MECLİS-İ MEŞAYİH MEVZUATI / Dr. Abdülkadir SEZGİN

Osmanlı ve Cumhuriyet’in
“MEŞAYİH  KURULU  MEVZUATI”NA  DAİR 

(Dergâhlar ve Tekkelerin Bağlı Olduğu Kurallar)

Dr. Abdülkadir SEZGİN

09.01.2016

Osmanlı döneminde çıkartılan ve Cumhuriyet döneminde de tarikatların yasaklanıp kapandığı 31 Aralık 1925 tarihine kadar uygulanan “MEŞAYİH KURULU (Dergâhlar ve Tekkeler) MEVZUATI” olarak bilinen 1 tüzük ve 8 yönetmelikten oluşan mevzuatın bu güne kadar ülkemizde gündeme gelmemiş olması aslında bilim dünyası için bir kayıp veya “ayıp” olmalıdır.

TARİKATLARI ANLAMADA MEVZUATIN ÖNEMİ

Yazımızın başlığını okuyanların “bu da nereden çıktı, “Tarikatçılık yeniden mi başlıyor?” gibi sorular soracaklarını görür gibi oluyorum.

Osmanlı döneminde çıkartılan ve Cumhuriyet döneminde de tarikatların yasaklanıp kapandığı 31 Aralık 1925 tarihine kadar uygulanan “MEŞAYİH KURULU (Dergâhlar ve Tekkeler) MEVZUATI”[1] olarak bilinen 1 tüzük ve 8 yönetmelikten oluşan mevzuatın bu güne kadar ülkemizde gündeme gelmemiş olması aslında bilim dünyası için bir kayıp veya “ayıp” olmalıdır.

Çok partili hayata geçtiğimiz tarihten itibaren, hukuken “yasak” ve fiilen “serbest” olan tarikatlar hakkındaki zihin karışıklığı artarak devam ediyor.

Hatta o kadar ki, pek çok sosyal bilimcinin yaptığı bilimsel araştırmalarda, din ile mezhepmezhep ile tarikat karıştırılarak bunların hepsinin bir birinin dengi veya aynısı olduğu kabul edilerek yazılar yazıldığına tanık olmaya devam ediyoruz.

Her ne kadar Arapça olan “Şeriat, Mezhep, Tarikat” kelimeleri “Yol” anlamına geliyorlar ise de, bu yolların “sokakcaddebulvar” şeklinde de olsa bir birinden farklı olduğu hiç mi hiç düşünülmemektedir.

Devlet adamları, siyasetçiler, basın mensupları ve pek çok aydın da bu hataya düşmekte, Hacıbektaş Veli Yolu’nun ilk ve tarım toplumu olan köylüler için düzenlenmiş ve adına KIZILBAŞ kelimesi ile ifade edilen yoluna son 30 – 35 yıldır, “ALEVİLİK” diyoruz. İşte bu yola mensup kişilerden bahsedenler genel olarak İran Şiiliğin Caferi mezhebi zannetmeleri son derece büyük bir bilgi ve kültür eksikliğine işaret ediyor.

Bu sebeple de tarikat veya tarikatçı kelimelerini işiten bazı aydınların, Cumhuriyet ve Cumhuriyet kazanımlarının aleyhine olan bir muhalif örgüt gibi algılamalarını da hatırlamalıyız.

Çok partili demokrasiye filen ve hukuken geçtiğimiz 1950 yılında, örnek model olarak aldığımız “Parlementer demokrasi”nin olmazsa olmaz iki koşulu vardı:

  1. Eğitimli toplum
  2. Örgütlü (siviltoplum

Ne yazıktır ki, ülkemizde her ikisi de yoktu.

İşte bu dönemde yasaklı ve baskı altıdaki tarikatlar “örgütlü sivil toplum” rolünü kaparak, siyasetle ortak faaliyetlere başlamış oldular.

Bu ortaklığın son derece kötü bir şekilde hala devam ettiğini de biliyoruz.

Bu durum “demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti[2] ilkesiyle ne kadar uyumluydu, diye gereği kadar sorgulamadığımız gibi, bu illegal durumun tarikatlara ve tarikatçıların elde etmek istedikleri “insan-ı kâmilyetiştirme” amaçlarını da unutmalarına sebep oldu, diyecek kadar bir eğri noktaya gittiğini toplum yakından izlemektedir.

Sosyal yapı içindeki bu örgütlenmelerden rahatsız olanların ise, “dinci, tarikatçı, … “..düşmanı”… gibi eleştirileri zaman zaman çok ileri noktalara kadar götürüldü.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte meydana çıkan sosyo-kültürel tartışmalar arasında önemli bir yer tutan “Alevilik” meselesinin “önemli bir mesele” olarak gündeme oturmasıyla da “Alevi Mezhebi” tabirinin ortaya çıkmasına da tanık olduk.

İslam dünyasında bu isimde, yani  “Alevi” veya “Alevilik” adında “itikadî” veya “amelî” bir mezhep bulunmamaktadır.  Böyle bir mezhebe mensup bir tek insan da gösterilemez.

Alevi” kelimesi Türkiye dışındaki İslam ülkelerinin tamamına yakınında, “Evlad-ı Ali” anlamında kullanılmaktadır. Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetin ilk 40 -50 yılında bizde de aynı anlamda kullanılmaktaydı.

Osmanlı topraklarında Hacı Bektaş Dervişi köylülere, yaygın olarak “Kızılbaş” denirken özelde Türkmen boy adlarıyla anıldıkları da olurdu: Çepni, Barak, Türkmen, Tahtacı, Sırac, Abdal kelimeleri bunlardandır.

Alevi kelimesi günümüzde “Kızılbaş” anlamında yani “Hacı Bektaş bağlısı Köylü” anlamında kullanılmaya başlandı.

Alevi Mezhebi”  şeklinde kullanılmasını iki şekilde izah etmek mümkündür:

  1. Tarikatların ve “677 Tekke ve zaviyelerle türbelerin seddine ve türbedarlıklar ile bir takım unvanların men ve ilgasına dair kanun” la “şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, “ gibi tarikatlarla ilgili deyimlerin yasaklanmış olması,
  2. Şii Mezheplerden olan Caferilik kelimesinin Aleviliğe (Kızılbaşlık) giriş töreni olan “İkrar Âyini”nde, “Allah’ın kulu, Hz. Muhammed’in ümmeti ve İmam-ı Cafer’in mezhebindenim…” şeklinde bir cümlenin bulunmasıdır.

