Ülkücü Gençliğin Sesi:
Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi
TÜRK YURDU, Mayıs 2011 – Yıl 100 – Sayı 285
Osman OKTAY
Zaman her şeyi unutturuyor… Abdurrahim Karakoç’un, birbirlerine sevdalı oldukları halde kavuşamayıp başkasıyla evlenmek zorunda kalan maşukunu teselli eden aşığın diliyle “Oğlun kızın olsun hele, unutursun Mihribanım” mısraında anlatmaya çalıştığı gibi aşkları, sevdaları bile unutturuyor zaman. Kaldı ki günümüzde ne Leyla ile Mecnunlar, ne Kerem ile Aslılar, ne de Ferhat ile Şirinler var. Onun içindir ki Faruk Nafiz Çamlıbel, “Çoban Çeşmesi” isimli şiirinde şöyle yakınıyor:
“Ne şair yaş döker ne âşık ağlar
Tarihe karıştı eski sevdalar
Beyhude seslenir, beyhude çağlar
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi!”
Bizler de şimdilerde 60’lı yılların sonlarına doğru ve ardından gelen yıllarda yaşananları unuttuk. Belki de ısrarla unutturmak isteyenlerin tezgâhlarına geliyoruz. Kimi arkadaşlarımız hayat gailesine, evlad-ı ıyal derdine düştükleri, kimileri menfaat pazarına girdikleri, kimileri mevki-makam hastalığına duçar oldukları, kimileri de nefisleri ile olan savaşta yenik düştükleri için aşklarını, sevgilerini, ülkülerini unutmuş görünüyorlar. Hiç ummadığımız kişiler o yıllarda Türkiye’yi bir girdaba sürükleyenleri haklı çıkarmak için tabir yerinde ise dokuz takla atıyorlar ve o keşmekeşin elebaşlarından oldukları için mahkûm edilenlere yandaş ve yoldaşlarının yakıştırdığı “Darağacında üç fidan” senaryosunun sahnelenmesinde figüran olmaya talip oluyorlar. Geçmişi unutmayan ve unutturmak istemeyenlerimiz de dağ başında çağlayıp duran çoban çeşmesi gibi bir sağa bir sola beyhude seslenip duruyorlar. Aslında bu gayret içinde olanların işi zor, hem de çok zor. Çünkü figüranlığa paralel olarak bir “kandırıldık – kullanıldık” edebiyatı da gırla gidiyor. Oysa insanın inandığı bir dava varsa ve onun gereğini yapmışsa, yapmaya çalışmışsa kandırılmamıştır, kullanılmamıştır. Ama ulvi bir gayeniz olmadıysa zaten şu yalan dünyayı boşa çiğnemişsiniz demektir. Allah’a şükürler olsun ki bizler geçmişte yaşadıklarımızı unutmadık, unutturmayacağız. Hiçbir zaman kullanıldığımıza da ihtimal vermedik. Üstelik davamızda ne kadar haklı olduğumuz yıllar geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Vatanımızı, milletimizi, devletimizi sevdik, sevmeye devam edeceğiz. Hem de buna bugün dünden daha çok ihtiyaç olduğunun şuurunda olarak…
Sözünü ettiğimiz dönem, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dönüm noktalarından biri idi. Cumhuriyet’in ilanından kırk küsur yıl geçmiş olmasına rağmen taşlar tam olarak yerine oturtulamamış; özellikle eğitim, sağlık ve hukuk alanlarında açıklar veriliyor, sosyal alandaki kopukluklar her türlü istismara davetiye çıkarıyordu. Üniversite çevrelerinde oluşan gençlik gruplaşmaları birer fikir ve düşünce hareketi olarak başlamıştı ve sol gruplar bu konuda bir değil, birkaç adım önde gidiyorlardı. Ancak bu üstünlüklerini sürdürüp geliştirmek yerine kavgaya girdiler, silaha sarıldılar. Anlaşılan aceleleri vardı. Çeşitli yayın organlarına sahip olmaları, dışarıdan büyük ölçüde destek görmeleri işlerini kolaylaştırıyor, büyük bir propaganda gücü ve her türlü baskı ile milleti yıldırıyorlardı. Böyle bir ortamda elbette karşı atağa geçilmesi gerekiyordu. 1967 yılı sonunda yeni bir yayın hamlesi başlatan Türk Yurdu dergisinin Genel Yayın Müdürü Galip Erdem, derginin Aralık 1967’de yayımlanan 342. sayısında içinde bulunulan durumu şu cümlelerle özetliyordu:
“Türk fikir hayatının gelişmesini sağlayacak müsait bir zemin üzerinde bulunduğumuzu sanıyoruz. Okuma alışkanlığı artık gelişmeye başlamış, okuduklarına göre hüküm verenlerin sayısı çoğalmıştır.
