlerinin bayraklarındaki ağırlıklı renk olan kırmızı, siyah ,yeşil ve beyaz renkler de Haşimi hanedanlığının Türklere karşı başlatmış olduğu Arap milliyetçiliğinin tezahürünü yansıtmakla beraber ,Türkiye’nin teo-politik düzeyde elini zayıflatan sembolik bir ifade olarak göze çarpmaktadır. Arap ülkelerinin ağırlıklı olarak kullandıkları renklerden siyah olanı Abbasileri , beyaz olanı Emevileri , yeşil dört halife dönemini , kırmızı ise Endülüs’ü temsil etmek suretiyle Arapların tarihi sürecinin milliyetçi ve bütüncül bir yansımasıdır. Gerek Arapların Türk hakimiyetinde geçirdikleri asırları bir sömürge dönemi olarak görmeleri, gerek İran Şiiliğinin teo-politik çıkarlarıyla Türkiye’deki İslam anlayışının birbiriyle çelişmesi Türkiye’nin Kudüs üzerinde yapacağı uzun vadeli haklı ve meşru hamleyi milliyetçi bir çerçevede yapmayı zorunlu kılmaktadır.
Bu çerçevenin ana hattı da, Evanjelist-Siyonist ittifakı ile kurulması planlanan Büyük İsrail Devleti’nin Türkiye’nin kanla elinde tuttuğu toprakları kendi inanç dünyalarının gereği olarak istemesine karşı oluşturulacak milli müdafaa refleksidir. Türk milleti hattı müdafaa olmadığını, sathı müdafaa olduğunu , o satıhın da bütün vatan olduğunu Atatürk’ten öğrenmiştir. Vatan sathı mevhumunun içine de bütün gönül coğrafyamız girer. Kudüs’te gönül coğrafyamız içindedir ve dolayısıyla vatan satıhımızdır. Dün Osmanlı’nın güçsüzleşmesi yüzünden kayıp ettiğimiz toprakların acısı bugün hala yüreğimizdedir. Birilerinin de teolojik metinler üzerinden cennetten süresiz abonmanlık hakkı elde edebilmesi için öncelikle Türk’ün bu dünyada açacağı kanla dolu gayya kuyusuna girmesi gerekmektedir. Orda kıyametin kopması için gökten inmesi beklenen İsa Mesih varsa burada da Sina’da önünde son yalavaçın yürüdüğü Yavuz Sultan Selim’in torunları vardır. Onlar Armageddon’u istemekte ısrar ederlerse , burada da Topkapı Sarayı’ndan Liva-ül Hamd Sancağının çıkarılıp, Türk bayrağıyla beraber peygamberin övdüğü kurt sesli ordunun Megiddo Dağı’nı yerle yeksan etmesi zorunluluğu hasıl olur. Nihai harpte Kıytırık Siyon tepesinin lanetli çocuklarının, Tanrı Dağları’nın Bozkurt soylu evlatlarıyla baş edebilmesi mümkün değildir.
İşte Evanjelist-Siyonist ittifakının teo-politik hamlesine karşı , Türk’ün teo-politik tavrı budur.