Aslında bu cümlenin tarikata giriş töreninde söylenmiş olması, “tarikat yolu olarak İmam-i Cafer’in adının anılması, Alevilerin de Caferi Mezhebinden olduğu ve daha da ileri gidilerek Caferilerin de Alevi olduklarıgibi bir zihin karışıklığına sebep olması…

İran, Irak, Suudi Arabistan, Suriye, Lübnan, yemen, Türkiye ve Azerbaycan gibi pek çok ülkede var olan Şiilik olarak bilinen İslam Mezhebi’ne bağlı Caferi Mezhebi ile Osmanlı hinterlandında var oldukları bilinen; Türkiye merkez olmak üzere, Balkan ülkeleri, Suriye, Irak, Suudi Arabistan’da yaşadıklarını bildiğimiz Kızılbaş (Alevi) olanlarla, Bektaşilerin alakasının bulunmadığını hatırlamadık.

Bu zihin karışıklığı ülkemizde ki faaliyetlerini artıran İranlı Şii-Caferi telkin ve tebliğlerini artırmıştır.

Ülke genelinde artan Şiilere mahsus Camilerin, hiç Şii vatandaşımızın yaşamadığı Adana ve Çorum’dan Adıyaman’a kadar pek çok yere yapılmış olması başka ne ile açıklanabilir?

Bu mevzuatın yeni harflerimizle ve günümüz Türkçesi ile neşri öncelikle bu gibi temel yanlışlıkların anlaşılmasına katkıda bulunacak ve aydınlarımız başta olmak üzere halkımızın tarikatların mezhep olmadıkları gerçeğini daha kolay anlayacakları düşüncesindeyiz.

Ayrıca aşağıda maddeler halinde ifade etmeye çalışacağımız şekilde diğer bazı yanlış anlamaların da doğrularının görülmesini sağlayacağı düşünülmüştür.

Günümüzdeki tarikatçılar ve tarikatçıları eleştirenlerin önemli kısmı “tarikatlar şeriata ait bir iştir, elbette şeriat kurallarına göre işlerler” şeklinde düşünüyor olmasıdır.

İşin öyle olmadığı, bu yazıyı takiben yayınlayacağımız bu mevzuat okununca daha iyi anlaşılacaktır.

Tarikatlar, tarihleri boyunca, bulundukları toplum içinde, “siyaset dışı, yaygın eğitim kurumu” olarak hizmet vermişlerdir. Eski deyimle tek amaçları, “İnsan-ı Kâmil” (olgun insan) yetiştirmekti.

Yani bütün tarikatların bir tek amacı vardır ve bulundukları toplum içinde, olgun ve “dosdoğru insanlar” yetiştirmektir.

Bunun da asgari sınırı “yalan söylemeyen, haram yemeyen, başkasının hakkına saygılı ve kendi hakkına da razı, ahlaksız davranışı olmayan insan” demekti.

Bugün kaybettiğimiz ve özlediğimiz de bu eğitim değil midir?

TARİKATLAR – YABANCILAR VE MEVZUAT

Osmanlı yıkılırken, bölünüp parçalanmayı hızlandırmak maksadıyla ve çoğunlukla İngiliz servislerince işgal edilmiş tarikatların[3], bu işgalden kurtarılması ve kendi geleneğine uygun bir çalışma yapmalarını temin amacı ile bu mevzuat çıkartılmış olduğu da düşünülebilir.

Bu güne kadar da bilim kuruluşları ile din kurumu tarafından hiç hatırlanmamış olan Osmanlı “Meşayih Kurulu (Dergâh ve Tekke) Mevzuatı”, devletin tarikatlar konusundaki temel anlayışını göstermiş olması yanında, aynı kurallara bağlı olarak hizmet veren tarikatların kendi mensuplarınca “özyönetim” metodu ile nasıl idare edilebildiğini de gösterir.

Biz de bu gerçeğin anlaşılmasını daha kolaylaştıracağı amacıyla da bu mevzuatı günümüz Türkçesi ile aktarmayı düşündük.

Bu mevzuat – bir tüzük ve sekiz yönetmelikten ibarettir– incelendiğinde görülecektir ki, “dinin iç mimarisi” diyebileceğimiz tasavvufun uygulama alanı olan tarikatlar, “kişiyi Hakka yaklaştıran bir nefis terbiyesini” aynı zamanda toplumsal bir amaçla, “yaygın eğitim”  yoluyla dergâh, tekke ve zaviyelerde insan ilişkilerini de yüceltmek için gayret ederdi.

Bunun için de, uyguladığı kurallar ve çalışma düzenini din/şeriat kuralları ile değil, dünyevî kurallarla; akıl ve çağın ihtiyaçlarını dikkate alarak yaparlardı.

Bu, kamu düzeni için aklı ve dünyevi kaideleri esas almış ve telkin etmiş bir din için de olması gerekendi.

Dergâh, tekke ve zaviyelerde cemaatle namaza izin verilmezdi. Bu sebeple de dergâh, tekke ve zaviyenin yakınında mescit bulunurdu. Yanında mescidi olmayan dergâh veya teke yoktu.

Bu mekânlarda kimseye, namaz vakti geldi, namazını kıldın mı, “haydin namaza” gibi hiç telkin yapılmazdı. Cemaatle namaz kılmak isteyenler mescide gider veya dergâhta kimse olmayan bir köşede namaz tek başına edâ edilebilirdi.

Ancak yemek zamanı mutlaka herkese haber verilir, hastalar, istirahat edenler, göreve gitmiş olanlar aranarak sofraya davet edilir; erişilemeyenlerin yemekleri ayrılırdı.

Namazla yemek arasındaki bu fark sorulduğunda da:

“ – Namaz insanın Allaha karşı sorumluluğudur, biz ona karışmayız”, denilirken, yemek içinse, “eğer yemeğini vaktinde yemesini sağlamazsak zayıf düşebilir, hastalanabilir, o zaman da başımıza yeni işler çıkar” türü cevaplar verilirdi.

