İnsanlık kabaca üç toplum modeline göre tasnif edilir. Avcı-Toplayıcı Toplumlar, Tarım Toplumları ve Sanayi Toplumları. Bu tasnifte temel unsurlardan biri insanların doğayla ilişkileridir. Avcı-Toplayıcı Toplumlar doğayla iç içedir. Çünkü yaşamaları için gereken her şeyi doğadan hazır halde tedarik ederler, ya da avlanırlar. Tarım Toplumları bitkileri ve bazı hayvanları evcilleştirebilmiş toplumlardır. Sanayi Toplumları ise varlıklarını tabir-i caizse doğayla savaşarak sürdürürler. Aslında diğer iki toplum modelinde de insanlar doğayla savaşır fakat bu savaş sanayi toplumlarına göre daha adilanedir. Mesela Avcı-Toplayıcı toplumlarda savaş ihtiyaç kadarını doğadan tedarik etme esaslı, doğayla barışık bir savaştır. Tarım Toplumlarında stok durumu mevcuttur. Zaten tarım toplumlarında görülen bu stok durumu kentlerin oluşmasına, onunla beraber bir takım toplumsal dönüşümlere sebep olmuştur. Yazının bulunması bu toplumsal dönüşümlere örnek olarak verilebilir. Sanayi toplumlarında ise stok durumu aşılmış tüketmek için üretmek, üretmek için tekrar tüketmek döngüsü içerisinde doğayla amansız bir savaş başlamıştır.
Sanayi toplumları kapitalist toplumlardır ve modernitenin ürünüdürler. Kapitalizmin var olması üretime bağlıdır. Üretim de tüketime bağlıdır. Her ne kadar bu basit kapitalizm tarifi erken kapitalizmin özeti olsa da kapitalizm , türlü pazarlama teknikleri ile bugün dahi tüketimi yani talebi devamlı diri tutar. O yüzden tüketime sevk edilmiş kitleler aşağı yukarı ellerindeki I-Phone ile aynı işi yapmasına rağmen I-Phone’nun yeni modelinin piyasaya çıkmasını dört gözle beklemektedirler.
Sanayi toplumları hep üretti. Ürettikçe , üretim için gerekli olan her şeyi tüketti. İlk önce insanları makine çarkları arasında tüketmeye başladı. Buna tepki olarak ortaya çıkan ve insanları yaşatmayı ve özgür kılmayı vaat eden sosyalizm kendi Sovyet insanını kolhoz ve solvozlara hapsederek Ford fabrikasında olduğundan daha hızlı tüketti. İnsanla beraber doğada tükenmeye başladı. Kaynakların kıt olduğu savı üzerinden yola çıkan kapitalizm kıt kaynakları ele geçirmek için iki büyük dünya savaşı yaptı. İkincisinde nükleer silah kullanıldı ve doğa belki Nuh tufanından sonra yaşadığı en büyük felaketi yaşadı. Kaynakların kıt , ihtiyaçların sınırsızlığı düşüncesi insanlara yeni ihtiyaçlar dayatmayı zorunlu kıldı. İnsanlar da ona dayatılan ihtiyaçların gerçekten ihtiyaç olup olmadığını düşünmeden o ihtiyaca ulaşmak için kendini kentlere hapsetti ve doğadan koptu.
Açıkçası insanlık ileriye doğru doğrusal bir seyir izler. Her ne kadar Avcı-Toplayıcı toplum modeline hayranlık besleyen biri olsam da ,Tarım toplumunun ,Avcı-Toplayıcılıktan , Sanayi Toplumunun da diğer iki toplum modelinden daha ileri bir toplumsal form olduğunu itiraf etmek gerek. Fakat bu seyir henüz bitmemiştir. İnsanlık yer yüzündeki yaşantısına devam ettikçe toplumsal gelişmesi ile doğru orantılı olarak farklı toplumsal formlar da üretecektir. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu toplumsal dönüşümler bir biriyle iç içedir. Yani her hangi bir toplum farklı bir toplumsal forma dönüştüğünde içinde bıraktığı eski toplumsal formların da izlerini taşır. Toplumsal süreçler devrimsel değil, evrimseldir.