Türk Milliyetçiliğine aykırı fikirlerin sahipleri, bilhassa aşırı solcular okuma isteğinin artışını kendi hesaplarına gayet iyi değerlendirmişlerdir. Nitekim ilmi bir değer taşımamaları ve samimiyetten mahrum oluşları yanında, propaganda gücü son derece tesirli bir solcu neşriyat sağanağı piyasayı adeta istila etmiştir. Diğer taraftan milliyetçi neşriyat hem yetersizdir, hem de azdır. Bilhassa günlük siyaset endişelerinden uzak, ilmin icaplarına bağlı, düşünce haysiyetine saygılı ve belli bir zümrenin değil bütün Türk Milliyetçilerinin sesi olabilecek vasıfta bir fikir dergisinin bulunmayışı eminiz ki dikkatlerinizden kaçmamıştır…”
Türk Yurdu’nun 100. Yılı münasebetiyle, “Türk Yurdu’nun Genel Yayın Müdürlerinden, Ömrünü Türk Milliyetçiliğine Adayan Adam: Galip Erdem” başlığı ile (*) kaleme aldığım yazıda da belirttiğim gibi, “İyi niyet ve bir idealle başlatılan bu yeni Türk Yurdu hamlesi imkânsızlığın ve ilgisizliğin kurbanı olarak birkaç sayı sonra yayımına ara vermek zorunda kalıyor. Ancak, Genel Yayın Müdürü Galip Erdem’in tespitleri boşa gitmiyor. Türk milliyetçilerinin sesi olabilecek bir yayın hamlesi başlatılarak fikir, düşünce ve sanat alanında Töre, Ocak, siyasi alanda Devlet, gençliğin sesi olarak da Bozkurt dergileri belli aralıklarla yayın hayatına girerek büyük bir boşluğu dolduruyorlar.”
1972 yılının Ekim ayında Ülkücü Gençliğin Sesi olarak yayın hayatına başlayan Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi’nin künyesinde şu isimleri görüyoruz: Sahibi: Sadi SOMUNCUOĞLU, Yazı İşleri Müdürü: Nedim ÜNAL, İdare Müdürü: Mahir DURAKOĞLU. 150 kuruştan satılan ve o dönemde büyük gazetelerin tek dağıtım firması olan GAMEDA tarafından yurt çapındaki gazete bayilerine ulaştırılan derginin ilk baskısı kısa zamanda tükendiği için ikinci baskısı yapıldı. Dergi ayrıca 12 Mart 1971 muhtırasından sonra kapatılan Ülkü Ocakları’nın yerine kurulan Türk Ülkücüler Teşkilatı şubelerine de gönderiliyordu. Derginin ilk sayısında şu imzaları görüyoruz: Sadi Somuncuoğlu (Milliyetçilik, Türkçülük, Ülkücülük), Türk Ülkücüler Teşkilatı Genel Başkanı Şevket Barutçu (Türk Ülkücülerinin Hareketi), Elif Bilge imzasıyla Galip Erdem (Uzay Çağında Millet Gerçeği), Ayhan Tuğcugil (Turan’a Doğru), Şevket B. Yahnici (Ülkücü Gençlik Gerçeği), Hüseyin Yeniçeri (Milliyetçi Yayınlardan Beklenenler), Dede Yağmur (Oğuzoğlu Kurtçine Boyu), Fikri Demirok (Ay’ın Bahtı). Ülkücü camiadan ve Türk Dünyası’ndan haberlerin de verildiği bu ilk sayıda milli muhtevalı bir bulmaca ve ayrıca Hayati Baki’nin “Kafkaslı Tutsak Çocuklar”, Gavseddin Koçak’ın “Bozkurt”, Dilaver Cebeci’nin “Masal Güzeli”, Mustafa Okur’un “Turan’a Davet” isimli şiirleri de yer alıyordu.