Bu çalışma, özellikle aydınlarımızın din, şeriat, tarikat gibi konularda bilgi eksikliğinin ne kadar fazla olduğunu göstermesi bakımından da orijinal bir çalışma sayılabilir.

Hatta yer sofrasında, tek kaptan yemek yemeyi ibadet zanneden ve böyle yaparsa, daha çok Müslüman olacağı düşüncesinde olan din adamı ve/ya ilahiyatçılar için de şok tesiri yapabilir.

Ayrıca, tarikatların siyaset ve ticaretle (gayri meşru)  evliliklerinden    doğmuş olan günümüz problemlerinin çözülmesinde de örnek model olarak yardımcı olabilecektir.

ŞEYHLER MECLİSİ  (Şeyhler  Kurulu) 

Şeyhülislamlığa bağlı bir kurum olarak 1868 yılında kurulmuş olan “Meclis-i Meşayih” (Şeyhler Meclisi/Kurulu) dergâh, tekke ve zaviyelerin bağlı oldukları “tarikatın kendi usulleri ”ne göre idare edilmelerini temin ve şeyhliklere, cahil, eğitimsiz, sıradan insanların gelmesi yerine, ilim ve fazilet erbabı aydın insanların gelmesini temin ve daha rahat çalışma yapabilmeleri maksadıyla 5 mart 1334 tarihli kanunla üye sayısı yediye çıkartılmıştır[4].

Meclis-i Meşayih son haliyle bir başkan ve altı üyeden oluşuyordu. Merkezi İstanbul’da bulunan tarikatların birinci adamları ile merkezi Hacıbektaş ilçesinde bulunan Bektaşi Tarikatı adına da, –ulaşım güçlüğü sebebiyle– Şahkulu Sultan Dergâhı Postnişini,  “Bektaşi Dergâhı Postnişin Vekili” sıfatıyla meclisin yedi üyesinden birisiydi.

İşin bir başka tarafı da şehirli olan Bektaşiliğin Piri konumundaki “Dedebaba”ların bir kısmı Şahkulu Dergâhı’nda otururlardı. Onların ikametlerinin İstanbul olduğu zamanlarda Bektaşileri “Dedebaba” temsil ederdi.

Doğrusu Osmanlı tekke mevzuatı denilince, bu çalışma dışında kalmış birkaç yönetmelikle burada adı geçmeyen birkaç genelge daha mevcuttur. Onlar bu çalışmamızda yer almamıştır.

Bu neşrettiğimiz mevzuat içinde yer almayan, bir başka yönetmeliğe göre, tarikatlarda şeyhlerin, dervişlerin kaydının yapıldığı ayrı ayrı defterlerin tutulması, dervişlerin, şeyhlerinin mühür ve imzasını taşıyan kimlik bulundurmaları yanında, güvenlikmaliye ve din denetimlerinden bahseden yönetmelikler olduğunu da hatırlatmak istiyoruz. İnşallah, bu çalışma diğer yönetmeliklerle birlikte kitaplaşacaktır.

Tarikatlarla ilgili yasağın da kaldırılması, Avrupa Parlamentosu ve AB’nin ülkemizde din hürriyeti olmadığına dair raporları ve demokratikleşme talepleri sebebiyle de olsa, düşünülecek olursa, tarikatların serbest bırakılması, onların başıboş hale getirilmesi anlamına gelmemelidir.

Anılan mevzuat modeli incelenerek, benzer bir düzenleme ile tarikatların Diyanet İşleri Başkanlığı’nda oluşacak bir kurula bağlı olarak serbest bırakılabileceği, bu gelişmenin ülkemiz demokrasisine, kültürüne ve halk eğitimine ciddi katkı sağlayacağı kanaatini taşıyoruz.

Bu sistemin tarikatların 677 sayılı kanunla kaldırıldığı tarih olan 1925 yılı sonuna kadar uygulanmış olduğunu, yani bu mevzuatın iki yıla yakın bir süre Türkiye Cumhuriyeti’nin de mevzuatı arasında bulunduğunu da kaydetmek istiyoruz.

 

İLAHİYAT FAKÜLTELERİ VE DİN KURUMU

Üniversitelerimizin, İnkılap Tarihi Enstitüleri’nde, özellikle de İlahiyat fakültelerinde ve “Tasavvuf Tarihi” biliminde bu alanla fiili hiçbir çalışmaya şahit olamıyoruz. Ayrıca, “Ceride-i ilmiye” ve “Ceride-i Sofiye” haklarında bibliyografik çalışma bile yapılmamış olmasını üzüntü ile karşılıyoruz.

Bize göre bu işin asıl rahatsız edici yönü, günümüz din kurumunun kendisini ilgilendiren bu konulara hiç mi hiç ilgi duymamasıdır.

Hâlbuki günümüzde; dinle ilgili sorunlar başta olmak üzere, sosyal ve kültürel sorunlar ile siyasi sorunların da temelini oluşturan ve dünyevi (seculer), laik anlayışın yerleşmesinde son derece önemli olan, geçmişin bu konudaki tecrübesinden ve uygulamalarından yararlanmak amacı ile de olsa bu çalışmalar yapılmalıydı.

Türk devletlerinden hiç birisi, özellikle de Selçuklu ve Osmanlı, hiçbir zaman teokratik (theocratic) devlet olmamış ve teokrasi (theocracy) ile yönetilmemiştir. Bunun bilinmesi gerekir.

Teokratik devlet, Vatikan örneğinde olduğu gibi, “Tanrının devleti”dir ve “Tanrı adına din adamlarının yönettiği devlet”tir.

Hanedanla yönetilen devletlerde hiçbir zaman yönetim Tanrı adına olmaz; hanedan adına olur.

Türk devletlerinde kanunlar öncelikle kamu yararı içindi. Düzenlemeler de örfe göre yapılırdı. Bu bakımdan Osmanlı için “şeriat devleti değil, örfî devlet” diyenler doğruyu tespit edenlerdir[5].

Osmanlı bu konuda öyle hassastı ki, dine ait yönetmelikler bile devlet işlerine ait “ceride-i resmiye” (resmi gazete)de değil, Şeyhülislamlığın çıkardığı “ceride-i ilmiye” de yayımlanırdı.

