H. Nihal ATSIZ: Millî Mukaddesat Düşmanları

Milli

Mukaddesat

Düşmanları

Hüseyin Nihal Atsız

En iptidaisinden en medenisine kadar her topluluğun mukaddes tanıdığı bazı değerler vardır. Bazı dağlar, ırmaklar veya göller; bazı timsaller, renkler veya hayvanlar yahut bazı şahıslar topluluğun hayatınca sevilir ve kutlu tanınır. Bu “kutlu tanıma”, milletin maşeri duygu ve düşüncesinin mahsulüdür. O, hiçbir baskı görmeden bu duyguya ermiştir.

Tabii, son zamanlarda dünyanın birçok yerlerinde görülen ve zorla milli mukaddesat haline getirilmek istenen sahte değerlerden bahsetmediğimi okuyucular anlamıştır. Zekâ ve seciyeden mahrum bir güruhun, kendisini bütün millete zorla sevdirmeye çalıştığı ve mukaddesatın bir kısmını feci akıbetlerle yok ettiği son zamanların müstebitleri benim bahsimin dışındadır. Çünkü zorla sevgi olamayacağı gibi alelade insanlar da “tarih”e büyük şahsiyet diye kabul ettirilemez. Kendileriyle ve rejimleriyle birlikte bu uydurma büyükler de günün birinde hafızalardan silinir ve topluluk kendi mudil hayatını yaşamakta, “tarih” hakikatleri tespit etmekte devam eder, durur.

En eski insan topluluklarından biri olan Türkler, şerefli insanlar olmak dolayısıyla, manevi değerlere büyük ölçüde yer vermişler, bir milli mukaddesat sistemi yaratmışlardır. Anayurdumuzun bel kemiği olan Tanrı Dağlarının en yüksek tepesi, yani “Han Tengri” mukaddes bir tepe, asli şekli “Izık Köl=Iduk Köl” (Yani mukaddes göl) demek olan “Issık Göl” mukaddes bir göldü. Ötüken mukaddes bir ülke, 7 ve 9 mukaddes sayılar, doğu mukaddes taraf, demir mukaddes maden, kılıç mukaddes silah, “Bozkurt” mukaddes hayvandı. Alp Er Tunga ve Oğuz Han; milli kahramanların destanlaşmış mukaddes şahsiyetleriydi. Herhalde yabandan gelen zehirli fikirlerle şerefsizliğin müdafaa olunmaya başladığı 20–30 yıl öncesine kadar hiçbir Müslüman Türk’ün çıkıp da Şamanî Oğuz Han‘a sövdüğü görülmüş değildir. Türkler milli mukaddesata o kadar saygı gösteriyorlardı ki, Safevîlerin tarihini yazan Türkmen İskender, İran Türklerinden olduğu ve Osmanlılarla Safeviler birbirinin can düşmanı bulunduğu halde Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünü rahmetle anmış, bu suretle Türk seciyesinin büyüklüğünü göstermiştir.

Biz Türkiye Türkleri dokuz asırlık hayatımızda Avrupa’nın bütün milletleriyle çarpışıp çok hareketli ve o nispette şanlı ve parlak bir hayat yaşadıktan sonra elbette yeniden bir milli mukaddesata sahip olacaktık. Bugün “ay yıldız”la al renk bizim milli mukaddesatımızdandır. Dokuz asrın ve ondan önceki yirmi asrın bir olgunlaşma mahsulü olan ay-yıldızlı kızıl bayrağımız için Türk ırkının en maddeci çocukları bile seve seve canını verir. Malazgirt’in hatırası ve o hatıranın başkahramanı olan Alp Arslan da milli mukaddesatımızdandır. Her halde, üniversite mezunu olmadığı için onu tenkit etmek kimsenin aklından geçmez. Haçlı savaşlarının kahramanları olan Danişmentli Melik Gazi ve Selçuklu Birinci Kılıç Arslan, Birinci Mesud, İkinci Kılıç Arslan da milli mukaddesatımız arasındadır. Hatta kalp ve kötürüm bir gövde içinde ateşten bir ruh taşıyan sonuncusu, madde ile ruhun büsbütün ayrı şeyler olduğunu ispat etmesi bakımından da ayrıca büyük bir ibret ve derstir.

