Kürşat TECEL: LAİK-İSLAMCI ÇATIŞMASININ TÜRK MİLLİYETÇİLERİNE ETKİLERİ-I

LAİK-İSLAMCI ÇATIŞMASININ  TÜRK MİLLİYETÇİLERİNE ETKİLERİ-I

Kürşat TECEL

Çarlık Rusya’yı yıkan1917 Ekim devriminden hemen sonra “Mazlumlar Enternasyonali” hak ve eşitlik vaadi ile sömürgeleştirilecek yeni milletler üzerinde çalışmalarına başladı. Anadolu’da ise savaş ve işgal yorgunu millet, cepheden cepheye koşmaktan yorgun düşmüştü. Mondros ateşkes anlaşmasının imzalanması ile birlikte Payitaht’ın basireti tam olarak bağlandı…

Müstemleke olabilmenin yoğun çabası içerisinde bulunan sadaret ile bağımsızlık karakterini kaybetmeme gayreti içerisinde olan millet, metot çatışması içerisine düştüler. Bir yanda İngiliz severler, Amerikan isterler, “Devlet-ü Ali Osman’ın” adı yaşasıncılar, diğer tarafta bağımsızlığından canı pahasına vazgeçmeyecek fakir millet…

Bitap düşmüş milleti işgalci düşman kadar vuran başka bir düşman daha vardı; cehalet…

Bolşevik ihtilalcilerinin Birinci Dünya Harbi’nin kaderini değiştirerek, tarih sahnesine muzaffer çıkışı en çok Milli mücadelecilerin işine yaradı. Bolşevik devrimi, iki kutuplu dünya düzenine atılan ilk adımdı. Tatarlar, Başkurtlar, Kazaklar, Azeriler, Özbekler ve diğer Türk delegasyonu devrim içinde kalarak, mazlum milletlerin sözcüsü oldular, istikbal talep ettiler.

Amasya Tamimi ile bağımsız olduğunu deklare eden Anadolu’da da yeni bir devlet filizlenmeye başladı. Mustafa Kemal’in yol başçılığını yaptığı bağımsızlık mücadelesine, Bolşevik Rusya içerisinden destek gecikmedi. Türkmenler ve Anadolu’ya ricat etmiş biraz Boşnak, bir miktar Kafkas kökenli ve biraz da Arnavut’tan oluşan Müslüman direnişçiler, ehl-i salib karşısında Rusya’dan uzatılan stratejik yardım eline kayıtsız kalamazdı, nitekim milli mücadelenin oldukça fakir olan hali de, vakti de buna müsait değildi.

Allah’ın yardımı, milletin fedakârlıkları, Mustafa Kemal’in üstün liderlik vasıfları sayesinde Beş milyon iki yüz bin kilometre kare yüz ölçümlü devasa devletten arta kalan ile yeni bir devlet nizamı tesis edildi. Yeni devlet, savaş mağduru olarak bir yandan mütegalibe karşı tazminat devralmış, bir yandan da yeni Anayasa, yeni devlet kurumları, yeni intizam, yeni medeniyet inşası çabasına koyulmuştu. Yeni kurulan devlet, yüzyıllardır süren fakirlik ve cehalet ile de mücadele etmek zorundaydı. Atatürklü yıllar, kalkınma hamlelerinin başarıya ulaştığı yıllar olarak tarihe geçti.

Yeni devletin fakirlik ile mücadelesi; 17 Şubat’ta başlayıp 4 Mart’a kadar süren 1.İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar ile başlarken, cehalet ile mücadelesi; 1 Kasım 1924 yılına Halifeliğin kaldırılması ve laikliğin 1937 yılında Anayasa’da belirtilmesine kadar sürdü. Fakir millet fertlerinden bazıları çareyi komünizmde aramaya başladı. Kılık kıyafet düzenlemelerinden, yeni alfabeye geçiş aşamaları da cehaletle mücadelenin önemli icraatlarından bazıları olarak planlandı. Laiklik ile İslam’ın karşı tez olduğu tartışmaları Atatürk’ün ardından, İsmet Paşa’nın tek adamlığı yıllarında alevlendi.. Ne yazık ki bu karşıtlık heyecanını artırarak günümüze kadar geldi.