Bu bakımdan devletin resmen laikliği (dünyevi devlet uygulamaları) hukukunu kabul ettiği Cumhuriyet dönemi “din yönetimi”, bu eski ve şerefli geçmişten yararlanmalı ve siyaset dışında kalmayı başarmalıydı…

Bu yapılmadı. Yapılmadığı için de problemler katlanarak arttı.

 

GÜNÜMÜZ TARİKATLARI VE SİYASET İLİŞKİLERİ

Bizi bu çalışmayı yapmaya sevkeden sebep, günümüz tarikatlarının siyasetle iç içe oluşları karşısında, dün tarikatlar resmen açık olduğunda bunların durumları, çalışmaları, eğitimleri, hizmetleri ne idi, bu gün nedir, sorularına cevap bulmaktır.

Günümüzde, sosyal yapıyı ve sosyal gelişmeyi olumsuz etkileyecek kadar etkili; gerçekten ticaretle, siyasetle ve siyasi partilerle ayrılmaz ortaklıklar kurmuş tarikatların resmen kapalı olmalarına karşılık, meydana getirdikleri fiili durum son derece şaşırtıcıdır.

                1925 yılında 677 sayılı kanunla kapatılmış tarikatların –nerede ise– tamamı aynı isimlerle faaliyet göstermekte; her hangi bir denetime ve kurala bağlı olmadıkları için de alabildiğince aslından kopmuş, bozulmuş bir yapı göstermektedirler. Bunun hatırlanması gerekir.

Kuran okumayı bilmeyen, dinden habersiz, çağdaş bilim ve gelişmeyi farkedememiş, bidat ve hurafelerle dervişlerini oyalayan ve onların hediye ve sadakaları ile geçinen, hediye veya sadaka diyorsak, üç beş kuruşluk hediye veya sadaka değil, Mercedes marka otomobiller, evler, yalılar gibi hediye ve sadakalarla geçinen tarikat ve şeyhler her tarafı doldurdular.

             Tam anlamıyla siyaset dışı kurumlar olması gereken tarikatlar, nerede ise, laikliği tehdit edecek kadar, ya da ülkenin laik olmadığı imajını verecek ölçüde meydanda; hem din, hem de siyaset alanında görünmektedir. Ticaretteki görüntüleri de bu işin faizi sayılabilir.

                Tasavvuf ve tarikat bilgileri yeterli olmasa da, yeterinden fazla siyaset bilen ve bütün partileri peşlerinden koşturan, hatta her seçim öncesinde olduğu gibi, bütün partilere 3 gün, 5 gün süre tanımak gibi lütufkâr(!) davranarak tehdit eden tarikatçılar bile bulunduğunu biliyoruz.

                Tarikatçılardan bir kısmının basın toplantıları düzenleyerek, “şu partiye oy vermeyeceğiz, bu partiye vereceğiz” biçimindeki açıklamaları din – siyaset karışması, dinî siyasete alet etmek değilse, bize göre bu suçu oluşturacak fiilden bahsedilemez.

Her partinin tarikatı, ya da her tarikatın partisi bulunur halde bir gerçeği yaşadığımızı herkes kabul ediyor ve herkesin ortaklaşa kabul ettiği bir hakikat olarak “bizim tarikat iyidir” kuralı geçerli sayılıyor.

Cumhurbaşkanı Merhum Özal’ın “Nakşi” olduğunu bilmeyen yoktu. Valisi, Emniyet Müdürü, Bakanı, Başbakanı, bürokratı, askeri, sivili bu kadar insanın tarikatçı olduğu; parti başkanlarının hatta başbakan ve Cumhurbaşkanlarının şeyhleri ziyaret edip el öptükleri bir ortam içinde geçen zaman dilimi videoları günümüzde de bulunuyor.

Buna karşılık, tarikat mensubu olarak bakanlık yapmış bir takım eski siyasetçiler bile TV programlarına çıkıp, “bizimki tarikat değil, bizim büyüğümüz akıllı ve ileri görüşlü olduğundan bize rehberlik ediyor” gibi gayri ciddi beyanlarda bulunmayı ihmal etmediler.

Özellikle Alevi/ Bektaşilerin, tarikat olmadıklarını söylerken anlatılanlar, “Alevi İslam (?)”dan, “Şamanizm”e varıncaya kadar uzayan bir yığın yanlışlar yumağı gibidir.

TARİKATÇILIĞIN YASAK OLDUĞU ÜLKELER

İşin gerçeği dünyada tarikatların yasak olduğu üç ülke vardı: Sovyetler Birliği, Suudi Arabistan ve Türkiye.
Şimdi Suudi Arabistan ve Türkiye var.

Suudiler, Selefilik / Vehhabilik sebebiyle tasavvufa ve tarikatlara hoş bakmıyor, onun için yasak. Vehhabilik hareketi, öteki adı ile “Selefilik”in çıkışında iki önemli etken vardı, bunlardan biri Türk düşmanlığı, ikincisi de  “Ehlibeyt” ve tasavvuf düşmanlığı” idi[6].

2001 yılındaki “Körfez harekatı” sonrasında Suudi Hükümeti biraz özgürlükçü açılımlar yapmaya başlamış ve Vakıflar kurularak, dergâhların çalışmalarına izin vermiş görünüyor. Nitekim Mekke’de farklı yıllarda katıldığımız dergâhlarda “Zikir” ve “Mevlid” okunan toplantılara katıldık.

Ülkemizde ise, 1925 şartlarında,  tarikatların kapatılmasını tarikat şeyhleri de istemişlerdi. Hatta tarikatlardaki deformasyon o kadar ileri gitmişti ki, İstanbul’un o dönemin büyük Nakşi şeyhlerinden Abdülhakim Arvasi’nin bu konudaki bir mahkeme sebebiyle:

“- Gerçek tarikatlar, kendilerini çoktan kapattılar, devletin yaptığı boş mekânları mühürlemek olmuştur” şeklindeki beyanı, yapılan işin ne kadar yerinde olduğunu göstermesi bakımından fevkalade önemlidir.

Şimdilerde ise, tarikatçıların siyasetçilerle birlikte meydana getirdikleri fiili durum, bunları devletin gözetim ve denetimi altına almayı zorunlu kılmaktadır.