Daha sonraki çağların bütün milli mukaddesatını birer birer sayacak değilim. Her halde Kosova şehidi Murad Beğ, Niğbolu gazisi Yıldırım Han, İstanbul fatihi İkinci Mehmed, dünyayı bir padişaha dar gören Yavuz, cihan hükümdarı Kanuni, Selimiye ve Süleymaniye camileri, Süleyman Çelebi‘nin Türk gönüllerini asırlardan beri vecde getiren Mevlid’i ve daha nice şeyler bizim milli mukaddesatımızdandır.

Biz milli mukaddesatı hurafe sananlardan değiliz. İnsan olduğumuz için müşterek saygı göstermeye mecburuz. Çünkü insan topluluğunu hayvan topluluğundan ayıran en büyük farika müşterek manevi değerler, yani ahlak ve mukaddesattır.

İstanbul’da çıkmaya başlayan aylık Kemalist dergisinin ikinci sayısında Yıldırım Bayazıd’a ve Fatih’e karşı yapılan hakaret yirmi yıldan beri görüp işittiklerimize yeni bir şey katmıyorsa da hareketi yapan A. Buharalı’nın milliyetçi görünmesi yazımın menfi tesirini çoğaltıyor. “Mustafa Kemal Ruhu” adlı makalesinde Kemalist yazıcı milli kahramanlarımızdan Yıldırım Bayazıd’ı “İstibdat köpeğini kuduzlaştırmak”la, Fatih’i de “eni-konu deli olmak”la aşağılıyor.

Biz hiçbir zaman, milli kahraman da olsalar, Osmanlı padişahlarının kusurları söylenmesin demiyoruz. Kusursuz insan bulunacağına da inanmıyoruz. Büyük diye iddia olunan nice küçüklere de tarih boyunca rastlamışızdır. Fakat milli mefahir olmuş büyüklere ilmi ve hakiki bir sebep gösterilmeden hakaret edilmesini kabul edemeyiz. Dünyada hiçbir cemiyette, çingene cemiyetinde bile, milli mukaddesat ve milli mefahir diye tanınan şeylere dil uzattırmazlar. Yazık ki, Kemalist bunu yapıyor ve birleşmiş Avrupa’yı tepeleyen Yıldırım’la tarihte yeni bir devir açan Fatih’e hakaret ediyor. Bunu yaparken, bu millet ve bu vatanın can düşmanı olan komünistlerin bile kendisi kadar ileri gidemediklerini unutuyor. Hatırlardadır ki, bir zamanlar da komünistler “putları kırıyoruz” diye Mehmed Emin‘e Abdülhak Hamid’e saldırmışlar, fakat Yıldırım’la Fatih’e dil uzatamamışlardı. Yazık ki, milliyetçi gözüken Kemalist onları da geçiyor, putları kırmaya uğraşan komünistlerden on yıl sonra mabetleri yıkmaya kalkıyor.

“Mustafa Kemal Ruhu” adlı makalesinde dönmelerle devşirmelere hücum ettiği için A. Buharalı’yı da bizim gibi ırkçı saymak kabildir. Bu bakımdan Kemalist, adeta antikemalisttir. Çünkü Kemalizm de dönme ve devşirme olmak kabahat değildir. Fakat kemalizm yapmak isterken milli mefahiri yıkmaya kalkışması herhalde Moskova radyosunu memnun etmiştir. Zira 15’inci asırda yaşayan Fatih’i, huzuruna her gelen köylüyü kabul etmediği için “Halkçılığı boğan hükümdar” olmakla suçlandırmak ancak Bolşeviklerin başvurdukları bir avamferipliktir…

Burada Yıldırım’la Fatih’e yöneltilen hakaretleri reddederken itidal ve insaf yolundan ayrılmayarak münakaşa edeceğiz. Buharalı Kemalist, Yıldırım için aynen şöyle diyor:

“Cumhuriyet aşıkı milletin ilk küskünlüğü burada başladı. Babasının ölüsü soğumadan ağabeğini öldüren Yıldırım, sultanlık payesini alarak istibdat köpeğini kuduzlaştırdı.”

