MİLLETLERİ RUHLANDIRMAK
Çalıştırılan bir makinenin durmaması için nasıl arada bir yağlanması gerekiyorsa, yaşayan milletlerin de manevi bakımdan çürümemesi için ruhlandırılmaya öylece ihtiyacı vardır. Ruhlandırılmayan, ruhlandırılması için sebep ve çare bulunamayan milletler kırılıp dökülme ye mahkûmdur. Örnek mi istiyorsunuz? Ufuklarında güneş batmayan İngiliz İmparatorluğunun İkinci Dünya Savaşından sonraki zavallılığına, çatırdamasına, yıkılmasına bakınız.
Ruhlandırmak bir millete geçmişteki büyüklüklerini, büyüklerini hatırlatmak; hatta bozgunlarını, uğradığı ihanetleri andırarak ibret almasını sağlamak ve hepsinden mühimi de yarın için büyük milli hedefler göstermekle sağlanır.
Bir milleti ruhlandırmak tamamıyla milliyetçi bir davranıştır. Yabancıların büyüklerini ve başarılarını anmakla, uluslararası törenlerle ruhlanmak olmaz.
Malazgirt ve Alp Arslan’ı anmak bir milli ruhlanış davranışıdır. Bunun bir minnettarlık ve vefa borcu olması bir yana, verdiği örnekle Türk gençlerini öyle olmaya dürtmek gibi büyük bir faydası da vardır. İnsanlar, hele gençler ve çocuklar ne görürlerse onu kaparlar. Bugün sokakları dolduran ve insandan çok maymuna benzeyen saçlı, sakallı, bıyıklı yaratıklar analarından öyle doğmadılar; o örnekleri göre göre bu hale düştüler.
Alp Arslan ve Malazgirt için 26 Ağustos 1971’de Türkiye’nin her yerinde büyük törenler yapılmalıydı. Yapılmadı. Siyasi buhran, parti kavgaları, ihtiraslar ve kinler buna imkân vermedi. Fakat hiç olmazsa beş yıl önceden başlanıp ehliyetli kimseler görevlendirilseydi her şeye rağmen bu gösterişli törenler yapılır, gençliğin milli ruhla beslenmesi bakımından büyük bir başarı ve kazanç sağlanırdı.
Yurdumuzda bir takım törenleri, anma günlerinin yapıldığını görüyorsak da gülmek mi, ağlamak mı gerektiğini kestiremiyoruz.
- Eylül 1971 Cumartesi akşamı İstanbul Radyosu “Ahı Evren” den bahsetti. Ahı Evren, Anadolu’da esnaf teşkilatını kurmuşmuş. Bu teşkilat Orta Asya’dan gelen bir Oğuz türesi imiş. Göçebe Oğuzlardaki esnaf teşkilatı… Aklımız Tanrı’ya emanet!… Hele koca Çalışma Bakanı’nın, bu masallara inandığı yetmiyormuş gibi bu adamın adını “Ahi Evran” diye okuması da ayrı bir festivaldi. “Ahı” ve eski şekliyle “akı” Türkçe bir kelime olup “cömert, yiğit, dost” anlamındadır. “Evren” ise hem “ejder”, hem de “kâinat” manasına gelip erkek adı olarak kullanılır. “Ahi” ise Farsça bir kelime olup “ah-lı”, “ah çeken” demektir ve şairlerin mahlas diye kullandığı uydurma bir kelimedir. Hatta Yavuz Sultan Selim çağında Ahi mahlaslı bir şair yaşamıştır
- Eylül 1971 akşamı ise yine İstanbul Radyosu’ndan başka bir masal dinledik. Ciddi mi, şaka mı olduğu pek anlaşılamayan bu masala göre Seyid Battal Gazi bundan 1200 yıl önce Anadolu’yu Türkleştirmeye başlamış.
Bu büyük tarihi gerçeği hangi tarih bilgininin keşfedip ortaya attığını bilmiyoruz. Bir “millet okulu” demek olan radyonun millete hitap ederken daha bilgili, ağırbaşlı ve ciddi olması gerekmez miydi?
Türk tarihinde “Battal Gazi” diye bir adam yoktur. Halk arasında okunan bir Battal Gazi Destanı vardır. Dili ve edası Türkçe olmakla beraber içindeki kahramanlar hep Arapça adlar taşır. Şimdilik, üzerinde son karara varılacak çalışmalar yapılmış değildir.