Aksi takdirde, sosyal, kültürel, siyasal ve dinî hayatımızın aslı ile irtibatlarının kalıp kalmadığı tartışılacak boyuttaki tarikatların baskısından kurtarmak ve çağın gereklerine uygun çalışmaları yapmak imkânı kalmayabilir.

Denilebilir ki, hem toplumsal hayatın, hem de devletin şu an bulunduğu olumsuz baskıdan kurtarılabilmesinin tek çıkar yolu, tarikatları ait olduğu siyaset dışı alana çekmek ve devletin gözetim ve denetimi altına alarak, en fazla iki yıllık bir geçiş dönemi ile ortak anlayışa yaygınlık kazandırmak olmalıdır.

YAYGIN HALK EĞİTİMİNDE BOŞLUK VAR

Tarikatların toplumsal ve kültürel misyonunu üslenmek üzere kurulmuş olan Halkevleri kapandı ve unutuldu. Yaygın eğitim de denilen  “yaygın halk eğitimi”nde hizmet veren ciddi hiçbir kurumdan, belirtilen misyon açısından, söz etmek imkanı da kalmadı.

Yasağa rağbet, şark milletlerinde her toplumda, normalden fazla olur, bizde de öyledir. Nerede ise, her köşede birkaç tarikat bulmak, mümkün hale gelmiştir.

Bu sebeple de yaygın din eğitimi mahallelerdeki tarikatlara ve şeyhlere emanet bir görüntü içinde bulunuyor.

Tarikatları kapatınca, onun görevlerinin hiç olmazsa önemli bir kısmını yerine getirmesi için açılan Halkevleri antropoloji, folkloretnografi ve benzeri kültürel derlemeler konusunda başarılı çalışmalar yapmakla birlikte, yaygın halk eğitimi konusunda hiç mi hiç çalışma yapamadı.

Açılan okullarda öğretim yapılırken, eğitim sadece zanaat okulları ile hemşirelik ve tıp fakülteleri gibi okullarda yapıldı.

Daha çok köy öğretmeni yetiştirmek için açılmış olan ”Köy Enstitüleri’nde köylüye yönelik eğitimler konusunda başarılı verilmiş eğitimler de ideolojilere bulaştırıldığından tartışmalı durumlara düştü ve tartışmalarla kapanıp gitti.

Unutmayalı ki, sosyal olaylar boşluk kabul etmiyor; iyi, kötü bu gayri resmi ve gayri meşru tarikatlar bir sosyal görev yapıyor. Kendilerini yaşatmak adına da kendilerine, ya da topluluklarının oylarına muhtaç partileri kullanarak varlıklarını sürdürüyorlar.

Bu durum hem demokrasimizi, hem tarikat, hem de cemaatları yaralı hale getirdi.

İslam dünyasını karıştıran Selefi temelli farklı isimlerdeki “şeytanî faaliyet”lerin Müslim – Gayri Müslim herkesi tedirgin hale getirdiği bir ortamda bile “Laik devletin Din Kurumu” olarak Diyanet’in zaman zaman da olsa, kendi alanı dışına çıkarak siyasi ve ideolojik bakışı, lüks ve israf olarak değerlendirilen işleri savunmasıyla güç kaybettiğini de kaydetmemiz gerekiyor.

 

GAYRİ MEŞRU,  MEŞRU ÖRGÜT MÜ?

Ülkemizde yapılmış seçimlerde, hangi partilerin hangi tarikatçılarla beraber olduğunu, onların adamlarını partilerinden aday yaparak oy istediklerini sayıp dökmeye ne hacet var. Seçim öncesinin gazetelerinde bunlar çarşaf çarşaf yayınlanmıyor mu?

AlevilerNurcularNakşilerRufailer, Halvetiler, Bayramîler, Mevleviler; Melamiler, Ticaniler, Cerrahiler, GülşenîlerKadiriler… Konusundaki bilgileri bir hatırlayınız, yeter.

Son Milli Güvenlik Kurulu’ndaki ifade ile “gayri meşru, meşru örgüt” dünyanın hiçbir yerinde yoktur.

Gayr-i Meşru” yani hukuku veya toplumsal kabulü olmayan şey nasıl meşru olabilir?

Hukuk dışı; gayr-i meşru yaygın ve meşhur kurumlar sadece bize mahsus olmalıdır.

BÜTÇE VE FONLARDAN YARDIM

                Osmanlı devletinde bütçe uygulamalarının başlaması ile tarikatlara, daha çok her tarikatın önemli günleri dikkate alınarak (Nakşiler için Miraç kandilinde Güllaç; Bektaşiler için Aşure günü için aşure bedeli olmak üzere) bütçeden para ödendiğini biliyoruz.

Tarikatlara, devletin değişik fon ve imkânlardan, 677 sayılı tarikatları yasaklayan kanununa rağmen para verildiği gibi, Diyanet’in yan kuruluşu olan Vakıflar’dan da zaman zaman nakdi veya ayni yardımlar yaptığı biliniyor.

Dünya devleti olma ve dünyevi (laik) devlet[7] iddialarını taşıyan ülkemizde bu tür hukuk dışı

kurumları barındırmaktan ve hukuk dışı ödemelerden vaz geçmesi, böyle şeyler yapılacaksa –ki yapılmalıdır- meşruiyet sağlandıktan sonra yapılması gerekmiyor mu?

 

TARİKAT İŞİ DİN İŞİMİ?

Tarikat, genel kabule göre din işidir. Üstelik bütün dinlerde de uygulanmakta olan bir realitedir.

Tarikatlar, İslam düşünce sistemi olarak da adlandırılan “Tasavvuf”un uygulama alanı olarak doğmuştur. Bu anlamda tarikatlar yaygın halk eğitim kurumudur.

İşte bu yönü dinden bağımsız olarak kamuyu ilgilendiren bir organizasyondur. Bu yönü öne çıkan tarafı olduğu için de kamu yararı esas alınarak düzenleme yapılması gerekir.

Osmanlı döneminde yapılan da bu olmuştur.

Din işinin yeri, siyaset alanının dışıdır, ya da öyle olmalıdır.