Derginin Ekim 1972’de yayımlanan bu ilk sayısında Sadi Somuncuoğlu’nun yazdığı “Milliyetçilik, Türkçülük, Ülkücülük” adını taşıyan başyazının son bölümünde yer alan ifadeler şöyle:
“Ülkücüler dünyanın her yerinde ve devrinde, bir topluluk içinde daima az sayıda çıkarlar. Çünkü ülkücü olabilmek için, yaratılıştan bazı vasıflara sahip olmak ve bu vasıfları geliştirici bir eğitim ve öğretimden geçmek gerekir. Liderlik, mücadelecilik, cesaret, yenilmezlik, bıkmamak, faziletli ve fedakâr olmak gibi vasıflar sonradan kazanılmaz.
Bütün bu sebeplerden dolayı, ülkücüler bir toplumun seçkin tabakasını teşkil ederler. Sorumlulukları diğer insanlarınkinden kat kat fazladır. Bunun için kendilerini iyi yetiştirmeyi her şeyin üstünde tutmak mecburiyetindedirler. Yaşayış ve davranışlarıyla herkesten ayrılırlar.
Ülkücülerin en bariz özelliklerinden biri de birleşmeleri ve teşkilatlanmalarıdır. Lider vasıflı insanlar hedefe ulaşabilmek için teşkilatlanmanın önemini çok iyi bilirler. Bu bakımdan biz ülkücü hareketleri, şekli ne olursa olsun daima teşkilatlı olarak görürüz.
Ülkücülüğün ilk basamağı vatan ve millet sevgisidir. Daha sonra belli bir kültür seviyesine ulaşarak milliyetçi-Türkçü inancı idrak etmek, kazanmak gerekir. O halde hareketimize katılan her Türk’ün bu kademelerden geçtikten sonra ülkücü olabileceğini unutmayalım.”
Derginin Kasım 1972’de çıkan ikinci sayısında bu yazarlara ünlü romancı Emine Işınsu, Gökay Mukyen, İrfan Bahar, M. Göggömlekli, Sabahattin Akyol, Nazım Hikmet Polat isimlerinin eklendiğini görüyoruz. “Türk Elinden Esen Yeller” köşesi ile Türk Dünyası’ndan, “Bizim Türkeli” köşesi ile de ülkücü camiadan verilen haberler dergiye ayrı bir özellik katıyor. Artık her geçen sayıda yazar ve şair kadrosu genişliyor, haberler zenginleşiyor, dergiye olan ilgi giderek artıyordu. İkinci sayıdan itibaren “Bozkurt’tan Bozkurtlara” köşesini yazan ve yöneten Emine Işınsu, Ege Üniversitesi’nden yazan Nuri Keskin’in mektubuna yer vermiş. Keskin’in şu ifadeleri Bozkurt gibi bir yayın organına duyulan ihtiyacı gözler önüne seriyor:
“Ülkücü gençlik adına yayımlamış olduğunuz derginiz bizim için büyük bir ümit kaynağı oldu. Davamız sayenizde daha da güçlenecek, hedefe daha çabuk ulaşacağız. Üniversite gençliği olarak kendimizi büyük ülküye adamış bulunuyoruz. Bu yolda bütün engeller bizim için hiç kalacaktır. Sizlerin bu büyük cesaretini tebrik ederken Tanrı’dan başarılarınızın devamını dilerim. Yaşasın yüz milyonluk Türkiye! Yaşasın bu ulu davaya inananlar! Bu dava hor, bu dava büyük ama bu dava öksüz değil artık. Bir çığ gibi büyüyoruz, büyüyeceğiz de. Denizi arayan suya kimse engel olamaz.”
Üçüncü sayıda Ayvaz Gökdemir, Murat Çetin, Dinç Yaylalıer, Yağızhan Şenol, Mustafa Ceylan, Ahmet Yaşar Turan imzalarını da görüyoruz. Bu arada, 3. sayının 5. sayfasında yer alan bir haber dikkatimizi çekiyor: “Bozkurt Okumak Suçu!” Haber metni şöyle:
“Bozkurt’un yayım hayatına girmesi, Türk Milleti’nin bunalımlardan kurtularak layık olduğu mevkie çıkmasını arzu edenleri sevindirdiği gibi, malum çevreleri de telaşa düşürmüştür.
Aldığımız haberlere göre bazı okullarda Bozkurt okunmaması için bazı öğretmenlerce öğrencilere baskı yapılmaktadır. Adana Erkek Sanat Enstitüsü’nde buna benzer bir olay cereyan etmiş, bir öğrenci Bozkurt okuduğu için disiplin kuruluna verilmiştir. Bir derginin okunmamasının gerektiğine ancak mahkemeler karar verebilir. Yoksa filanca solcu istemiyor diye, bir öğrenci Bozkurt Dergisi okumaktan alıkonamaz…”
Bu yazar ve şairlere ilave olarak derginin dördüncü sayısında Ahmet Tevfik Ozan, Cevdet Türükoğlu, Ahmet Fikri, Avni Doğan, beşinci sayısında ise Arif Nihat Asya, Hasan Kallimci, Yılmaz S. Güney, Hasan Tanrıseven, Tayyar Aksoy, Ayşe Kahratlı, Mustafa Karapınar, Erol Atik, Osman Oktay isimlerini görüyoruz. Daha önceki sayılarda ilan edilen “Ayın Yarışması”na Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun ünlü eseri Çağlayanları tanıtarak katılan Hüseyin Yeniçeri’nin birincilik alan yazısı da derginin beşinci sayısında yer alıyor. Hüseyin Yeniçeri’nin şu anda Hacettepe Üniversitesi’nde Profesör olduğunu belirtirsek, “marifet iltifata tabidir” kabilinden, Bozkurt’un ne büyük hizmet ettiği aşikârdır. Derginin Kasım 1972’de yayımlanan 2. sayısının “Bizim Türkeli” sayfasında yayımlanan şu habere bakın: “Dergimizin sahibi ülkücü ağabeyimiz Sadi Somuncuoğlu ve ülkücü eşi Mübeccel Somuncuoğlu’nun 17 Ekim 1972 günü bir oğulları dünyaya gelmiştir. Bekir Tümen Somuncuoğlu’na Tanrı’dan uzun ömürler dinlerken ülkü yolunda babasını geride bırakmasını ve atalarına layık bir oğul olmasını temenni ederiz.” Tümen, halen Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi.Türkçemizin giderek yozlaştırılması üzerine yazdığı “Arıyorum” isimli şiiri ile Türk Dili ödülü alan Yusuf Yanç’ın 3 Aralık 1972’de nişanlanması da beşinci sayısındaki “Bizim Türkeli” köşelerinde minik haberler olarak verilmiş. Hemşerim, ülküdaşım Hasan Tülkay’ın, Gökçeada Atatürk İlköğretmen Okulu ikinci sınıf öğrencisi iken “1972 Sanayi Haftası Dolayısıyla” Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ile Makine Mühendisleri Odası’nca düzenlenen “Türkiye’nin Kalkınmasında Sanayileşmenin Önemi” konulu kompozisyon yarışmasında birincilik aldığını doğrusu hiç hatırlamıyordum. Neredeyse 40 yıl sonra Bozkurt cildini karıştırırken karşıma çıktı. Keza, rahmetli Göktürk Mehmet Uytun’un bir zamanların ünlü gazetelerinden Son Havadis’in düzenlediği şiir yarışmasında üçüncülük aldığını, o sıralarda Trabzon – Fatih Eğitim Enstitüsü öğrencisi olan Tayyar (Alper) