Nursultan NAZARBAYEV: Geleceğe Bakış: Manevi Yenilenme

Geleceğe Bakış: Manevi Uyanış

Nursultan NAZARBAYEV

Kazakistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı

Kazakistan yeni bir tarihî döneme adım atmış bulunmak­tadır.

Sene başında ulusa yaptığım seslenişimde Kazakistan’ın üçüncü modernleşme sürecinin başladığını ilan etmiştim.

Böylece, bizler yenileşmenin iki önemli süreci olan siyasî reform ile ekonomik modernizasyonu ele almıştık.

Amacımız belli, dünyadaki en gelişmiş 30 ülke arasına gir­mektir.

Söz konusu iki modernizasyon sürecinin de netleşen amaç ile hedefleri, öncelikleri ile ulaşılmasına yardımcı olacak metod- ları vardır. Hedeflediğimiz tüm çalışmalarımızın zamanında ve azamî derecede etkin biçimde yapılacağından eminim. Fakat ta­sarladığımız şeylerin yapılması adına bunu yeterli görmüyorum.

Hedefe ulaşmamız için bilincimizin işimizden her zaman önde olması, diğer bir ifadeyle ondan daha önce modernleşmesi ve yenileşmesi gerekir. Bu durumda sadece siyasî ve ekonomik modernizasyonları temin etmekle kalmaz, ayrıca işin temel ta­şına dönüşür.

Manevî modernizasyon sadece günümüzden itibaren baş­layan bir çalışma değildir.

Bizler Bağımsızlık döneminde bu doğrultuda birkaç kap­samlı çalışmaya imza atmış bulunmaktayız.

2004 tarihinde Kültürel Miras Programı kapsamında Ka­zakistan genelinde bulunan tarihî ve kültürel anıt ile nesneleri yenilettik.

2013 yılında Halkın Tarih Dönüşümünde Programı ara- cığıyla dünyanın en önde gelen arşivlerinden millî tarihimiz ile ilgili belgeleri toplayarak inceledik.

Günümüzde ise bundan daha kapsamlı ve köklü çalışmala­ra imza atmalıyız.

Bu sebeple ben, daha güçlü ve sorumluluk duygusu daha üstün Tek Millet olmak için geleceğe doğru nasıl adım atacağı­mız ve toplumsal bilinci nasıl değiştireceğimiz hakkındaki gö­rüşlerimi aktarmayı arzu ettim.

  1. Yüzyıldaki Kamu Bilinci Hakkında

Yeryüzü mutlak manada gözümüzün önünde değişmekte­dir. Dünyada yönü hala belirsiz olan yeni bir tarihî dönem başla­mıştır. Devamlı değişmekte olan gergin bir zaman içinde duygu ile düşüncemize, dünya bakışımıza sinerek kök salmış olan ön­yargı kaidelerinden arınmadıktan sonra dünya çapında gelişmiş bir ülke haline gelmek ve önde gelen ülkelerle aynı hizada dur­mak mümkün değildir. Değişmemiz için kendimize ait olan ma­nevî değerlerimize sahip çıkarak zaman akışına ayak uydurmak­la yeni dönemin olumlu taraflarından istifade etmemiz gerekir.

  1. yüzyılın Batı Modernleşme Modeli’nin günümüzün ha­yatına uygun olmadığının asıl sebebi nedir? Bence, en büyük ek­siklik, Batı’nın kendine has modeli ile tecrübesini diğer halklar ile medeniyetlerin farklılığını göz önünde bulundurmadan her­kese mutlak olarak istençsiz bir şekilde dayatmasındadır. Doğal olarak moderneleşen herbir toplum tarihî süreçten beri devam edegelen kültürel ve manevî koda sahiptir.

Modernleşmenin yeni türünün en önemli şartı, söz konu­su millî kodunu koruma altına almaktır. Diğer türlü kodsuz mo­dernleşme boş yankıdan ibaret olacaktır.

Fakat millî koduma sahip çıkarım diyerek doğasında bulu­nan tüm iyi ile kötü hasletlerini, diğer bir ifadeyle insanın gele­ceğe yönelik inancını güçlendirerek teşvik eden özelliklerini de, duygu ile düşüncesini adeta felç ederek gelişmesine engel olan alışkanlıklarını da millî bilinci ile şuurun altında tutmaması ge­rektiği aşikardır.

Yeni modernleşme sürecinin, eskisi gibi tarihî tecrübe ile millî geleneklere karşı kendisini büyük görmemesi gerekir. Aksi­ne, daha önceki dönemlerin eleştirilerinden elenerek günümüze kadar ulaşan en iyi geleneklerin daha verimli modernleşme ve yenileşme sürecinin en önemli ön koşullarına dönüştürülmesi gerekir. Şayet bu süreç milletimizin millî ve manevî derinliğin­den istifade etmezse, onun farklı bir yola sapacağı açıktır.

Bununla birlikte, kamu bilincinin yenileşmesi millî şuurun her çeşit uç noktalarını birleştirerek uyum sağlayan gücüyle çok büyük önem taşımaktadır.

Bu ise geçmişimizin, günümüzün ve geleceğin ufuklarını uyumlu bir şekilde birleştiren millî hafızanın platformudur.

Bundan dolayı ben, halkımın ibretli tarihi ile eski zaman­lardan devam edegelen millî gelenek ile göreneklerini bundan sonraki medeniyetimizin en sağlam temeli haline getirerek her- bir adımının net atılmasını, geleceğe doğru özgüvenle yönelme­sini arzu ediyorum.