Bunu söylerken laiklik, çağdaşlık ve benzer endişelerle değil, din kurallarına göre de dinin siyasete karıştırılmasının yanlış olduğu çok acı tecrübelerle anlaşılmış olmasındandır.

Avrupalılar bu gerçeği Vatikan’la savaşarak anlamış; laiklik böylece ortaya çıkmıştır.

İslam tarihinde ise en acı tecrübe, din işinin siyasete karıştırıldığı olayların sonunda yaşanılan Kerbelafaciası olmuştur.

Başkanı Hz. Peygamber olan Medine Devleti’nin bile Medine’de yaşayan Müslümanlarla Hıristiyan, Yahudi, Ateşperest, Putperest gibi guruplarla anlaşarak ortaya çıkardıkları “Medine Vesikası” adlı bir örnek olmalıdır.

Tarikatların siyasetle olan ilişkisi bu sebeple kesilmesi gerekir. Bunun da yolu, tarikatları devletin denetim ve gözetimi altında, kapatıldığı sırada olduğu gibi bir mevzuatla yeniden açılması olmalıdır.

 

TARİKATLARDA İŞ VE MESLEK ÖĞRETME

Tarikatlar sadece bir takım dinle ilgili zikir, ayin ve ibadetlerin yapıldığı bir mekân değildir. İş, meslek veya zanaatı olmayan muhip ve dervişlere de eğitim verilerek iş, meslek veya zanaat öğretilen kurumlardır, bundan sonra da öyle olmalıdır.

Bazı tarikatları “İrfan Merkezleri”, Aleviliği de “Cemevi” olarak hukuki statüye kavuşturma öneri veya iddiaları gerçek olacaksa, bu hareket tarihimiz ve kültürümüz açısından seyredilemeyecek kadar kötü bir komedi olmalıdır.

Bu konuda, “Tekkelerde Tatbik Olunmak Üzere Kaleme Alınan Yönetmelik” 23. maddesinde yer almış olan;

Tekkelerde yaşayan dervişler görevlerini yapıp işlerini bitirdikten sonra vakitlerini boş geçirmeyerek akıllarının erdiği ve güçlerinin yettiği ölçüde, şeyhlerince uygun görülen belirli zamanlarda, kamu yararına hizmet eden birer meslek ve zanaat öğrenmek ve bu meslek ve zanaatta yükselmek ve uzmanlaşmak için çalışmakla yükümlüdür” cümlesi son derece önemli olmalıdır.

 

NE YAPMALIYIZ, NE ZAMAN YAPMALIYIZ?

Seçim yeni yapıldı. En azından yakında yeni seçim yok. O halde şimdi tam zamanıdır. Hem seçim ve siyasi partiler kanununu, hem de 677 sayılı kanunu değiştirme vaktidir.

Tarikatların devletin denetim ve gözetimi altında serbest bırakılması demek, onları siyaset dışına; dinin tabi olduğu, görev alanınaçekmektir.

Bunun en iyi uygulamasını ise, yine ecdadımızda; Osmanlı’da görüyoruz.

Bu konunun anlaşılmasına yardımcı olmak, bu konudaki eski mevzuatı bilmekten geçmektedir. Bu mevzuatın yayımlanmasında bu düşüncenin ciddi katkısı olmuştur.

Günümüzde tarikatlar konusunu yüceltenlerle eleştirenler de, yerenler de her hangi bir çıkış yolu gösterememektedirler. Bize göre, bu durum problemlerin artarak devamına katkı sağlamaktadır.

 

ALEVİ – SÜNNİ AYIRIMI YOK

İşte koca Osmanlı’daki bütün tarikatlar, bu günkü gibi, (Alevi – Sünni) gibi sanal bir ayırıma tabi tutulmazdı. Çünkü herkes bilirdi ki, tarikatların –nerde ise tamamı– Alevi tarikat idi. Yani, Hz. Ali’ye bağlı ve O’ndan gelirdi.

Bu çözüm ülkemizdeki, özellikle AB destekli, sanal Alevi meselesini de çözecektir.

Örnek olarak Osmanlı Şeyhülislamlarının mensup oldukları tarikatlara bakılacak olursa, kaç tane Şeyhülislam’ın Bektaşi olduğu görülecektir ki, bu önemli olanın ehliyet (liyakat) olduğunu, yoksa insanların hangi tarikata mensup olup olmadığının önemli olmadığını çok açık bir biçimde ortaya koyacaktır.

Gerekli eğitimi almış, mesleğinde başarılı bir Alevi veya Bektaşi’lerin sadece “Diyanette temsili”ni değil, “Başkan” olmasının da önünü de açacaktır.

Osmanlı şeyhülislamları arasında pek çok Bektaşi Tarikatı’na mensup Şeyhülislam olduğu halde Cumhuriyet döneminde bir tek il müftüsü bile bulunmadığını da hatırlamalıyız.

Bektaşi Şeyhülislamlar arasında ilk akla gelenler şunlardır:

Şeyhülislam Yahya EfendiŞeyhülislam Mîr Ahmed Muhtar Beyefendi ve Şeyhülislam Musa Kazım Efendi

 

TARİKATLARIN SERBESTLİĞİ FİİLEN BAŞLADI MI?

Türkiye yıllardır bu konuda zaten pek çok işi resmen yapmıştır, yapmaya da devam etmektedir.

– Nasıl mı?

                Kültür Bakanlığı, pek çok tarikatın zikirlerini repertuarların alan “Tasavvuf Müziği Koro”ları kurmuş, çeşitli tarikat toplantılarında, mübarek gün ve gecelerdeBektaşi’den Kadiri’ye, Cerrahi’den Mevlevi’ye varıncaya kadar tarikat ayin ve zikirlerini icra etmiyor mu?

Bu işin sadece adı konmamış.

Gelin bu işi ticaret ve siyaset malı olmaktan çıkartalım!

Mevlevi “Şeb-i Arus”u ve Bektaşi (göstermelik) “Ayin-i Cem” törenlerinin kendi öz kurallarına göre, diğer tarikatlarla birlikte, tarikatları isteyen herkese açık olmasını sağlayalım.

