İNSANLIĞIN BATAKLIĞI
Tarık Buğra’nın “Gençliğim Eyvah” Romanındaki İhtiyar Kimdir?
Metin SAVAŞ
Tarık Buğra’nın “Gençliğim Eyvah” adlı romanı, belirgin yönüyle, politik bir anlatı olarak bilinir ve algılanır. Hiç kuşkusuz ki “Gençliğim Eyvah” politik bir romandır. İttihat Terakki döneminden başlayarak Türkiye’nin yakın siyasi tarihine farklı açılardan, bambaşka bir gözle bakmaya çalışmıştır Tarık Buğra bu romanında. Politik roman olması itibarıyla da “toplum mühendisliği” dediğimiz meseleye neşter vurmuştur. Romanın esas konusu bir toplumun ve ülkenin bütün unsurlarının perde gerisinden yönlendirilmesidir. Tarık Buğra bu romanın kurgusunda dış güçlerle, içerideki gizli cemiyetlerle ve birtakım karanlık ideolojilerle uğraşmak yerine “toplumu ve ülkeyi yönlendirici” başat aktör olarak İhtiyar karakterini inşa etmiştir. İhtiyar karakteri nedir, ne değildir, bundan neleri anlamalıyız, bu karakteri nasıl yorumlamalıyız soruları Gençliğim Eyvah’ın bütün okuyucularının zihinlerini meşgul edip durmuştur. Hüseyin Nihal Atsız’ın “Ruh Adam” romanı gibi Tarık Buğra’nın “Gençliğim Eyvah” romanı da yeterince anlaşılmamış, bununla birlikte çok önemsenmiş kısmen kapalı bir romandır. Kısmen diyoruz çünkü Buğra’nın bu eseri Atsız’ın eseri derecesinde kapalı değildir. Biz bu yazımızda Gençliğim Eyvah’ın politik veya toplum mühendisliği yönünü bir kenara koyarak yalnızca İhtiyar karakterinin kökenlerine değineceğiz ve haliyle İhtiyar karakterinin nasıl bir arketip olduğunu çözmeye yelteneceğiz. Ve buradaki, Türk Yurdu dergisinin bu sayısındaki yeltenişimiz “Gençliğim Eyvah” romanına yönelik geniş kapsamlı bir çalışmamıza başlangıç teşkil edecektir.
Tarık Buğra’nın “en önemli romanım” dediği Gençliğim Eyvah’ta üç karakter yer alıyor. Adeta üç kişilik bir tiyatro oyunu havasını taşıyor. Bu üç kişi, hepimizin bildiği üzere şunlardır: İhtiyar ve Delikanlı ve Güliz. Ayrıntılara girmeyeceğim. Bu yazının asıl konusu olması nedeniyle İhtiyar karakterinin köklerini eşeleyeceğim.
Mitolojilerdeki bilge-ihtiyar unsurunu iki boyutuyla ele almamız gerekiyor. Mitlerde çift-değerlilik unsuru vardır ki buna zıt-değerlilik veya karşıtlık ilkesi de diyebiliriz. Her madalyonun iki yüzü vardır. Bilge-ihtiyarın da olumlu ve olumsuz yüzleri bulunuyor. Murat Uraz “Türk Mitolojisi”[1] adlı yapıtında iyilik tanrısı Ülgen ile kötülük tanrısı Erlik’in kardeş olduklarını söylüyor. Her ikisi de Kara Han’dan olmadır. Esasen diyebiliriz ki Kara Han’ın müspet yüzü Ülgen’dir ve onun menfi yüzü de Erlik’tir. Türklerin ana tanrıçası Umay da tıpkı böyle, iyi ve kötü olarak ikiye bölünmüş, ortaya Çömçe Gelin ile Albastı Karısı çıkmıştır. Kısacası her arketipin ikiye bölünmesi söz konusudur. Kara Han’dan Ülgen ile Erlik’in türemesini ilk insan Âdem’den Habil ile Kabil’in olmasına benzetebiliriz. İşte bu karşıt unsurlar aslında birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar. Varoluşları birbirlerine bağlıdır. İyilik kavramını tanımlayabilmemiz için kötülüğün varlığı gerekiyor. Aksi halde, kötülüğün var olmadığı yerde, iyilik tek başına kalacak, tanımsızlaşacak ve nötrleşecektir. Gençliğim Eyvah’taki İhtiyar’a dönersek: Onun roman kurgusu içindeki bütün o karanlık çehresine rağmen insanlığı mendeburluklardan, budalalıklardan ve her türlü bağımlılıklardan kurtarmak amacını güttüğünü görüyoruz. İhtiyar, bu hedefine bitmez tükenmez kötülükler tezgâhlayarak ulaşabileceğine kendisini ikna etmiştir. Bu uğurda, mücadelesini serbestçe yürütebilmek derdiyle nikâhlı karısını bile zehirleyerek öldürmüş karanlık ruhlu bir kimsedir. Keza romanın sonunda kendisi de zehirlenerek öldürülüyor.