Bu bağlamda, bütün toplumun ve her bir Kazakistan va­tandaşının sahip olan bilincinin modernleşmesinin birkaç yönü­nü açıklamak isterim.

  1. Rekabet Edebilirlik Kabiliyeti

Günümüzde sadece bir insan değil, topyekün halkımız kendi rekabet edebilirlik kabiliyetini yükselttiği zaman ancak kazanabilmektedir.

Rekabet edebilirlik kabiliyeti, milletin bölgesel veya küre­sel pazardaki değeridir, kalite itibarıyla ötekilerden daha kazanç­lı ürünü teklif edebilmektir. Bu sadece maddi ürün değil, aynı zamanda eğitim, hizmet, entelektüel ürün veya kaliteli çalışma kaynakları da olabilir.

Gelecekte milletin kazançlı olması onun doğal kaynaklarıy­la değil, insanların rekabet edebilirlik kabiliyetiyle ölçülecektir. Dolayısıyla, her bir Kazakistan vatandaşı, söz konusu kabiliyeti aracığıyla topyekûn milletimiz 21. yüzyıla layık niteliğe sahip olmalıdır. Mesela, bilgisayar eğitimi, yabancı dil bilgisi, kültürel açıklık gibi unsurlar herbir insanın ilerlemesi ve gelişmesi adına zarurî olan ön koşullardandır.

İşte bu açıdan, Dijital Kazakistan, Üç Dilde Eğitim, Kültü­rel ve Dinler Arası Hoşgörü gibi devlet programları, milletimizi, yani tüm Kazakistan vatandaşlarını 21. yüzyılın şartlarına ve ta­leplerine uygun bireyler olarak hazırlama çalışmalarıdır.

  1. Pragmatizm

Karakterimize sinmiş olan birçok alışkanlık ile önyargıyı oluşturan katı kaideleri değiştirmedikçe bizim topyekûn yenileş­memiz mümkün değildir.

Milletimizin tarihine, atalarımızın yaşam tarzına bir anlı­ğına bakacak olursak, gerçek pargmatizmin misallerini bulmak mümkündür.

Halkımız asırlar boyunca doğduğu toprağının doğasını gözbebeği gibi korumuş, zenginliğinden hem hesaplı hem de ye­rinde faydalanan eşsiz ekolojik yaşam tarzını sürdürmüştür.

Geçmiş yüzyılın ortasında sadece birkaç yıl içinde milyon­larca hektar toprağımız acımasızca işlendi. Eski dönemlerden bu yana nesilden nesile aktarılarak devam eden millî pragmatizm sayılı seneler içinde tanınmayacak derecede değişmiş, akıl almaz savurganlığa mahkum edilmiştir. Neticede Toprak Ana’nın ya­ratıldığı günden bu yana otları yalnızca atların ayakları altında kalan bozkırın tüm verimliliği ile doğurtkanlığı kaybolmuştur. İşleme sonucunda, ekmeğimizi çıkardığımız binlerce hektar top­rağımız doğal afet bölgelerine, Aral Gölü ise çekilerek kupkuru çöle dönüşmüştür.

Bunlar, toprağa sorumsuzca davranmanın acı örnekleridir.

Bizlerin, dedelerimizden miras olarak benimsediğimiz, günümüzde de kan damarlarımızda dolaşan iyi hasletleri, müs­pet yanları, sağduyulu nitelikleri modernleşme yolunda yeniden canlandırmamız gerekir.

Pragmatizm, öz millî ve özel varlığı ile zenginliğini net olarak bilmek, ondan hesaplı olarak faydalanmak, ona bağlı ge­leceğini iyi planlayabilmek, israf ile savurganlığa, çalım ile gös­terişe imkan tanımamaktır esasında. Günümüzün toplumunda yer alan uygunsuz şatafat, yersiz lüks gerçek kültür değildir. Tam aksine, itidal, sadelik, ılımlılık, tutumluluk ile yerinde kullana- bilirlik gerçek kültürdür ve bu kültüre ne kadar sahip olursak, o kadar görgülü kalacağımız açıktır.

Hedefe doğru ulaşmaya, eğitim almaya, sağlıklı yaşamaya, profesyonel olarak yetişmeye öncelik vermek ve bu yönde her şeyden verimli bir şekilde faydalanmak, işte ahlakî pragmatizm dediğimiz budur.

Bu ise günümüzün dünyasında en başarılı modeldir. Gene­linde millet, özelinde ise insan önüne hedef belirleyerek ulaşma­ya çaba sarf etmezse, gelecekte hedefindeki işin gerçekleşmesi veya gerçekleşmemesi bir yana, milleti uçuruma götüren popü­list fikirlerin oluşması kaçınılmazdır.

Maalesef, tarihte milletlerin asla gerçekleşmeyen gaye-i hayallere doğru tırmanarak eninde sonunda suyun altında kal­dıkları hakkında misaller az değildir. Nitekim geçmiş yüzyılın en önemli üç ideolojisi olan komünizm, faşizm ve liberalizmin göz­lerimizin önünde yıkıldığına şahit olduk.

Günümüzde de radikal ideolojiler devri bitmiş vaziyette­dir. İşte bundan sonra net, açık, anlamlı ve geleceği aydınlatan yön ve bakışa ihtiyaç var. İnsanın da, topyekûn milletin de net bir hedefe ulaşmasını sağlayan sadece böyle yönler ile bakışlar gelişme göğünün kutup yıldızı olabilecektir. Her şeyden önce on­lar ülkenin imkanları ile kapasitesini dikkatle izlemelidirler.