 

İSMET PAŞA VE ECEVİT’İN DEĞERLENDİRMESİ

Türkiye İslam ülkeleri içerisindeki ilk laik ülkedir, gerçekten laik hale getirelim: din siyaset ilişkisini keselim. Tarikatları siyaset ve ticaret alanından çıkartıp, siyaset dışında bulunan din alanına yerleştirelim,düşüncesi toplumumuzda özel toplantılarda yıllardır tartışılmaktadır.

Bunlara bir örnek olmak üzere, Sayın Bülent Ecevit’in, çalışma ofisi veya kütüphaneye dönen evinde yaptığımız bir görüşmede, kendisinin yeni seçilmiş genç bir milletvekili iken, İsmet Paşa’nın Genel Başkan olduğu yıllarda (1960 öncesi), CHP gurubunda, bugün arzettiğimiz gerekçelere yakın gerekçelerle, Halkevlerinin misyonunu yerine getiremediği, milletin ne olduğu belli olmayan irticai gurupların eline kaldığı, bunu önlemek için tarikatları yeniden açmayı önerdiğini anlattığını gün gibi hatırlıyorum.

Merhum Ecevit’e tepki duyanlara karşı merhum İnönü’nün:

                “- Biz tarikatları ebedi olarak kapatmadık, zamanı gelince açılır. Anlaşılan zamanı daha gelmemiş”, şeklinde cevap verdiğini de Sayın Ecevit nakletmişti.

TARİKATÇININ MÜŞTERİSİ VE RANTI AZALIR

Bahsettiğimiz iş gerçekleştirilecek olursa, o zaman tarikatçıların bu kadar müşterisi de bağlısı da olmayacaktır.

–  Yükselmek, genel müdür ve müsteşar olmak için merhum Özal’ın mensup olduğu İskender Paşa Camii/Tekkesine gidip, cumada, kandilde, teravihte görünmek isteyenler şimdilerde niye yok?

–  Meşru, aleni tekkeye gidip kaç kişi muhip veya derviş olarak kayıt yaptırır?

Yaptıran olursa, bunlar da samimiyetle bu işi isteyenler olur. Bunlara da kimsenin diyeceği olmaz.

–  Özellikle amir, memur, asker ve polis tarikatlara bu kadar ilgi duyar mı, dersiniz?

                Varsın derviş olmak isteyen de olsun. Cebinde döviz bulundurmaya benzeyen bir rahatlığı din, kültür, siyaset alanında da yaşayalım.

Bırakalım, tarikatçı olmak isteyenler de devlete güvenerek, gönül huzuru içinde tarikatlarını icra etsinler.

 

SOSYAL DEŞARJ VEYA ÇÖZÜM ÖNERİSİ

“ – Tarikatlar açılırsa,  rejim tehlikeye düşer” diyenlere inanmayın, böyle şey olmaz.

–      Maç için stada gidip, “i.ne hakem!” diye bağırarak deşarj olmak isteyenleri hoş görenlerin,  devletin gözetim ve denetiminde, kapalı mekânlarda, “Allah Allah” diyerek deşarj olmaya çalışan veya zikir yapan insanların da bunu yapma hakları olduğunu kabul etmesi gerekmez mi?

–   Kimseye zarar vermeden bilinen ve denetlenebilen kapalı mekânlarda “Allah” demenin kime, niçin veya nasıl zararı olur?

Problem, barajı yapıp, fazla su için deşarj kanalı yapmamakla meydana gelir ve böyle barajlar yıkılır; sel felakete sebep olur.

Ferdî veya toplumsal olaylardan stres artar. Bu biriken ve deşarj edilemeyen stres,  deşarj olamamış toplumlarda daha fazla artar.

Toplumlarda da deşarj kanalları olursa, tatmin olmuş ve fazlalıklarından kurtulmuş toplumlar daha mutlu, daha ılımlı, daha barışçı olurlar. Bizim toplumumuzda deşarj kanalları ya tıkanmış, ya da unutulmuş gibi gözükmektedir. Biz, toplumumuza deşarj kanalı açmanın mutlu ve barış içinde kalkınacağına işaret ediyoruz.

Bu tür bir bakışa ihtiyacımız var.

Bu yazımız,  son derece önemli, ciddiye alınması ve tartışılması gereken sosyal, sosyo-kültürel bir çözüm önerisidir.

 

BÜROKRATİK ÇÖZÜM: TARİKATLARI DİYANET’E BAĞLAMAK

Dün Şeyhülislamlığa bağlı resmi/ yarı resmi kurum olan tarikatlar, kapandığı tarihte olduğu gibi

gibi, bu gün de Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanarak bu iş pek âlâ yönetilebilir.

Diyanet yeniden yapılandırılarak, bağımsız bir “Yüksek Din Kurumu”  kurarak, Diyanet’i Başbakanlık/bakanlıktan ayırıp, bu kuruma bağlamak; Diyanet’in “millî din kurumu” yapılmasında ciddi anlamda kamu yararı olduğu düşünülmektedir.

Uluslararası ilişkilerle Hac ve Umre hizmetleri de yüksek kurum tarafından yapılmalıdır.

Diyanet’in yurtdışında kurduğu ve geliştirdiği vakıf, dernek ve şirketlerle uluslararası ilişkiler ağına ayırdığı zaman sebebiyle yurt içinde din hizmetine vakit bulamadığı, herkesin bağlı olduğu “Efendiler, Mürşitler, Önderler” gibi ne olduğu belli olmayan yapılarla dini hayat daha da büyük deformasyonlar yaşayabilir.

Bu durum devam ederse, kültürel birlik ve bütünlüğümüzü tehdit noktasına da gelebilir.

Tarikatları sıkı bürokratik kurallar yerine daha gevşek sosyal bir yapıda, ama mutlaka  “siyaset dışı” alanda kalmalarını temin edecek biçimde, demokratik kurallarla ve mümkün olduğunca da “özyönetim” ilkeleriyle kendi kendilerini yönetme eğitimi verilerek, bunu uygulayacak bir yapılanmaya gidilmelidir.

Bu yapı da, Osmanlı döneminde de uygulanmış olan, mevcut tarikatların en üst mürşitleri arasından atama usulüyle yapılacak 7 veya 9 kişiden oluşacak ve doğrudan Başkan’a bağlı bir heyet olabilir. Bu heyete “Şeyhler Meclisi” veya “Kurulu” denilebileceği gibi, “Tarikat İşleri Yüksek Kurulu” adı da verilebilir.