1200 yıl önce, yani 770 yıllarında daha Türkler ne Müslüman olmuş, ne de Anadolu’ya gelmişti. Aşağı yukarı 740 tarihlerinde Bizanslılarla yapılan savaşlarda ölen bir Arap kumandanının adı “Abdullah Battal”dır. Abbasiler’in paralı askerleri arasında Türkler’in bulunması ve bunların da Bizans’la çarpışması dolayısıyla Battal Gazi Destanı’nın bu Türkler arasında ortaya çıktığı bir faraziye olarak ileri sürülüyorsa da mesele henüz çözümlenmiş değildir. Bundan ötürü de Battal Gazi adında bir Türk’ün 1200 yıl önce Anadolu’yu Türkleştirmeye başladığı hakkındaki radyo yayını uydurmadan başka bir şey olamaz.
Anma törenlerinin en büyüğü Yunus Emre’nin 650. ölüm yılı dolayısıyla yapıldı ve buna başka milletlerin Türkologları da çağrıldı. Bu da ciddi bir iş değildi. Bir kere Yunus Emre’nin 650. ölüm yılını anmak onun 1971-650 = 1321’de ölmüş olduğunun ispatı gerekirdi. Oysaki Yunus Emre’nin doğum ve ölüm yılları şöyle dursun; bir kişi mi, yoksa ad benzerliği sebebiyle birbirine karışmış iki, hatta üç kişi mi olduğu bile belli değildir. Yunus Emre törenine katılanlardan işittiğimize göre baştan sona hep onun hümanizmasından bahsedilmiş. Bir millet her şeyden önce bütün veçheleriyle kendisinden olanları anıp kutlar. Hümanist demek Türk’ü başkalarıyla eşit tutan demektir. Türkiye’nin bugünkü ortamı da gösteriyor ki bize hümanistler değil, Türkçüler lazımdır.
Garip bir yönümüz var: Birisini andık mı, onu göklere çıkarıyoruz. Kör ölüyor, badem gözlü; kel ölüyor, sırma saçlı oluyor. Hâlbuki anma törenleri, tevilin ve yalanın değil, gerçeğin dile getirilmesi olmalı, genç nesiller eskileri hem erdemleri, hem de eksikleriyle öğrenmeye alışmalıdır.
Şimdi bu açıdan bakıp Yunus Emre’yi tarihin anatomi masasına koyarsak varacağımız sonuç şudur:
Yunus Emre, Türkçenin büyük bir sanatkârıdır. Türkçenin büyük bir şiir ve fikir dili olduğunu ortaya koyanlardan birisidir.
Fakat Yunus Emre’nin fikirleri Türk milletini zehirlemiş, onu uyuşturmuştur. Çünkü o da yaşadığı zamanın fikir ve duygu hastalıklarına kapılarak birbirini tutmaz sözleri “tasavvur’ diye ortaya atmış, savaşçı bir millet olan çevresinin düşmanlarla kaplı olmasından ötürü savaşçı olmaya mecbur bulunan Türk milletine bir dilencilik felsefesini telkin etmeye çalışmıştır. Onun:
“Dövene elsiz gerek,
Sövene dilsiz gerek,
Derviş gönülsüz gerek.
Sen derviş olamazsın.”
demesi Türk ahlakına, yaratılışına uyan bir düşünce midir? Hatta Türk dervişleri böyle midir?
Orhan Gazi ile birlikte savaşlara katılan dervişler derviş değil midir? Türkiye’nin ilk imparatoru olan Selçuklu Tuğrul Beğ’in kâtibi olan Arap İznü Hassul, Türkçeye de çevrilen eserinde Türkler’i böyle mi tarif etmiştir?
“Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa hakikatte asidir.”
demekle Yunus Emre milliyet bakımından da, din bakımından da sapıklık içinde değil midir? “Millet” kelimesini Türkçedeki bugünkü anlamı ile “ulus” yerinde kullanıyorsa milliyetsiz, vatansız bir adamdır. Böyle değil de bunu Arapçadaki manası ile “din” yerinde kullanıyorsa o zaman da kâfirdir. Çünkü Müslümanlık öteki dinleri kendisiyle eşit saymaz. Zaten onun:
“Oruç, namaz, zekât hac cürm ü cinayettürür;
Fakir bundan azaddır has-ı heves içinde.”
demesi de hiçbir tevil ve tefsire mahal bırakmayacak şekilde küfürden başka bir şey değildir. Bunları tasavvufla falan izaha çalışmak boşuna ve gülünç gayretlerdir. Halka evliya diye kabul ettirilen Yunus Emre’yi, tasavvufi herzelerinden dolayı büyük devlet adamı ve şeyhülislam Ebu suud tekfir etmiştir.