Diğer bir ifadeyle, sadece realizm ile pragmatizm en yakın on senelik bir dönemin sloganı olmaya yarayacaktır.

  1. Millî Kimliği Koruma

Millî yenileşme diye adlandırdığımız kavram millî bilincin olgunluğunu bildirmektedir.

Burada iki konu var.

Bir, millî duygu ile düşüncenin ufkunu genişletmek.

İki, millî varlık ruhu korumakla birlikte onun birkaç vasfı­nı değiştirmek.

Şu anda hükmeden yenileşme modellerinin teşkil ettiği tehlike nedir?

Tehlike şudur, yenileşme sürecini millî gelişme modelin­den herkese ortak ve evrensel modele geçiş olarak bakıldığından kaynaklanmaktadır. Fakat hayat tecrübesi bu düşüncenin temel olarak yanlış olduğunu göstermiştir. Gerçekte herbir coğrafya ve herbir devlet kendine has bağımsız gelişme modelini oluştur­maktadır.

Millî gelenek ile göreneklerimiz, dilimiz ile müziğimiz, ede­biyatımız ile millî törenlerimiz, diğer bir ifadeyle millî ruhumuz yaşam tarzımız ile gönül dünyamızda ebedi olarak kalmalıdır.

Abay’ın bilgeliği, Avezov’un bilginliği, Jambıl’ın şiirleri ile Kurmangazı’nın ezgileri, asırlarca günümüze ulaşan dedelerimi­zin sesi ile nefesi, bunlar manevî kültür dünyamızın tek bir par­çasıdır.

Bununla birlikte, modernizasyon kavramı oldukça eskimiş olan, küresel dünya ile bağdaşmayan bazı alışkanlıklar ile âdet­lerden arınmayı ifade eder.

Mesela, hemşehricilik. Tabi ki, doğduğu toprağın tarihini bilmek ve onunla gurur duymak doğrudur. Fakat ondan daha önemlisi, her bir bireyin bir milletin evladı olduğunu unutma­ması gerekir.

Bizler her insanın kişisel olarak bulunduğu katkıları ile profesyonel yetenekleri değerlendirerek dayandığı meritokratik toplum kurmaktayız. Bu sistem ise kayırmacılığı kaldırmaz. Ka­yırmacılık, gelişmemiş ülkelerin düzenidir.

Bu konuyu teferruatıyla ele almamın maksadı, sahip oldu­ğumuz müspet ile menfi yanları sıralamak değildir. Ben Kaza­kistan vatandaşlarının hiçbir zaman değişmeyen iki kuralı idrak etmelerini isterim:

Bir, millî kod, millî kültür korunmadığı müddetçe yenileş­me söz konusu olamaz.

İki, ilerlememiz için milletin gelişmesine engel olan geçmi­şin geriye doğru çeken ögelerinden vazgeçmek lazımdır.

  1. Eğitimin Yükselmesi

Eğitimli olmak, bilgili olmaya çalışmak, yaratılışımızın vazgeçilmez bir özelliğidir.

Bağımsızlık yılları içinde bu anlamda büyük işler yapılmış­tır. Bizler on binlerce gencimizi dünyanın en önde gelen üniver­sitelerinde eğitim aldırdık, onları geleceğe hazırladık. Bu çalışma geçmiş asrın 90’lı yılları başında ele alınan Bolaşak (Gelecek) programıyla başlamıştır. Ülkemizde yüksek seviyede olan birkaç üniversite açılmış, entelektüel okullar sistemi oluşmuştur. Yine bu bağlamda daha da önemli işler yapılmıştır.

Fakat eğitim kültü herkes için ortak olmalıdır. Bunun net ve kaçınılmaz sebepleri vardır. Teknolojik devrimin gidişatına baktığımız zaman yakın on yıllık bir gelecekte şu anki meslekle­rin yarısının yok olacağını görmekteyiz.

Ekonominin meslekî yanı daha önce hiçbir devirde bu ka­dar hızlı değişmemiştir.

Demek ki yeni bir döneme adım atmış bulunuyoruz. Böyle bir ortamda ve şartlarda ancak mesleğini zorlanmadan değişti­rebilecek yetenekli ve eğitimli insanlar kazanırlar.

İşte bunu idrak ettiğimizden dolayı, bizler eğitim için ay­rılan bütçe masraflarının katkı payı açısından dünyada en önde gelen ülkelerden biriyiz.

Her alanda başarılı olmanın en önemli ve temel faktörün eğitim olduğunu herkes çok iyi anlamalıdır. Gençlerimiz ile ilgili öncelik vermemiz gereken en önemli husus, şüphesiz eğitimdir. Çünkü değerler sisteminde ancak eğitimli milletler değer kaza­nacaktır.

  1. Kazakistan’ın Devrimsel Değil,

Evrimsel Kalkınması

Bu sene, Avrasya kıtasının en geniş bölgesini darmadağın eden 1917 Ekim olayının 100. yıldönümüdür.

  1. yüzyıl tümüyle devrimci sarsıntılarla doluydu. Bu böl­gede bulunan tüm milletlerin büyük bir etkiyle varlığını değiş­tirmiştir.

Herbir millet tarihten kendine göre ders alır. Bu herkesin kendi iradesine bağlı olan şey.

Dolayısıyla kimseye kendi görüşünüzü zorla kabul ettire­mezsiniz. Ayrıca kimsenin tarih hakkındaki kendi sübjektif dü­şünce ve değerlendirmelerini de bizlere kabul ettirmeye hakkı yoktur.