Bu kurulda Din İşleri Yüksek kurulunca seçilecek bir üyenin de bulunması iki kurul arasındaki iletişim ve koordinasyon açısından yararlı olabilir.

Konuyu anlamayan bir takım yarı aydınlar, bu tür çalışmalarla tarikatçılığa destek olduğumuzu zannetmek gibi garip tepkiler gösterebilirler. Sıradan okur-yazarların bile kolayca anlayacağı gibi, mevcut laik (dünyevi) idaremizi koruyup geliştirebilmemiz açısından bu tür düzenlemelerin başlangıçta yer almasının çok büyük önemi ve değeri olmalıdır.

Hac ve GSM operatörleri gibi kolay para getiren işlere balıklama atlayanlar, sosyal problemler konusunda ter dökmeye elbette razı gelmeyecekler. Ama sosyal, kültürel, dini ve siyasal şartlar bu konularda çalışmayı zorunlu kılmaktadır.

Türkiye, dünya devleti olmayı; yasaksız, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olmayı –istemeyenler olsa da– başaracak güçtedir.

 

NETİCE

Türkiye ne kadar laikleşirse (din kurumu siyasete, siyaset kurumu da dine ne kadar az karışırlarsa) toplum o kadar mutlu ve huzurlu olacaktır. İdeolojik, sosyal, siyasal tarafgirlik, yandaşlık ve toplumsal kavga o kadar azalacak; millet gücünü kültüründen, doğruluktan, çalışmadan ve sevgiden alarak çağlar aşmayı ve dünyanın en zengin milleti olma yolundaki gayretlerini artırmaya çalışacaktır.

Bu çalışmamız, bu konuda tarikatçıları, din adamlarını ve İlahiyatçıları pek çok konuda çalışmaya sevkedecektir.

Bu metin konuya ilgi duyan herkese faydalı olacak ve bu konuda farklı tartışmalara vesile teşkil edecek bir temel bilgi olacaktır.

31 Aralık 1925 tarihine kadar Cumhuriyet’in de mevzuatı arasına girmiş olan Osmanlı ve Cumhuriyet’in ortak Mevzuat metnini bu yazıyı takiben metin olarak bu sayfalarda neşredeceğiz.

Haydi hayırlısı.

 

Notlar:

[1] “Osmanlı Meşayih (Dergâh, Tekke ve Zaviye) Mevzuatı” başlığı altında sizlere sunduğumuz metin

“Meclis-i Meşayih Nizamnamesi ve Meclis-i Meşayih tarafından tanzim olunup Makam-ı Al-i cenap Meşihatpenahi’den Tasdike iktiran eden sekiz kıt’a talimatnamedir” adı ile Daru’l Hilafetil AliyyeEvkaf-ı İslamiye Matbaası 1337 (1921)  de basılmış olan kitapçığın günümüz Türkçesine uygunlaştırılarak ve bazı dipnotlar eklenerek yapılmış bir çalışmadır.

[2] T.C. Anayasası mad. 2

[3] Örnek olarak bakınız; İngiliz Casusunun İtirafları ve İngilizlerin İslam Düşmanlığı, Tercüme: M. Sıddık Gümüş, Hakikat Kitabevi Yayınları No:8, Temmuz 2014, 94. Baskı, İstanbul

[4] Meclis-i Meşayih, Şeyhler meclisi: Bu kurul Tanzimat sonrasında, 1285/1868 yılında devletin merkeziyetleşme ve modernleşme sürecinde dergâh, tekke ve zaviyelerin merkezi yönetimce kontrol edilebilmesi ve tarikatlar arasında koordinasyonun sağlanması amacıyla Şeyhülislamlık bünyesinde kurulan kuruldur. Çeşitli tarikat şeyhlerinden oluşan bu kurul tekke ve tarikatları ellerindeki geniş yetkilerle denetlerlerdi. İlk reisi, Yenikapı Mevlevihânesi Şeyhi Osman Selahaddin Dede (Tevellüdü: 1235, vefatı: 18 Cemaziyelevvel 1304)dir. Zaman içinde yapısında değişikliklere gidilmiştir. Diyarbakırlı Seyyid Mehmed Şerîf Sükutî, tarikat silsileleri ve tekkelerle ilgili ‘Tomar-ı Kebîr’ ve ‘Tomar-ı Tekâya’ gibi henüz basılmamış son derece önemli eserlerin müellifi, Kadiri Âsitânesi Şeyhi Ahmed Muhyiddin Efendi ve Erbilli Şeyh Es’adgibi ünlü tarikat önderleri de Meclis-i Meşayih reisliği yapmışlardır.

II. Meşrutiyet Döneminde bu meclis tarikat rekabetlerinin sert tartışmalarına sahne olmuştur.

1918’de sosyal faaliyetleri de içeren geniş yetkilerle yeniden yapılandırılan Meclis-i Meşayih 1922’de dağıldı.

Meclis-i Meşayih’in, Şeyhülislâmlık bünyesindeki tekkelere ilişkin çok değerli arşivi bugün, İstanbul müftülüğünde olup, gerek Diyanet teşkilatının, gerekse Kültür Bakanlığının ilgisizliği nedeniyle, kullanılamamaktadır. (Müfit Yüksel Mehmed Ali Hilmi Dedebaba Ve Eserleri,  İstanbul 2003 ‘den)

[5] Örnek olarak bakınız: Ömer Lütfü Barkan; Ellinci Yıla Makaleler, TTK. 1973 Ankara

[6] Fazla bilgi için bakınız: A. Vehbi ECER: Tarihte Vehhabi Hareketi ve etkileri, Ankara, 2001, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) yayınları.

[7] Azerbaycan’da din açısından devlet tanımı yapılırken,  devlet üç maddede açıklanmaktadır:

1.Dinsiz Devlet: Sovyetler Birliği gibi dini anayasasında reddeden devlet,

2.Din Devleti: Papalık, Suudi Arabistan ve İran devletleri,

3. Dünyevi Devlet: anayasalarında dünyevi kurallarla (laik) idare edileceği yazılı devletler olarak sayılmakta ve örnek olarak da Türkiye ve Azerbaycan gösterilmektedir.