İhtiyar karakteri bir kişi olmaktan ziyade bir semboldür. Yani bir arketiptir. Kaldı ki Tarık Buğra onun bir sembolden ibaret olduğunu kendi romanının sonlarına doğru Güliz’in tefekkürü üzerinden itiraf ediyor: “İhtiyar’ı bir sembol olarak düşündü: Anarşinin, çürümenin, çirkinleştirmenin, yozlaştırmanın, yabancılaştırmanın; kısacası insan’ı tek ve çırılçıplak.. tıpkı bir mağara devrindeki gibi bırakma sapıklığının, milyarlarca kırıntısına sembol!”[2]
Bir arketip olarak İhtiyar’ın temsil kabiliyeti çok yönlüdür. İhtiyar, biz insanlığın karanlık vicdanıdır; onun hedefi insanlığı kurtarmaktır, fakat bu kurtuluşun yolunun insanlığı çürütmekten geçtiği saplantısına kapılmış bir vicdandır. Ondaki bu saplantı aslında insanlığın bütün saplantılarının, sapkınlıklarının, tutkularının, eğilimlerinin, içgüdülerinin ve ihtiraslarının bir özeti, bir temsilidir. Gerçek şudur ki, İhtiyar’ı kınadığımızda kendimizi, yani insanlığımızı kınamış olmaktayız. Halk ağzındaki “kara vicdanlı” sözü İhtiyar’ın şahsında hepimize yönelik bir yakınmadır. Roman kurgusundaki Delikanlı ile Güliz’i prens ve prenses olarak düşünelim. Carl Gustav Jung birtakım masalları örnek verirken şöyle yazıyor: “Bir prens ve bir prenses kötü ruhun eline düşer. Kötü ruh ise başkalarının yardımı olmadan kurtulamayacağı zor bir durumdadır.”[3] İhtiyarımız kötü ruhtur. Onun yardımcılarıysa Delikanlı ile Güliz’dir. Bunlar her biri birbirlerine muhtaçtırlar. Kurtarılması gereken, belki yozlaştırılarak kurtarılması gereken insanlıktır. Kötü ruh tabii ki insanlık ruhunun olumsuz yönüdür. İnsanlığın şu veya bu şekilde kurtuluşu İhtiyar’ın da kurtuluşu olacaktır. İhtiyar, kendisini kurtarabilmek için insanlığı kurtarmak zorundadır, bu nedenle de Delikanlı ile Güliz’i tutsak edinmiştir. Batacaklarsa hep beraber batacaklar, kurtuluşa çıkacaklarsa hep birlikte çıkacaklardır. Çünkü hepsi zaten tektir. Bu teklik insanlık ruhunun tekliğidir. Bütün ruhlar tek ruhun türevidirler ve her bir ruh o tek ruhun muhtelif görüntüleri, farklı farklı yansımalarıdır.