Geçmiş 20. yüzyıl halkımız için acı dolu, zorbalık ve zulüm asrı olmuştur.

Evvela, millî gelişmenin eskiden beri devam edegelen ken­dimize has yol ve yöntem temelinden yıkılarak toplumsal yapı­lanmanın milletimize tamamen yabancı olan bir modeli irade dışı kabul ettirilmiştir.

İkinci olarak, milletimize korkunç demografik darbe yapıl­mıştır. Bir asırdır bu yara hala iyileşmemiştir.

Üçüncü olarak, Kazak dili ve kültürü nerdeyse yok olmaya mahkûm bırakılmıştır.

Dördüncü olarak, ülkemizin birçok yerleri ekolojik afet bölgelerine dönüşmüştür.

Tabi ki, tarih sadece karanlıktan ibaret değildir. 20. yüzyıl Kazakistan’a birçok hayırlara da vesile olmuştur.

Mesela, sanayileşmenin, sosyal ve sanayi altyapısının, yeni aydın kesimin oluşması önemli gelişmelerdir.

O dönemde ülkemizde ciddi manada bir yenileşme yaşan­mıştır. Fakat bu yenileşme millî değildi, daha çok bölgeseldi.

Dolayısıyla tarihimizi iyi okumalıyız. Devrimler zamanı he­nüz bitmiş değildir. Onun ancak şekli ile muhtevası değişmiştir.

Bizim geçmiş tarihimiz besbelli bir gerçeği, yani tek evrim­sel gelişmenin milletin büyümesine imkân sağlayacağını göster­miştir.

Eğer bundan ders çıkartamazsak, yine tarihin demir pen­çesine düşmemiz kaçınılmaz bir gerçek olur. Öyleyse, evrimsel gelişme kaidesi her bir Kazakistan vatandaşının özel ve bağımsız rehberine dönüştürülmelidir.

Fakat toplumun evrimsel gelişmesi prensip olarak ebedi­yen devam edecek değildir. Bundan dolayı tarihin gerçek dersini çıkartmakla birlikte şahit olduğumuz günlük olup biten şeyle­rin analizini yapmamıza, geleceğe doğru gidişatın olumlu veya olumsuz olduğunu iyi okumamıza bağlıdır.

Günümüzde devrimler şeklini değiştirerek millî, dinî, kül­türel, ayrımcı kisvesine bürünmüş bulunmaktadır. Fakat bütün bunların eninde sonunda katliamla, ekonomik iflaslarla yıkıldı­ğını ve bittiğini görmekteyiz.

Dolayısıyla, dünyada olup biten şeyleri düşünce eleğinden geçirerek sonuca varmak, hem toplumun, hem siyasî partiler ile hareketlerin, hem de eğitim sisteminin dünya görüşünü, manevî olgunluğu belirleyen kapsamlı çalışmaların bir parçasıdır.

  1. Bilincin Açıklığı

Birçok problemler, dünyanın hızlı bir şekilde değişmesine rağmen kitle bilincinin “ocak yaptı, ateş yaktı” düzeyinde kalma­sından kaynaklanmaktadır.

Yeryüzündeki milyardan fazla insanın başta öz dili olmak üzere meslekî iletişim aracı olarak kullandığı İngilizceyi bizlerin de topyekûn millet olarak ve ivediyle öğrenmemiz gerek. Bunu ispat etmeye gerek yok, sanırım.

Avrupa Birliği’nin 400 milyondan fazla nüfusunun öz dil­leri olan Almanca, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca veya diğer dillere hiç mi saygıları yok? Ya da 100 milyondan fazla Çinli ile Endonezyalılar, Malaylar İngilizceyi öylesine mi öğreniyorlar?

Bu, falancının isteği değil, küresel dünyayla rahatlıkla en­tegre olup iş yapabilmenin ön koşuludur.

Fakat konu bununla bitmiyor. Bilincin açıklığı zihniyetin üç özelliğini göstermektedir.

Birinci olarak, dünyada, yeryüzünün kendisiyle ilgili olan bölgede ve kendi ülkesinin çevresinde neler olup bittiğini anla­maya imkân verir.

İkinci olarak, yeni teknoloji düzeninin getireceği değişik­liklerin hepsine hazır olmak demektir. Yakın gelecekte bizim yaşam tarzımız: işimiz, hayatımız, tatilimiz, evimiz, insanlar arasındaki ilişkilerimiz, yani herşey değişecektir. Bizler bu deği­şikliğe hazır bulunmalıyız.

Üçüncü olarak, ötekilerin tecrübesinden faydalanarak en başarılı yanlarına sahip çıkmak. Karakterin derinliği haline ge­tirmek. Asya kıtasındaki iki büyük devlet olan Japonya ile Çin’in günümüzdeki durumu budur. Onlar bu imkânlardan çok iyi fay­dalanmakla iyi bir örnektirler.

“İyisi benim, kötüsü senin” diye aksülamele başvurmadan açık olmak, başkalarının başarılarını kabullenebilmek, işte bu kazanmanın yoludur, açık zihniyetin göstergelerinden biridir.

Eğer Kazakistan vatandaşları dünyaya evlerinden çıkma­dan, pencerelerinden bakarak değerlendirmeye kalkışırlarsa, dünyada, kıtada, hatta komşu ülkelerinde neler olup bittiğini net görememiş olurlar.