Şimdi soralım: Atatürk Türkiye’si, Atatürk milliyetçiliği diye her gün leylek gibi lak-lak eden çeneler jübilesini yapmak için koskoca Türk tarihinde bula bula sapık düşünceli, hasta ruhlu Yunus Emre’yi mi buldular? Ya hele o ölüm yılını nasıl uydurdular? Yunus Emre için tören yapılacaksa onun milli hizmet tarafı olan “Türkçesi” dururken ne diye milli ihanet olan hümanizmasını aldılar? Yunus Emre gerçekten büyük bir hümaniste o ilmi bir etütle uzmanların incelemesine sunulur. Bütün millete değil.
Milli bir gaflet içinde biz, kendi kendimizi yıkmaya çalışırken İran, kuruluşunun 2500 yıl dönümünü kutlamaya hazırlanıyor ve biz Malazgirt için üç-beş milyon lira bulamazken onlar bir yıllık petrol gelirlerini, yani birkaç milyar lirayı bu işe ayırıyor.
Tarihi gerçeğe bakarsanız ortada 2500 yıllık bir devlet falan yok. Makedonyalı İskender tarafından yıkılmış Persler, yüzyıllar sonra Araplar tarafından yıkılmış Sasanlılar, yüzyıllar sonra da Selçuklular tarafından yıkılmış Büveyhliler var. Ondan sonraki İran ise 1925’lere kadar hep Türk hâkimiyetinde bir Türk devleti yahut Türk devletinin bir parçasıdır. Türk hâkimiyeti Farsçaya bile tesir etmiş, dil Türk dilinin yapısına uymuştur. Yani fiiller cümle sonuna gelmektedir.
İşte bu devletteki Farslar’a milli bir ruh vermek için bir 2500 yıl efsanesi uyduruluyor, on yıldan beri milyarlar harcanarak hazırlıklar yapılıyor, eserler yazılıyor, şehirler kuruluyor ve bütün dünya davet olunarak onlara 2500 yıllık bir devletin varlığı kabul ettirilmek isteniyor.
Buna bakarak diyoruz ki: Yeni kurulan Kültür Bakanlığı, milleti ruhlandırmak için bir yandan gerekli eserler yayınlarken bir yandan da jübilesi yapılacak Türk büyüklerini, anılacak günleri yahut milli kültüre hizmet etmiş Türkler’i arayıp bulmalıdır. Gazete haberleri doğru ise Bakanlık bu mühim adamı bulmuş: Ertuğrul Muhsin…
Ertuğrul Muhsin’in kimliği hakkında epey yazılar yazılıp iyi bir rejisör olduğu ileri sürüldü. Aslına bakarsanız iyi rejisörle iyi antrenör arasında fark yoktur. İkisi de insanların heyecanını tatmin edecek ekipler hazırlar:
Fakat öte yandan Türk kültürüne cidden hizmet eden insanlar var ki kimsenin aklına bile gelmiyor. Bir tanesini tanıtalım: Ankara’da yaşayan ve şimdi 82 yaşında bulunan Abdülkadir İnan bir Başkurt Türk’üdür. Bütün Türk lehçelerini ve Türk Folklorunu, milli Türk dini olan Şamanizm’i ondan daha iyi bilen değil, ondan başka bilen yoktur. Atatürk onun değerini bilerek profesörlük vermiştir. Meşhur Atatürkçülerden Hasan Ali Yücel, bakanlığı zamanında bu profesörlüğü geri aldı. Arapça ve Farsça, Almanca ve Rusçayı da bilen Abdülkadir İnan’la milli kültürün anıtlarından olan Manas destanı metin ve tercümesiyle yaptırılabilir. Radlof’un topladığı Altay Türk destanları tercüme ettirilebilir, kendi eseri olup Tarih Kurumu tarafından bastırılıp tükenen “Şamanizm” adlı kitap yeniden bastırılabilir.
Hepsinin üstünde de tarihin şeref günleri için büyük törenler yapılır ama ciddi olarak ele alınır da öyle yapılır.
Şu, İran’ın 2500 yılı masalından alınacak dersler var. Üstünden kaç silindir geçmiş olan İran, Farslık ruhunu ayakta tutmak için milli efsaneler uydurmaya çalışırken biz tek dayanağımız olan Türklük ruhunu unutarak yerine Tanrı’nın belası hümanizmayı koymak suretiyle bizi ayakta tutan tek gücü, milli şuurla milli ruhu silmeye çalışıyoruz.
Ey Türk milleti! Sen ne güçlü ve dayanıklı şeysin!
Bir türlü yıkılmıyorsun!
(11 Ekim 1971)
ÖTÜKEN, 1971, Sayı: 10