Jung, “Ben” gerçekliğini irdelerken Ben’in hizmetinde olan üç ayırt edilmiş işlevden söz ediyor. Bu üç işlevin neler olabileceği konusunda uzun uzadıya fikir yürütebiliriz. Fakat konumuzu dallandırıp budaklandırmak yerine söz konusu üç işlevden kastedilenin Ben’in parçalanmışlığı olduğunu söylemekle yetinelim. İhtiyar karakteri o karizmatik çehresiyle tek başına Ben değildir. Delikanlı, Güliz ve İhtiyar üçü birlikte Ben’dir. İnsanlığın benliğidir. Fizikî ve metafizik, varlıklar âleminde Ben diyebilenler hangileridir? Tanrı diyebiliyor. İblis diyebiliyor (ki zaten iblis Ben diyebildiği için isyankârlaşabilmiştir). Bir de işte insanoğlu Ben diyebiliyor. Hayvanların benlikleri yoktur. Meleklerin de bildiğimiz kadarıyla benlikleri yoktur. Geriye kala kala üç Ben kalıyor. Başka gezegenlerde ya da bilmediğimiz başka evrenlerde Ben diyebilen değişik varlıklar varsa bile bizim buradaki konumuzun dışında kalıyorlar.
Jung’un masallar örneğine dönelim: “Avcı, prensesi kaçırmış ve tutsak etmiştir. Prenses o avcıyı şeytan olarak niteler. Ama ne garip ki, avcının kendisi de şatonun girilmesi yasak bir odasına kapatılmış ve üç çiviyle odanın duvarına çakılmış, yani bir anlamda çarmıha gerilmiştir.”[4] Jung tabii ki meseleye İsa’nın durumu üzerinden eğiliyor. Bütün insanlığın kurtuluşu uğrunda İsa’nın çarmıha gerilerek adanmasını vurguluyor. Jung’un masal örneğindeki avcı bir cadıdır (yaşlı büyücüdür). Bizim romanımızdaki İhtiyar bu yaşlı büyücüye tekabül ediyor. Avcı bir şatoda tutsaktır. Avcının tutsaklığı insanlığın kendi ihtiraslarının tutsaklığıdır. Yahut da biz insanların dünya adlı bu gezegene kapatılmışlığı bir tutsaklıktır. Bizim şatomuz bu dünyadır. Dönüp dolaşıp Kafka’nın Şato’suna varmış oluyoruz. Kafka’nın Şato’su bir kasabanın tepesindedir. Tepedeki bu şato mağlûp edilemez iradedir. Devlet iradesidir, bürokrasinin iradesidir, insanlığın yücelttiği müphem ve muğlâk bir irade söz konusudur. Kendisine güç atfettiğimiz her unsuru tanrılaştırma irademizdir. Nitekim roman kurgusundaki İhtiyar da Çamlıca ile Kanlıca arasındaki bir tepede yer alan erişilmesi güç köşkünde yaşıyor. Bu köşkten entrikalar çevirerek Türkiye’nin iradesini kendi iradesiyle ezmeye çalışıyor. Esas itibarıyla İhtiyar da kendi köşkünde tutsaktır. Tıpkı, prensesi esir alan avcının kendi şatosundaki tutsaklığı gibi! Bizim romanımızın avcısı ise İhtiyar karakteridir. Romanı dikkatlice okuduğumuzda görmekteyiz ki prenses hükmündeki Güliz o ihtiyara çok daha fazla bağımlıdır. Delikanlı ise isyankâr doğasıyla İhtiyar’dan (Güliz’e oranla) çok daha bağımsız kalabilmektedir. İşte bütün bu örtüşmeler İhtiyar’ın da, Güliz’in de, Delikanlı’nın da birer arketip olduklarının göstergeleridir.