Üstelik ufkun öbür ucunda nelerin döndüğünü bilemezler. Ayrıca, birçok prensiplerimizi kökten yeniden değerlendirme süzgecinden geçirmeye mecbur kılan dış etkilerin derinliğine inemeden idrak edemezler.

Yakın Gelecekteki Yıllara Yönelik Yapılması Gerekenler

Kamu bilinci sadece yenileşmenin temel prensiplerini oluşturmak değil, zamanın sınavından başarıyla geçirecek pro­jeleri gerçekleştirmemizi de talep ediyor.

Bu bağlamda, önümüzdeki yıllarda ele alınması gereken birkaç projeyi teklif etmek isterim.

Birinci olarak, Kazak dilinde kademe kademe Latin alfabe­sine geçme çalışmalarını başlatmamız gerekir. Bizler bu konuya hassasiyetle yaklaşarak dikkatlice ele aldık ve Bağımsızlığı elde ettikten sonra bu doğrultuda hazırlık çalışmalarını yürüttük.

Kazak dilinin alfabesi derin köklere sahiptir.

  1. ve 7. yüzyıllar, eski Orta çağ dönemidir. Bu dönemde Avrasya kıtasında tarihe Orhun-Yenisey Yazıtları ismiyle geçen eski Türk boylarının runik yazıları kullanılmıştır.

Bu yazılar insanlık tarihinde en eski alfabelerden biri ola­rak bilinir.

  1. ve 15. yüzyıllar arasında Türk dili, Avrasya kıtasının ala­bildiğince kapsamlı bir bölgede milletlerarası iletişim dili olmuş­tur.

Mesela, Altın Orda Devleti’nin tüm resmî belgeleri ile uluslararası haberleşme yazıları aslında Orta çağın Türk dilinde yazılmıştır.

Halkımız İslam dinini kabul ettikten sonra runik yazılar zamanla kullanımdan çıkarak Arap dili ile Arap alfabesi yaygın­laşmıştır. 10. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar 900 sene Kazakistan coğ­rafyasında Arap alfabesi kullanılmıştır.

7 Ağustos 1929 tarihinde SSCB Merkez İcra Kurulu ile Kazakistan SCB Halk Komiserler Konseyi’nin Başkanlık Heyeti latinleşen yeni alfabe olan Tek Türk Alfabesi’nin getirilmesi ile ilgili kararı kabul etmiştir.

Latin alfabesine göre yapılan yazı nüshası 1929 yılından 1940 yılına kadar kullanılarak sonra Kiril alfabesine geçilmiştir.

13 Kasım 1940 tarihinde Kazak yazısını Latin alfabesin­den Rus grafiğine göre hazırlanmış yeni alfabeye geçme ile ilgili kanun kabul edilmiştir.

Böylece Kazak dili alfabesinin değişme tarihi aslında siyasî nedenlerle belirlenmiştir.

Ben Aralık 2012 tarihinde ilan ettiğim Kazakistan-2050 Stratejisi’nde 2025 tarihinden itibaren Latin alfabesine geçmeye başlamamız gerektiğini söylemiştim.

Bu ise o günden tüm alanlarda Latin harfine geçmeye baş­layacağız demektir. Diğer bir ifadeyle, 2025 tarihine doğru ev­rakları, periodik basını, ders kitaplarını, hepsini Latin alfabesiy­le yayınlamamız gerekir.

İşte bu dönem yaklaştığından dolayı bizler zaman geçir­meden bu bağlamdaki çalışmaya şimdiden başlamamız gerek. Bizler böylesi kapsamlı çalışmayı başlatmak için gereken hazır­lıkları şimdiden yapmaya girişiyoruz. Hükümet’in Kazak dilinde Latin alfabesine geçme ile ilgili net bir çizelgeyi yapması gerek.

Latin alfabesine geçişin derin bir mantığı var. Zira bu gü­nümüzün teknolojik ortamının, iletişimin, ayrıca 21. yüzyıldaki ilim ve eğitim sürecinin farklılıklarına bağlıdır.

Okullarda çocuklarımız İngilizce öğrenmekle zaten Latin harflerini de öğrenmiş bulunuyorlar. Dolayısıyla, genç kuşak için hiçbir zorluğu yoktur.

2017 yılının sonuna kadar bilim adamlarının destekleriy­le tüm sivil toplum örgütleri temsilcileriyle danışarak Kazak al­fabesinin yeni grafiğinin tek standardı kabul edilmelidir. 2018 yılından itibaren yeni alfabeyi öğreten uzmanları ve okullara yö­nelik ders kitaplarını hazırlamamız gerekir.

Önümüzdeki 2 senede organize ve metodolojik çalışmalar yapılmalıdır.

Tabi ki, yeni alfabeye ayak uydurma sürecinde belli bir za­man diliminde Kiril alfabesi kullanılacaktır.

İkinci olarak, sosyal ve beşeri ilimler ile ilgili “Yeni Sosyal Eği­tim. Kazak Dilindeki 100 Yeni Ders Kitabı” projesini ele alacağız.

