İstanbul’a Hasret
NECMETTİN
HACIEMİNOĞLU
Yurt dışından mektup yazan bir insanın «Türkiye’ye hasret» diyecek yerde «İstanbul’a hasret» demesi bazı okuyuculara tuhaf gelebilir. Hattâ «niçin sadece İstanbul?», «gene mi İstanbul?» diye soranlar olabilir. Fakat eminim ki bu sorular ancak İstanbul’u tanımayanlardan — sevmeyenlerden demiyorum çünki onu sevmemek imkânsızdır — beklenir. Tanıyanlar için ise «İstanbul’a hasret» sözü hem vatana, millete, tarihe ve san’ata, hem de yer yüzünün bütün güzelliklerine karşı duyulan derin özleyişin bir iç çekişi halinde ifadesidir.
Hayata yalnız şahsî zevk ve duygularının penceresinden bakan bencil bir insansanız, dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayınız, İstanbul’u özlemeniz normaldir. Maddi arzularınızı da, ruhî ve mânevî açlığınızı da, tam bir lezzetle, İstanbul tatmin eder. Ondaki asalet ve gözle görüle- miyecek şekilde havasına sinmiş güzellik, gönlünüzün kılcal damarlarına kadar işler. Herkesin hayalinde dünya cenneti olarak yaşayan Paris’ten bir müddet sonra sıkılabilirsiniz. Geniş caddelerin mânâsızlığım, modern binaların yeknesaklığını, renk renk ışıkların sun’iliğini ve şık kadınların ruhsuzluğunu fark edersiniz. Çünki hepsi insan eliyle yapılmış. Onların daha güzelini yapmak her an mümkün. O halde niçin bir ömür boyu Paris’e hayran kalmalı? Yıllardan beri hep ayni değil mi? Halbuki İstanbul’u Tanrı süslemiş. Dünya yeniden yaratılmadıkça, daha güzelini bulmak imkânsız. Tarih yeniden başlamadıkça, o sarayların sahipleri, o camilerin, çeşmelerin, sebillerin mimarları, o türbelerde uyuyanlar, o konaklarda, yalılarda oturanlar, o çinileri işleyenler ve o vakıfları bırakanlar yeniden doğup yaşamadıkça, İstanbul’a bugünkü insan oğlunun ilave edebileceği güzellik de yoktur. Hatta tam tersine, tabiatın bu güzellik perisi insan eli ile, her gün çirkinleştirilmektedir. Ancak bu sayede de onun tabii, tarihi ve millî güzelliklerinin asaleti, mânası ve eşsizliği daha iyi anlaşılmaktadır. O, çirkinleştirildikçe güzelleşiyor. Yıkılmak istendikçe büyüyor, yükseliyor. Bu bakımdan dahi hiç bir dünya cenneti ile mukayese edilemez.
Her şeyde millî renk ve çizgi arayan, muhiti sadece bu ölçüye göre değerlendiren bir milliyetçi iseniz, gene hasret çekeceğiniz ilk şehir İstanbul’dur. İsterseniz, her biri eski Türk medeniyetinin dillere destan beşiği olan Semerkant, Buhara, Taşkent, Herat, Isfahan, Horasan ve Tebriz’de yaşayınız, isterseniz, asırlarca Türk’ün dağdaki çobanına bile «Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz» dedirten Bağdat’ta oturunuz, gözünüzde gene İstanbul tütecektir. O Bağdat ki Fuzûlî’yi, Nesimî’yi, Rûhî’yi ve Ahmet Haşimi yetiştirmiş. O Bağdat ki bağrında İmâm-ı Âzam, Abdulkadir-i Geyla- nî, Genç Osman ve Şıpka kahramanı Süleyman Paşa yatıyor. O Bağdat ki, Büyük Selçuklu Devleti’nin baş veziri Nizamül- mülk, 1065 yılında, İslâm âleminin ilk üniversitesi sayılan Nizamiye Medresesi’ni burada açmıştı. Osmanlı İmparatorluğu devrinde Rüşdiyelere öğretmen yetiştiren «Rüşdî Dârülmuallimîn»in (bugünkü Eğitim Enstitüsü) biri de —Ankara, Konya, Diyarbakır ve Üsküple beraber— Bağdat’taydı. Gene Osmanlı Devleti’nin askerî idâdî (bugünkü Askerî Lise) ve Mekteb-i Harbiye’leri Edirne, Manastır, Erzincan, Şam ve Bağdat vilâyetlerinde açılmıştı. Burası aynı zamanda bir ordu merkeziydi. Sayacaklarım daha bitmedi. Bağdat’ın meşhur Osmanlı valileri olan Midhat Paşa ile Süleyman Nazifi eski nesil hürmet ve rahmetle anıyor. Hukuk sistemleri Ahmed Cevded Paşa’mn Mecelle’sine dayanıyor. En çapraşık miras dâvaları, Osmanlı ecdadımızın kaleminden çıkan «Şer’iye sicilleri» sayesinde neticeye bağlanıyor. Değeri milyonları aşan vakıf müesseselerini de dedelerimiz kurmuş ve bırakmış. Biz Bağdat’ı öylesine öz vatanımız saymışız ki, Kanûnî, sevgilisine şu şekilde iltifat ediyordu:
Sıtanbulum, Karamanımı, diyâr-ı mülket-i Rûmum,
Bedehşânum u Kıpçakum u BAĞDÂDum, Horasanum.
İşte ben bütün bunlara rağmen İstanbul’a hasret çekiyorum. Ayrılalı henüz iki ay oldu. Bana sayısız yıllar geçmiş gibi geliyor. Acaba evimden, ailemden ve her biri gönlümde taht kurmuş nice nice dostlarımdan uzak kaldığım için mi bu derin özleyiş? Değil. Bunların tesiri ikinci plânda kalıyor. Sevdiklerimin hepsi yammda da olsa, İstanbul’u, gene şimdiki arzu ve iştiyakla özleyeceğimi sanıyorum. Çünkü o bütün bir vatanı, uzun bir tarihi ve zengin millî kültürü temsil ediyor. Her an iç çekişleri ile hatırladığımız şanlı mazimizi, hayranlıkla andığımız büyük ve eski san’at dehalarını, İstanbul’da yaşayınca, görüyor ve dinliyor gibi oluyordum. Nitekim son yılların karanlık günlerinde, kulaklarımızı bomba ve dinamit gürültüleri tırmalarken, kendimizi ya Sultan Ahmet camiine, yahut da Topkapı Sarayı’nm bahçesine atıyorduk. Ancak o zaman gönlümüze ferahlık, kalbimize ümit, gözümüze nur doluyordu. O muhitten hiç ayrılmak istemiyorduk. Eve dönerken, arkadaşlarla birbirimize teminat veriyorduk: «Azizim, bu devleti yıkamazlar, Türk milletini esir edemezler!» Kahraman ecdadımızın taşlara sinmiş büyüklüğü ve etrafımızda dolaştığına inandığımız ruhları bize üç beş gece rahat uyku uyutuyordu: Sonra gene, sonra ^ gene. Bu şekilde şanlı tarihe ve ecdadımızın san’at yadigarlarına sığınmamız, —İrfan Atagün dostumuz şahittir— yıllarca sürdü. Ben sanıyorum ki, o korkunç yılların kahredici ağırlığına, İstanbul’dan başka bir yerde olsak, dayanamazdık. Yahya Kemal’den iki mısra okuyup, Süleyma- niye’nin kubbesine dalınca, içinde bulunduğumuz cendereyi unutuyorduk. İşte biraz da bu sebeplerle, kendimi «İstanbul’a mecbur» hissediyorum. Onunla beraber olmağa şartlanmışım sanki. İçim sıkıldığı zaman, üzgün, olduğum an, derhal aklıma İs- . tanbul geliyor. Orada olsaydım, diyorum.
Şükür ki yanımda Mehmet Âkif ve Yahya Kemâl var. Topkapı Sarayı veya Sultan Ahmed’e gitmek ihtiyacını burada da duyunca, hemen ya Safahat’ı, yahut da Kendi Gök Kubbemiz’i açıyorum. Hele Itrî ile Dede Efendi’yi dinlemek imkânını da bulursam, gecelerim bile aydınlanıyor.
İstanbul’dan ayrılacağım günlerde kızıma sormuştum:
-Oytun, bil bakalım ben Bağdat’ta en çok kimi özliyeceğim? Şu cevabı vermişti:
-Dede Efendi ile Yahya Kemal’i.
Halbuki ben onun «beni özlersin» şeklinde bir karşılık vereceğini sanıyordum.
İşte kızımın bu sözü üzerine klâsik Türk musikisi plakları ile sevdiğim şairleri yanıma almayı ihmal etmedim. Fakat biz kederi de, neş’eyi de dostlarla paylaşmağa o kadar alışmışız ki… Dede’nin:
Ey gonca dehen hâr-ı elem câmma geçti!
mısraı ile başlayan Mâhur Beste’sini, sözleri Galib Dede’nin bir şâheseri olan:
Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenara düştü
Dayanır mı şişedir bu reh-i senk-sâra düştü
diye başlayan Mâhur Yürük Semâî’yi tek başıma dinlerken bir eksiklik hissediyorum. Yanımda, bu eserleri benim gibi seven arkadaşlarım da bulunsun istiyorum. Şiir okurken de öyle. Biz talebeliğimizden beri, aynı lezzeti duyduğumuz şiirleri üç beş arkadaş, ya beyit beyit, bent bent karşılıklı, yahut da koro halinde okurduk. Fuzûli’nin murabba ve gazelleri, Şeyh Galib’in müseddesleri, O Belde, Süleymaniye’de Bayram Sabahı ve Koca Mustâpaşa daimi «repertuarımızı» teşkil ederdi. Mükellef bir ziyafet sofrasında masal ülkelerinden getirilmiş nadide yemekleri beraber yiyor- muşuz gibi lezzet alırdık. Burada o imkândan da mahrumum. San’attan, edebiyattan ve manevî güzelliklerden anlamayanlarla bir arada yaşamak ne kadar korkunç! Gerçi Bağdat’ta iyi ve samimi dostlar edindim. Fakat çoğunun musiki zevki «minibüs şarkıları» etrafında dolaşıyor. Şiir zevkleri ise deniz seviyesinde kalmış. Onların bu halini görünce, bizim eğitim ve kültür politikamızın perişanlığı ve seviyesizliği, karmakarışık bir yıkıntı şeklinde tüylerimi ürpertiyor. Umumiyetle, ne bir fikir kitabı, ne de san’at dergisi okuyan var. İsimlerini bile duymamışlar. Dünyanın veya Türkiye’nin bugünkü mühim meselelerinden de haberleri yok. Radyo’da haber bülteni başlayınca, bunlar toplanıp, nefes almadan, merak ve heyecanla, neyi dinliyorlar biliyor musunuz? Çemişkezek sporla Keşan spor maçının neticesini! Memleketle ilgileri bundan ibaret. Ciddi konulara karşı alaka duyanların da pek azı geniş ve derin düşünebiliyor. Çoğunluk böyle olmakla beraber, bizim elçilikte, tahmin ve ümit etmediğim derecede vatan sever, çalışkan ve uyanık gençler tanıdım. Bu, benim için güzel bir sürpriz oldu. Hele Kabaklı hocanın talebeleri var ki, ateş gibidirler. Tabi bu arada Bağdat’a geldikten ancak iki ay sonra «Kerkük» ismini öğrenebilen ve o müddet içinde ısrarla «Kelküt» diyen kimselerin de devletimizi temsil edenler arasında bulunduğunu söylemeğe mecburum.
Ara sıra elçilikte «kokteyl parti»ler veriliyor. Orada soydaşlarınızla tanışıyorsunuz. Tatlı bir Anadolu Türkçesi ile konuşuyorlar. Erzurumlu, Sıvaslı, Maraşlı gibi. Aşağı yukarı 1040 tarihinden beri bu topraklarda oturan ve yarım asır önce İngiliz entrikasına kurban edip, bir daha ilgilenmediğiniz bu soydaş, milletdaş ve eski vatandaşlarınızla karşılaşınca neler hissedersiniz? Karşılaşmayanlar belki bir şey söyliyemezler. Ama ben onlarla tanıştım, konuştum ve dertleştim. Neler duyup, neler düşündüğümü nasıl anlatayım? Şair değilim, san’atkâr değilim. Sayfalarca yazmam lazım… Şimdi ise ne vaktim, ne de yerim var…
Bizim soydaşlarımızın aydınları, vatandaşlarımızın aydınlarına göre, Türk edebiyatını çok daha iyi biliyorlar. Fuzûlî’den, Baki’den Yahya Kemâl’e kadar, bütün şairlerimizi okumuşlar. Tabii okullarda değil, kendi kendilerine, Bir Türkiyeli’ye rastlayınca da, onu hemen imtihan ediyorlar. Ben de böyle bir imtihan geçirdim. Ayak üstü konuşurken, önce edebiyattan söz açtılar. Sonra içlerinden biri:
«Yâr rahm etti meğer nâle vü efganımıza…»
dedi ve sustu. Yüzüme baktı. Bende bir hareket yok! Mısraı gözümün içine baka baka tekrarladı. Meseleyi anladım ve beyti tamamladım:
Ki kadem bastı bugün külbe-i ahzâmmıza.”
Hiç bir tepki göstermeden gazel değiştirdi:
“Felek ayırdı beni çevrile cananımdan!
Ben devam ettim:
“Hazer etmez mi aceb nâle vü efganımdan!”
Dinleyenlerden «bırav! bırav!» sesleri yükseldi. Biz âdetâ âşıklar gibi atışmağa başladık. Karşımdaki Rıza Tevfik’e kadar geldi. Onun Tevfik Fikret için yazdığı şiirin birinci kıtasını okudu. Ben ikinci kıt’ayı hemen yetiştirdim. Herkes zevkle dinliyor. Fakat korkmağa da başladım. Çünkü aşağı yukarı her şairden bir kaç şiir biliyor rakibim. Ancak hamle sırasını ondan hiç almadan yarıştığımızın dinleyiciler farkında. Ben takıldığım taktirde, hücuma geçeceğim ve Mehmet Âkif ile Yahya Kemâl etrafında dolaşacağım. Yenilmeme imkân yok. Neyse ki buna ihtiyaç hasıl olmadı. Atışmayı bir şarkı güftesi ile bitirdik:
Gülzâra nazar kıldım
Ben de………….
virane-misâl olmuş!
diye tamamlayınca, durdu. Ondan sonra sohbete devam ettik. Öğrendim ki benden önce gelen meslektaşları da denemişler ve bazılarından iyi netice alamamışlar. Böylece Irak’taki soydaşlarımızın millî kültürlerine ne kadar bağlı kaldıklarını gözlerimle gördüm. Demek ki İngiliz elli yıl içinde Arap yarım aydınlarını, Türklere düşman yapmış ama, buradaki Türkleri sarsamamış. Fakat Irak Türklerini tehdit eden başka ve büyük tehlikeler var. O da ayrı bir yazı konusudur.
TÜRK EDEBİYATI, Ocak 1973.