İstibdat köpeğini kuduzlaştırmak için sultanlık payesini almaya hiç de lüzum olmadığını her halde Kemalist bilir. Tarihten pek pervasız bahsedişine bakarak kendisinin hiç olmazsa belli başlı Osmanlı tarihlerini okumuş olduğunu zannediyoruz. Bu bakımdan da “sultanlık” payesinin Yıldırım için hiçbir değeri olamayacağını bilmek lazım gelirdi. Şimdikinin iki misli büyüklüğünde bir Türkiye’ye hükmeden ve müttefik Avrupa’nın çıkarabileceği en seçme ve kuvvetli orduyu Niğbolu da darmadağınık eden “Bayazıd Beğ” için tarihin ve milletin pek yerinde olarak kendisine verdiği “Yıldırım” adı her halde kâfiydi. Yıldırım bütün hayatında kendisini sultan diye ilan etmediği gibi bastırdığı paralarda da bu unvanı kullanmamıştır.

Kardeşi Yakub Çelebi’nin suçsuz olarak idamı ise, beğlerin isteğiyle devlette birliği sağlamak için alınmış kanlı ve kaçınılması imkânsız bir tedbirden başka bir şey değildi. O zaman, başka bir imkân olmadığı için böyle yapılıyordu. Acaba Buharalı, sümme hâşâ, Yıldırımın yerinde olsa ne yapardı? Elbette o da Yakub Çelebi’yi idam eder, fakat Niğbolu zaferini kazanamazdı.

Buharalı’nın en garip iddiası Yıldırım zamanındaki Türk milletinin cumhuriyet aşıkı olmasıdır. Bu kadar ciddi bir yazıcıya böyle hafif bir iddiayı yakıştıramadığımız için bunu Buharalı’nın biraz yersiz bir şakası diye kabul etmek istiyoruz. Yoksa cumhuriyet aşıkı milleti imparatorlukla idare ettiği için Yıldırım Bayazıd, milleti kendisine küstürmüş olunca ayın mantığı kullanmak şartıyla Fuzuli’nin serbest nazım yerine aruz kullandığı için edebiyatımızı gerilettiği, Kanuni’nin memlekete demir yolları döşetmediği için bugünkü iktisadi hayatımızı felce uğrattığı, Mimar Sinan’ın da şehir gazinoları veya uçak fabrikaları yapmak dururken camiler yapmakla medeni olgunlaşmamıza engel olduğu pek ala iddia olunabilir.

Türk cemiyeti bütün tarih boyunca aristokratikti. Fakat müstebit değildi. Kemalist, Yıldırım Bayazıd’ı azgın bir müstebit saymakla en büyük tarihi yanlışlığa düşmektedir. Molla Şemseddin-i Fenâri Bursa kadısı iken bir mesele için şahitliğe gelen Yıldırım Bayazıd’ın şahadetini, cemaatle namaz kılmadığı ve içki kullandığı için reddetmiş, Bursa kadısını idam edivermek, kendisi için işten bile olmayan Kosova ve Niğbolu arslanı da bu hüküm karşısında hiçbir söz söylemeyerek ve boynunu bükerek mahkemeden çıkmıştı. Sayın Buharalı Kemalist böyle bir örneği bana herhangi bir kuduz müstebitin değil, adil bir büyüğün hayatında gösterebilir mi? Üçüncü defa Cumhurbaşkanlığını kabul etmediği için demokratlığı göklere çıkarılan Washington’un yanında bile bizim Yıldırım Bayazıd’ımız ne kadar büyüktür.

Buharalı Kemalist, yazısının biraz aşağısında Fatih’i, halkçılığı boğan bir hükümdar olmakla, kendisine Allahın gölgesi dediği için de enikonu deli olmakla itham edip tahkir savuruyor. Sayın Kemalist’e göre, Fatih, sellemeh-üsselam huzuruna girmek isteyen bir köylüyü kabul etmediği için halkçılığı boğan bir hükümdarmış! Ne hoş bir halkçılık anlayışı! Dünyanın hiçbir tarafında, Fatih gibi ülkeler açan, çağ değiştiren bir imparatorun değil, alelade bir devlet reisinin huzuruna bile her isteyen giremez. Hatta bugünkü demokrasinin vatanı olan memleketlerde bile bu böyledir. Kemalist Buharalı, galiba ömründe hiçbir resmi makama girmemiş. Bir denesin bakalım: Bir Valinin, bir Hükümet doktorunun, bir, Mal müdürünün huzuruna nasıl giriliyor, öğrensin. Ondan sonra, Fatih’in huzuruna nasıl girilebilir, kıyaslasın.

Kemalist Fatih’in kendisine Allah’ın gölgesi dediğini iddia ederken de yanılıyor. 22 yaşında İstanbul’u alan, o zamana kadar görülmemiş büyük toplar döktürerek bunların balistik hesaplarını bizzat yapan, karadan gemiler yürüten, (altı dil bilen, Troyada ilk hafriyatı yaptıran, irili ufaklı 17 devleti Türkiye’ye ekleyen) Karadeniz’i bir Türk gölü haline sokan kahraman, kumandan, hükümdar, bilgin ve şair Fatih kendisine Allah’ın gölgesi demeye muhtaç değildi. O kendisine “iki kara ve iki denizin hakanı” diyordu. Bunda da yerden göğe kadar haklıydı. Dalkavukluk olsun diye sonradan kendisine Allah’ın gölgesi diyenler çıkmışsa, bunun da suçu Fatih’e ait değildir. Çünkü her çağda çıkan dalkavuk güruhu Fatih gibi her bakımdan büyük olanları değil, hayatlarında redaat ve denaetten başka bir şey olmayan aşağılık insanları da göklere çıkarmışlardır.

Kemalist’in tarihteki bir zühul eseri olarak “deli” dediği Fatih, beşi Müslüman, on ikisi Hıristiyan olmak üzere tam 17 devleti ortadan kaldırmıştır. O fütuhatı, o teşkilat ve kanunları, o keşfiyatı yapan birisi hakikaten delirerek kendisine Allah’ın gölgesi deseydi bile tarih onu gene büyük saymakta devam ederdi. Bütün düşman yabancıların bile zekâ ve dehasını kabul ettikleri Fatih’e Türk milliyetçisi Kemalist Buharalı’nın hakaret etmesi milli talihimizin kötü bir cilvesidir.

5 Türk, 4 İtalyan, 3 Rum, 3 İslav,1 Romen, 1 Arnavut devletini Türkiye’ye ekleyen Fatih’in şu fütuhatına bakınca göğsü kabarmayanlar elbette Türk değildir:

1453’te Bizans Rum İmparatorluğunu aldı.

1456’da Enez Ceneviz Dukalığını aldı.

1458’de Atina İtalyan Dukalığını aldı.

1459’da Sırp Krallığını aldı.

1460’ta Mora Rum Respotluğunu aldı.

146’1’de Trabzon Rum İmparatorluğunu aldı.

1461/2’de Candarlı Türk beyliğini aldı.

1462’de Eflak Romen Prensliğini aldı.

1462’de Midilli Ceneviz Dukalığını aldı.

1466’da Karaman Türk Beyliğini aldı.

1471’de Alaiye Türk Beyliğini aldı.

1475’de Kırım Türk Hanlığını aldı.

178/9’da Arnavutluğu aldı.

1479’da Yunan adalarındaki Zanta İtalyan Dukalığını aldı.

1480’de Hersek Dukalığını aldı.

Bunlardan başka Dulkadir Türk beğliği ile Buğdan Romen Prensliği hâkimiyet altına alınmış, Akkoyunlu Türk İmparatorluğu ile Macaristan ve Napoli Krallıkları ve Venedik Ceneviz cumhuriyetleri yenilmiş, Cenevizlerin Karadeniz’deki bütün kolonileri ile Eğriboz, Limni, Taşoz, Semadirek, İmroz adaları ve bir hayli adalar alınmış, Güney İtalya’da Otranto fethedilmiş, Balkanlar tamamen Türk hâkimiyetine girmiş, Karadeniz Türk gölü olmuş ve Boğazlar hâkimiyeti tamamlanmıştır.

Kemalist bunları yapan milli kahramana hakaret etmekle ne kader utanılacak bir harekette bulunduğunun, umarız ki, bu izahattan sonra farkına varır. Milli mukaddesata saygı göstermeği, kanunlarla sağlamak kabildir. Fakat bunun o kadar değeri yoktur. Mühim olan bu saygının gönülden gelmesidir. Bir topluluk kendini inkârla çöker. Kendini inkârın başlangıcı da maziye sövmek ve milli kahramanları tahkir etmektir. Sonra başkalarına gönül vermek, onları kutlulamak, arkasından da inkıraz gelir.0

Bereket versin ki, Fatih’e sövmekte kemalist yalnızdır.

Türk çocuklarının gönülleri her gece onun kilitli türbesinde ihtiram nöbeti tutmaktadır.

KAYNAK: Altın Işık Dergisi,  Sayı: 2, 21 Ocak 1947.

Altın Işık Dergisi hakkında:
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/117742