Bunun anlamı şudur:

  1. Bizlerin tarih, siyasî bilimler, beşeri bilimler, felsefe, psi­koloji, kültür bilimleri ve filoloji bilimleri ile ilgili öğrencilere iyi bir eğitim verilmesi adına gereken katkıyı sağlamamız gerekir. Sosyal aydın kesimin temsilcileri ülkemizin yükseköğretim ku­rulundaki sosyal bölümlerini yeniden yapılandırmakla devletin desteğini görecekler. Bizim sadece mühendisler ile doktorlar de­ğil, günümüzü ve geleceği derin bir şekilde algılayabilecek eği­timli insanlara ihtiyacımız vardır.
  2. Bizler önümüzdeki birkaç sene içinde sosyal eğitimin tüm yönleriyle ilgili dünyadaki en kaliteli 100 ders kitabını her türlü dillerden Kazak diline tercüme ettirerek gençlerimize dün­yadaki seçme eserlerden eğitim almaya imkân sağlayacağız. 2018-2019 eğitim yılından itibaren öğrencilerimize bu kitapları okutmalıyız.
  3. Bunun için şu anda tercüme ile ilgilenen kurumlara da­yalı devlet değil, Milli Tercüme Bürosu kurulmalıdır. Bu kurum Hükümet’in talimatı doğrultusunda 2017 yılının yaz mevsimin­den itibaren çalışmalara başlamalıdır.

Şimdi bu programla neyi elde edeceğiz?

Evvela, yüz binlerce öğrenciye yeni ve kaliteli seviyede eği­tim vereceğiz.

Bu ise eğitim alanındaki küresel rekabet edebilirliğe adap­te olabilecek uzmanları hazırlamak demektir.

Bununla birlikte, yeni uzmanlar açıklık, pragmatizm ve rekabet edebilirlik gibi bilinç modernleşmesinin temel prensip­lerini toplumda yerleştiren asıl güce dönüşecektir. Bu durumda geleceğin temeli eğitim kurumlarının sınıflarında atılacaktır.

Bizim sosyal eğitimimiz uzun yıllardır sadece bir tek ilmin kapsamında kalarak dünyaya bir tek görüşle bakmaya mecbur kalmıştık. Dünyanın en önde gelen 100 ders kitabının Kazak di­linde yayınlanması 5-6 sene sonra meyvesini verecektir. Bundan dolayı, zaman geçirmeden, modern, seçmeli modelleri alarak on­ların Kazak dilindeki tercümelerini yapmamız gerekir.

Bu, devletin sorumluluğudur.

Hükümet bu konuyu tercüman uzmanlarıyla sağlamak, telif hakkı, öğretim ve metodolojik müfredatları ile profesör ve eğitimci bileşimini belirlemek gibi durumları önemseyerek bü­tüncül bir yaklaşımla çözmelidir.

Üçüncü olarak, Kazaklar “Anavatana bayrağını dik!” diye boşuna söylememişler.

Vatanseverlik doğduğun toprağına, büyüdüğün memle­ketine, şehrine ve kentine, diğer bir ifade ile ana vatanına olan sevgiden başlar.

Bundandır ki, ben Ana Toprak Programını ele almayı teklif ederim. Bu programın kapsamı zamanla genişleyerek Ana Va- tan’a ulaşacaktır.

Mesela, “Köyüm, türküm” adlı türküyü söylerken, “Ana toprağını sevemeyen, sever mi hiç Ana vatanını” diye seslendir­mez miydik? Gerçeğinde, bu derin manalar içeren sözlerdir.

Neden program “Ana Toprak” olarak adlandırılır? İnsa­noğlu, sadece sınırsız düşüncenin değil, fevkalade bir duygunun sahibidir. Ana toprak, herkesin doğarak üzerine cemre gibi düş­tüğü, bağrında süründüğü, ayaklarıyla bastığı kutsal mekandır, nicelerinin ebediyen yaşadığı yurdudur. İnsan nerede bulunursa bulunsun, ona gözbebeği gibi bakar.

Ana toprağın kültürü ile geleneklerine aşk ve şevkle katkı­da bulunmak, gerçek vatanseverliğin önemli bir neticesidir.

Bu ise halkları öylesine birleştiren toplum değil, gerçek manasıyla millet olarak bina eden kültürel ve genetik kodun te­melidir.

Dedelerimiz asırlarca sadece uçsuz bucaksız bozkırı koru­madılar. Onlar milletin geleceğini, gelecek nesilleri, bizleri ko­rudular. Dışarıdan gelen yabancı milletlere Atayurt’un bir avuç toprağını vermeden sonraki nesillerine miras olarak bıraktılar.

Ana toprağa olan sevgi neyi gösterir, genel manada prog­ramın amacı nedir?

Birinci olarak, bu program eğitim alanında kapsamlı ülkeyi tanıtan çalışmaları sürdürmeyi, ekolojiyi iyileştirmeyi ve kentle­ri güzelleştirerek önemsemeyi, yerel düzeydeki tarihi anıtlar ile kültürel nesneleri yeni yapılandırmayı hedeflemektedir.

Vatanseverliğin en iyi modeli, okullarda ana toprağın tari­hini öğretmekle başlarsa, amacına ulaşacaktır.

Ana toprağın her bir deresi ile deryası, dağı ile ırmağı tarihi anımsatmaktadır. Herbir yerin ismi hakkında nice efsaneler ile hikâyeler vardır. Her bir bölgenin milletine sahip çıkan, isimleri halkın hafızasında kalan önderleri vardır. İşte bunları yeni nesil öğrenmelidir.

İkinci olarak, başka bölgelere göç etmiş olsa da, ana vatan­larını unutmayan, vatanına her zaman destek vermek isteyen iş adamları, memurları, aydınları ile gençleri bir araya getirerek destek verilmelidir. Bu, gerçek ve değişmeyen vatanseverlik duy­gusudur, herkes bu duyguyu taşıyabilir. Bunu yasaklamadan, tam tersine teşvik edilmelidir.

Üçüncü olarak, yerel yönetim Ana Toprak Programını sis­tematik bir şekilde ele almalıdır.

Bu çalışma kendiliğinden asla gitmez, dolayısıyla dikkatli­ce istişare ederek halka inilerek anlatılmalıdır.

Ana toprağına yardım edenlere destek vermenin ve ilgi göstermenin yollarını bulmak lazım.

Bu konuda yapılması gereken iş çoktur.

Bununla kentleri yeşillendirmeye, okulları bilgisayarlarla donatmaya, yerel yükseköğretim kurumlarına sponsorluk yap­maya, müzeler ile galerileri zenginleştirmeye yönelik çalışmalar yapılabilir.

Kısacası, Ana Toprak Programı millet çapında vatansever­liğin temel taşına dönüşecektir.

Böylece Ana toprağa olan sevgi Ana vatana, Kazakistan’a olan yüksek duyguya ulaşacaktır.

Dördüncü olarak, yerel nesneler ile yerleşimlere yönelik Ana Toprak Programından farklı olarak bizler, halkımızın bilin­cine bundan daha önemli olan millî kutsal yerler kavramını yer­leştirmeliyiz.

Bu bağlamda, Kazakistan’ın Kutsal Manevî Değerleri veya Kazakistan’ın Kutsal Topraklarının Coğrafyası projesi yapılandı­rılmalıdır.

Her bir halkın, herbir medeniyetin insanın ortak payda­sından ortak kutsal toprakları olduğu bilinir ve her bir vatandaş bunu bilmektedir.

Bu konu, manevî geleneğin temellerinden biridir.

Bizler, engin toprağı olan, manevî tarihi zengin olan ül­keyiz. Ulu Bozkır’ın alabildiğince geniş toprağı tarihte her türlü rolü üstlenmiştir. Fakat bu kadar manevî coğrafyaya sahip olan halkın içindeki kardeşlik ilişkileri hiçbir zaman kesilmemiştir.

Ayrıca, bizler tarihimizde bu kadar derin, manevî ve mu­kaddes olan kutsal yerlerimizi tek bir alana çevirememiştik.

Mevzu ülkemizdeki anıtların, binalar ile eski şehirlerin restorasyonu değildir.

Asıl düşünce, Ulıtav (Uludağ) etrafındaki tarihi komplek­si, Hoca Ahmet Yesevî Türbesi’ni, Taraz’ın (Talas) eski anıtlarını, Beket Ata Türbesi’ni, Altay’daki eski kompleksler ile Yedisu’yun kutsal yerlerini ve diğer yerleri birbirine bağlayarak milletin ha­fızasında kalacak olan tek bir millî külliye olarak algılanmasıdır.

Bütün bunlar halkımızın millî birlik ve beraberliğinin yıkıl­maz temel taşını oluşturmaktadırlar.

Söz konusu yabancı ideolojilerin etkisi ise, onların arkala­rında diğer halkların değerleri ile kültürel sembollerin bulundu­ğunu hatırda tutmalıyız.

Dolayısıyla, yabancı fikirlere karşı ancak kendi millî değer­lerimizle durabiliriz.

Kazakistan’ın kutsal yerlerinin kültürel ve coğrafî çizgisi, asırların geçmesine rağmen bizleri her türlü manevî zaafiyeten koruyarak kurtaracak olan sembolik zırhımız ve millî onurumu­zun kaynağıdır.

Bu ise, millî birliğin en önemli unsurlarından biridir. Do­layısıyla, bin yıllık tarihimizde bizler ilk defa böylesi kapsamlı projeye imza atarak gerçekleştirmek zorundayız.

Bu sene Hükümet milletimizle danışarak projeyi hazırla­malı. Bu projede üç hususa önem verilmelidir.

  1. Söz konusu Kültürel ve Coğrafî Çizgi’nin rolü ile buna eklenen yerler hakkında her bir Kazakistan vatandaşının bilmesi için eğitim görmelidir.
  2. Medya bundan oluşan millî bilgi projeleriyle düzenli bir şekilde ilgilenmelidir.
  3. İç ve dış kültürel turizm halkımızın saygı gösterdiği manevî mirasa dayanmak zorundadır. Kültürel önem açısından Türkistan veya Altay, sadece millî veya bölgesel değil, küresel çaptaki değerlerdir.

Beşinci olarak, günümüzün dünyasında rekabet edebi­lirlik, kültürün de rekabet edebirliği demektir. ABD’nin soğuk savaşı dönemindeki başarının çoğunluğu Hollywood’un sayesin­dedir.

Eğer bizler 21. yüzyılın küresel haritasında kimseye ben­zemeyen, eşsiz ve bağımsız bir millet olmayı arzu ediyorsak, Küresel Çağdaş Kazakistan Kültürü projesini gerçekleştirmek zorundayız.

Dünya bizi kara altınla veya dış politikadaki insiyatiflerimizle değil, kültürel başarımızla tanımalıdır.

Bu proje neyi gözlemlemektedir?

Birinci olarak, ulusal kültürümüz BM’nin altı dili olan İn­gilizce, Rusça, Çince, İspanyolca, Arapça ve Fransızca konuşabil­mesi için amaçlı prensip olması lazımdır.

İkinci olarak, bu günümüzün Kazakistan vatandaşlarının yaptığı çağdaş kültür olmalıdır.

Üçüncü olarak, kültürel hazinelerimizi dünya halklarına tanıtmanın yepyeni yol ve yöntemlerini bulmak lazımdır.