Jung’un masal örneğinde, prensesi tutsak almış olan cadıyı prens arar ve bulur. Bu masaldaki prenses o cadının kızıdır. Romanımızdaki Güliz ise kendisini İhtiyar’ın yeğeni olarak tanıtmaktadır. Masaldaki prense, masal anlatıcısı delikanlı diyor. Roman ve masal arasındaki örtüşmeler apaçık ortadadır. Birtakım serüvenlerin ardından prens, prensesi atının terkisine alarak kaçıracaktır. Romanımızda da zaten Delikanlı ile Güliz kendilerini İhtiyar’ın tasallutundan kurtarmayı düşlemektedirler fakat İhtiyar’dan kurtulmanın imkânsız olduğu saplantısı içerisindedirler. Sözünü ettiğimiz masal bir Alman masalıydı. Jung bir de Estonya masalını inceliyor. Bu masaldaki büyücü iyi niyetlidir ve yaşlı bir adamdır. Ne var ki aynı zamanda onun kötücül bir yönü de bulunmaktadır. Bu yazımızın başlarında madalyonun iki yüzünün bulunduğunu zaten vurgulamıştık. Estonya masalındaki yaşlı büyücü hem şifa verendir hem de zehir ve panzehir ustasıdır. Yani bu büyücü kâh sağaltıyor kâh zehirleyerek ölüm saçıyor. Bizim romanımızdaki İhtiyar ise Güliz’i kendi ağına düşürdüğünde bu kızı yetiştirip kendi entrikalarında kullanıyor. Güliz’e bir zehir veriyor. Bu zehir kokusuz, renksiz ve tatsızdır. Güliz gerektiğinde bu zehri herhangi birisine zerk edecek olursa o kişi zehirlendiğini asla anlamayacaktır ve acı çekmeksizin birdenbire ölecektir. Buradan anlıyoruz ki bizim İhtiyar da Estonya masalındaki yaşlı büyücü gibi zehir ustasıdır. Türk masallarına bakacak olduğumuzda aynı arketiplerle karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Keloğlan bir padişahın kızına gönül verir. Romandaki Delikanlı da zaten İhtiyar’ın yeğeni olan Güliz’e âşıktır. Türk masallarındaki o padişah tatlı serttir. Şifa veren ve zehirleyen yaşlı büyücüyü hatırlatırcasına çift yönlüdür.
Jung’a göre yaşlı adam masallardaki ruhtur. Bilge ve despot yaşlı adam insanları düşünmeye yöneltir. Akıl, sezgi, idrak ve düşünce hep bu yaşlı adamdadır. Hem ahlâklıdır hem de kötüdür. Onun kötülüğü insanları olgunlaştırma amaçlıdır. Ve son olarak, Jung’un ifadesiyle: “Yaşlı adam, bilinçli bir düşünce henüz ya da artık mümkün olmadığında, bilinçdışı psişik alanda kendiliğinden gerçekleşen maksatlı düşüncelerin ve ahlakî ve fiziksel güçlerin yoğunlaşmasının ta kendisidir. Psişik güçlerin yoğunlaşması ve gerilimi, büyüyü andıran bir özelliğe sahiptir.”[5] Bilinçli düşüncenin yeterince bulunmadığı yer insanlık âlemidir. İnsanoğlu kötülük etmemesi gerektiğini bilir ama bu bilgisini perdelediği için kötülükten vazgeçmez. Bilgisiyle amel etmeye yanaşmayan insanlığın bilinçli olduğunu söyleyemeyiz. Şu halde insanoğlu cezalandırılmaya müstahaktır. Yaşlı adam işte bu cezalandırıcı kişidir. Yaşlı adam biz insanlığın iç ve dış dünyasında kendiliğinden zuhur edip yoğunlaşmış şeytanıdır. Yaşlı adam metafizik şeytan değildir. Bizatihi insanlığın kendisidir.
Bu yazımızı Tarık Buğra’nın cümleleriyle noktalayalım: “İhtiyar’ı besleyen.. ve yaratan işte bu bataklıktı: Bencilliklerdi, tutkulardı, kendini beğenmişliklerdi, haddini bilmezliklerdi, hasetlerdi, sevgisizlikler, katılıklardı; kısacası –İhtiyar’ın deyişi ile– sersemliklerdi. Bunlar olmasaydı İhtiyar olur muydu?”[6]
______________________
[1] Murat Uraz, Türk Mitolojisi, sayfa 24-65, Hüsnütabiat Matbaası, İstanbul 1967
[2] Tarık Buğra, Gençliğim Eyvah, sayfa 329, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2004
[3] Carl Gustav Jung, Dört Arketip, sayfa 115, Metis Yayınları, İstanbul 2003
[4] Dört Arketip, sayfa 104
[5] Dört Arketip, sayfa 88
[6] Gençliğim Eyvah, sayfa 329