Laiklik; özellikle iki kesim tarafından olması gerektiğinden farklı yorumlandı, çarpıtılması için çaba gösterildi. İslamcılar, laikliğin din karşıtlığı, ateist yeni bir din olduğu propagandasına başlarken, Bolşevik artığı sosyalistler ise, Bolşevikler ile olan stratejik iş birliğinden farklı manalar çıkartıp, cehaletle savaşın sosyalist devrimle biteceğini zannetiler. Atatürk laikliği benimsediğine göre, ağır adımlarla sosyalizme geçecekti gibi halüsinasyonlar görmeye başladılar.

İslamcılar İngiliz muhipliğini üzerlerinden atamadıkları için, yerli sosyalistler de kazanılan milli mücadeleyi Rusya’ya fatura ettikleri için gerçekleri kavrayamadılar. Bundan dolayı Anadolu millicileri, kırklı yıllardan başlamak üzere yaklaşık kırk sene Rusya’nın militarize ettiği terör eylemleri ile mücadele etmek zorunda kaldı. Bolşevik yalanlarla kandırılıp devlet olmalarına müsaade edilmeyen Orta Asya Türklerinin Türk Milliyetçilerinin gündemine girmesi, Rusya’nın beşinci kol faaliyetleri neticesinde enternasyonalci komünistlerin tepkisine neden oldu. Türk Milliyetçilerini devrim önündeki en büyük engel olarak kabul edip, silahlı saldırılara başladılar.

Hızla silahlanan ve saha genişleten komünizm akımına karşı Türkiye’de beklenmedik bir milli direniş ortaya çıktı. 1940’lı yıllarda başını Nihal Atsız’ın çektiği bir gurup aydın Türk Milliyetçisi, komünizm yayılmacılığına karşı ilk aktivist eylemlere başladı. Sonraki yıllarda Alparslan Türkeş’in liderliğinde yürütülen ve destanlaşan mücadelenin motivasyon kaynağı Milli kimliği sembolize eden Milliyetçilik ile maneviyatın ve medeniyetin vazgeçilmezi İslam oldu. Bu vesileyle Sosyalist-Komünist silahlı terör akımları ile mücadele Türk Milliyetçilerinin yeni bir kimlikle tanışmasına da vesile oldu; Türk-İslam Ülkücüleri… Türk-İslam Ülküsü, bütün toplumsal hedeflere ulaşmayı vadeden “Lokman Hekim” reçetesi gibi sunuldu millete… Maneviyatsız milliyetçiliğin, faşizmi tetikleyecek olan zararlı etkilerine karşı Türk-İslam Ülküsü, Türk Milliyetçiliğini Avrupa’da esen nasyonalist rüzgarlardan sterilize etti. Irk temalı nasyonal sosyalist düşünce yerine kültürel ve kalkınma amaçlı milliyetçilik olarak, diğer bütün milletlerin milliyetçilik-ırkçılık düşünceleriyle arasına set ördü.

Manevi motivasyonun etkisinin artmasıyla birlikte laikliğe çarpık bakış açısını doğuran etmenlere karşı gerekli önlemlerin alınamaması ve siyasal İslam’ın dindarlığın yerini alması, Milliyetçiler içerisinde radikalizme yönelen İslami klikler doğurmaya başladı.

Oniki Eylül’de tutuklanan Ülkücüler içerisinden bazıları cezaevi yıllarında komünizmle mücadelelerinin hangi gerekçelere dayandığını sorgulamaya başladı. Uğruna öldükleri devletin işkencelerine maruz kalmak ve devlete sadakati devam ettirmek son derece sağlam iradeyle mümkün olabilirdi. Bir kısım Türk Milliyetçisinin laik-dinci kutuplaşmasında dincilerin safına geçmesi bu yıllarda hızlandı. Dışarıdan sokulan İran etkili matbuatlar sayesinde bazı genç milliyetçiler yeterince dindar olmadıklarını, dindarlıklarını siyasallaştıramadıklarını söylenmeye başladılar. Savaş meydanından fırsat bulup cami avlusunda avunamamanın faturası milliyetçilerin bölünmesine kadar gidecek yeni bir süreç başlattı.

Yoğun mücadele günlerinde Marksist sol tehdit, Türk Milliyetçilerinin esas tehdit algısını köreltti. Hatta en büyük tehdidin dost olabileceği yanılgısına sürükledi. Sermayesiz, sömürüsüz, istismarsız solcu terör faaliyetleri ile bir şekilde mücadele edilirdi, bunu en iyi kolluk kuvvetleri yapardı. Lakin camide başlayıp, cennette bitecek vaatler ile taraftar toplayan ticaret yapan esas tehditle mücadele nasıl yapılacaktı? Hattı zatında liberalliğin bütün sinsiliğini öğrenmiş, propaganda metodolojisini liberalizm üzerine örmüş olan bir Merkez-Sağ- Siyasal İslamcı kozmopolitan yapı ile nasıl başa çıkılacaktı? Devlet erkânının adını “irtica” koyduğu yeni tehdit algılaması dindar vatandaşa nasıl anlatılacaktı?

Atatürk’ün kurucu irade olarak giriştiği ve başardığı Laiklik hamlesini abartan askerler, ellili yıllarda başlayan ve askeri bir geleneğe dönüşen siyasete müdahale hakkına sığınarak irtica ile dini faaliyetleri birbirine karıştırdılar. Bu durum askerleri bir tespit hatasına yönelttiği gibi Siyasal-Liberal İslamcılar için aranılan bahane olma özelliğini de beraberinde getirdi. Kadeh tokuşturan her ferdin laik, namaz kılanın irticacı zannedildiği günler başladı. Siyasal İslamcıların rüyalarında göremeyecekleri uygun ortam ayaklarına kadar gelmişti. Ortamdan nemalanma fırsatı gerektiği gibi değerlendirildi.

28 Şubat, vatansever kaygılardan ziyade ideolojik laiklik gerekçesinin arkasına sığınan askerlerce gerçekleştirildi. Dindar nitelikli inanların etkin olduğu Siyaset-Cemaat-Tarikat unsurları bertaraf edilerek esas yılana yol verildi: Kürtçülerin de dahil olduğu “Liberal Konsorsiyum”

İdeolojik Laikler ile Siyasal İslamcıların kapışması, Türk Milletini laik-anti laik kutuplara ayırdığı gibi, Türk Milliyetçilerini de (istemeyerekte olsa) farklı kutuplarda taraf olmaya zorladı. Bundan sonra Türk Milliyetçileri; Kürtçü-İslamcı liberal ittifak ile İdeolojik laiklerin savaşının ortasında kaldı. Muhafazakâr Anadolu insanının bariz özelliklerini taşıyan milliyetçiler bir yanda devletin irticaya karşı mücadelesine anlayış göstermek isterken, Laikçi tutum Ülkücüleri de tehdit listesi içerisine aldı. Öte yandan sürekli olarak cuntacı laik askerleri kışkırtan İslamcıların daha fazla ezilmesine razı olunamazdı! Aslında var olan iki gayr-i milli unsurun mücadelesiydi…

Konunun bundan sonraki kısımlarında Türk Milliyetçilerinin-Ülkücülerin -Vatanseverlerin siyasette karşılaştığı dış etkenli sorunları değerlendireceğim. Yukarıda girizgâhını yaptığım süreç dış etkenlerin kısa bir özeti niteliği taşımaktadır.

Neden dış sebepler? Türk Milliyetçilerinin, Ülkücülerin Siyasette etki alanını daraltan iç sebepler gereğinden fazla gündemi işgal etmeye başladı. Dışarıda olup biten gelişmeler Ülkücü fikir adamları tarafından yeterince değerlendirilmedi ve karşılaşılan problemlere karşı net teşhis konulamadı.

Ülkücüleri aktivasyon açsından çağın gerisinde bırakan sol-sağ mücadelesinin dayandığı kaynaklar incelenmedi. Laik-Dinar çatışmasına nasıl gelindi? Bu sorunun cevabını yukarıda aradığımıza göre Sağın ve Solun toplumu kutuplaştıran yaklaşımlarını ayrı ayrı değerlendirmemiz gerekecek. Sonraki bölümde “Solun Jakoben Laisizmi” konumuz olacak…