Sanayi toplumlarının zorunlu olduğu üretim ihtiyacı beraberinde doğanın ve onunla iç içe yaşaması gereken insanın tüketimini hızlandırdığı için insanlık kendine yeni bir çıkış yolu daha doğrusu bir özgürlük alanı aramaktadır. Fransız Devrimi , Batı kontrolünde olan insanlığın sadece Feodaliteden ve mutlak monarşilerden kurtulmasını sağladı. Bugün insanlar ücretli çalıştığı işyerlerinde 17. Yüzyıl’da yaşayan bir Anadolu köylüsünden daha özgür olduklarını düşünüyorlarsa yanılmaktadırlar. Konu asayişse , o dönemde bir eşkıya tarafından mallarına el konulma riski ile , iş çıkışı eve giderken bir kapkaççının gaspına uğramak riski arasında herhangi bir fark yoktur. Ya da o günlerde otoriteye verilmesi gereken vergi miktarı ile bugün meşru otoriteye verilen vergi arasında bir kıyas yaparsak o günün otoritesinin daha insaflı olduğu sonucuna dahi varabiliriz. Hatta o günler de herhangi bir zanaatkarın “daha fazla” üretmek gibi bir kaygısı olmadığı için zanaatını sanatkarane yapıp , topluma daha faydalı olmaktadır. Bugün estetik ve sanatsal açıdan herkesin hayranlık duyduğu eserler , kitle üretiminin değil modern zaman öncesi dönemin yapıtlarıdır. O günlerde bugünkü kar maksimizasyonu hırsı ve tüketim çılgınlığı insanları sisteme tutsak etmemiştir. Ama biraz evvel belirtildiği üzere insanlık ileriye doğru bir seyir izlemektedir ve sanayi toplumu olabilme bugün henüz bu modele ulaşamamış her toplum için bir hedeftir. Çünkü insan toplulukları milletler halinde yaşar. Ve insan toplulukları yani milletler birbirleriyle devamlı rekabet halindedir. Sanayileşmesini tamamlayamamış milletlerin bu rekabette geri kaldığının ispatı kendi tarih kitaplarımızda mevcuttur.
Her ne kadar biz geriden takip ettiğimiz için fark edemesekte Modernizm yani Sanayi Toplumu modeli son dönemlerini yaşamaktadır (Bu son dönemin ne kadar süreceği bilinmez). İnsanlık özgürlüğünü kazanmak ve yeniden doğayla barışmak için farklı çıkış yolları arıyor. Post-Modern toplum veya geç modern toplum kavramı da bu çıkış yolu arayışından doğmuştur. Bu yüzden insanlık çevresel meselelere daha sıklıkla eğilmekte , yok etmek üzere olduğu doğal yaşamı biraz olsun kurtarmaya çalışmaktadır. Modern insanın yeniden doğayla kurmaya çalıştığı ilişki henüz emekleme safhasında ve her fırsatta modern insanın doğa karşısındaki komikliğini gösterir niteliktedir. Şu anda bizim doğa ilişkimiz ağaç önünde selfie çekmek veya bulduğumuz her hangi bir yeşil alanda mangal yapma seviyesinde veya sokak hayvanlarının önüne marketten aldığımız sütü koyma düzeyinde. Hatta kapitalizm bu doğaya dönüş sürecini de fırsata dönüştürmesini bilmiş. Doğada yürüyüş yapmak isteyenin eline “baton” diye bir şey veriyor. Modern insan, doğada rahatlıkla temin edebileceği ve işini göreceği bir değnek yerine mağazalardan bu tuhaf demir çubuğu satın alıyor. Kafasında kask ile doğa yürüyüşüne çıkan modern insan dahi var. Çünkü doğayı tanımıyor. Çam ağaçları içinde gezerken kafasına en fazla bir kozalak düşeceğinin farkında değil. O kafasına meteor düşecek sanıyor. Özel yürüyüş ayakkabıları, kamp malzemeleri ve modern insanın doğa karşısındaki acziyetinden faydalanan bir sürü meta… Kapitalizm doğada ihtiyaç duymayacağımız bir sürü şeyi ihtiyaç olarak yine dayatmayı beceriyor ve post-modern olalım derken yine modernist ihtiyaçlar içinde kendimizi kaybediyoruz. Evinde konserve yapmaktan aciz modern ev hanımları Organik Ürün tezgahları önünde kuyruk oluşturuyor , ailesel nedenlerden ötürü kırsal yaşamla bağlantısı kopmamış modern erkek meyve ağaçlarını sadece altında gölgelenmek için kullanıyor. Hatta modern insanın doğayla barışması için kırsal alanlara gitmesine dahi lüzum yok. Kentlerin en lüks lokantaları içinde kakaolu fındık ezmesi bile bulunan “köy” kahvaltılarını belli bir ücret karşılığında modern insana sunarak , modern insanın kendine dönüş arzusunu karşılıyor. Bu örneklerin oluşturduğu geniş mikro zihniyetin makro anlamda post-modernist çevreci duruşu da içinde ciddi şüpheler barındıran bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
İnsanlık çevresel tahribatı engellemek için bir sürü yöntem denemektedir. Atıkların yeniden değerlendirilmesi için “geri dönüşümü” kullanmak bunlardan biri. Fakat görünen o ki yeniden özgürlüğünü kazanması gereken insanın önce kendini geri dönüşüme göndermesi gerekmektedir. O geri dönüşümden dünyaya faydalı ne kalacağı konusu ise bir muamma olarak durmaktadır…