Kültürel ürünlerimizin sadece kitap olarak değil, her çeşit multimedya yoluyla çıkması elzemdir.

Dördüncü olarak, bu proje devlet tarafından desteklenme­lidir. Dış İşleri, Kültür ve Spor, Enformasyon ve İletişim Bakan­lıkları sistematik bir şekilde bu amaçta içli dışlı çalışmalıdır.

Beşinci olarak, bu çalışmada aydın kesim, özellikle Kaza­kistan Yazarlar Birliği ile İlimler Akademisi, üniversiteler ile top­lumsal kurumlar yer almalıdırlar.

Bizler çağdaş kültürümüzün hangi temsilcileriyle dünya arenasına çıkmaları gerektiğine karar vermeliyiz.

Millî kültürümüz en iyi modellerini seçtikten sonra yurt dışında tanıtma törenlerini düzenleriz.

Dolayısıyla 2017 yılı, dünyaya kültür alanındaki hangi ba­şarılarımızı gösterebileceğimizi netleştirme açısından çözücü yıl olacaktır. Ondan sonra ortak programı 5-7 sene içinde gerçek­leştireceğiz.

Bu şekilde bin yıllık tarihimizde kendi kültürümüz ilk defa dünyanın tüm kıtalarına ulaşarak en önemli dillerde konuşacak­tır.

Altıncı olarak, millî onurumuz, sadece eski babayiğit dede­lerimiz, ulu ozanlarımız ile mütefekkirlerimiz olmamalıdır.

Ben günümüzün çağdaş vatandaşlarımızın birçok başarılı çalışmalarına önem verilmesi gerektiğine inanıyorum.

Bu düşünceyi Kazakistan’daki 100 Yeni İsim projesi ile ger­çekleştirmek lazımdır.

Ülkemizin Bağımsızlık tarihinin yazılmaya başlamasına 25 sene geçti. Bu ise, tarihî açıdan baktığımzda bir andır, fakat ona rağmen bir asırlık önem taşımaktadır. Tabi ki, yapılan çalışmala­rın önemi ile büyüklüğüne hiçbir şüphemiz yoktur.

Fakat bu büyük çalışmaya imza atan, ülkenin gelişmesi­ne büyük katkı sağlayan vatandaşlarımızın kendileri ile onların başarıyı elde ettikleri tarih genelde kuru bir bilgiler ile sayıların gölgesinde kalmaktadır. Doğrusu, Kazakistan’ın attığı her bir ba­şarılı adımın arkasında çok çeşitli kaderler vardır.

Kazakistan’daki 100 Yeni İsim projesi, Bağımsızlık yılların­da başarıyı elde eden, ülkemizin her bölgesinde oturan her türlü yaştaki çeşitli etnik grupları temsil edenlerin tarihidir.

Projede insanların kaderleri ile özgeçmişleri aracığıyla gü­nümüzün, çağdaş Kazakistan’ın şekli şemali görünecektir.

Bizler genelde “Yanında bulunuyor iyi insan” sözünü pek anlamıyoruz. Gerçekten, Bağımsızlık döneminde alın teriyle, eğitim seviyesiyle, sanatıyla önde gelen nice çağdaş insanımız var. Onların yürüdüğü yollar, herhangi istatistik bilgilerden daha değerlidir.

Dolayısıyla, onları televizyon belgeselinin kahramanlarına dönüştürmeliyiz. Gençlerimizin hayatı gerçek bir gözle izleyerek kendi kaderlerine kendileri sahip çıkabilecek vatandaş olmaları için onlara modeller sunmalıyız.

Günümüzün medya kültürünü hitabeti güçlü hatipler de­ğil, hayatın gerçek olayları oluşturmaktadır. Medya bunu önem­semelidir.

Bu proje üç meseleyi çözümlemesi için yönlendirilmelidir.

  1. Akıl yoluyla, eliyle, kabiliyetiyle çağdaş Kazakistan’ı oluşturan insanları topluma tanıtmak lazımdır.
  2. Onlara bilgi desteği vererek tanıtmanın yeni multimed- ya zeminini oluşturmak lazımdır.
  3. 100 Yeni İsim projesinin yerel nüshasını hazırlamak. Milletimiz millî altın fonuna giren insanları tanımalıdır.

SONUÇ

Devlet ile millet, kurşundan heykelleştirilen ve değişme­yen bir dünya değildir. Her zaman gelişen sağ beden uzvu gibi­dir. Onun yaşaması için zaman akışına bilinçli bir şekilde adapte olabilmek gerekir.

Yeni küresel süreçler kimseye sormadan, kapıyı çalmadan birdenbire önümüze geçti. Dolayısıyla, zamana uygun modern­leşme sorumluluğu tüm devletlerin önünde durmaktadır.

Hızlı bir şekilde akan zaman kimseyi beklemez. Yenileşme de, tıpkı tarih gibi devam eden bir süreçtir.

İki devrin omuz omuza geldiği geçici bir dönemde Kazakis­tan’a köklü yenileşme ile mefkûreler aracığıyla geleceğini ebedi­leştirmenin eşsiz tarihî imkânı sunulmaktadır.

Ben tüm Kazakistan vatandaşlarının, özellikle genç neslin modernleşme hakkında yapılan tekliflerin önemini iyi anlaya­caklarını düşünüyorum.

Yeni dönemde modernleşmeye karşı olan gayret, gelişme­mizin asıl prensibidir. Yaşamak için değişebilmek lazımdır. Bunu kabul etmeyenler tarihin tozlu sayfalarında yok olup gidecekler­dir.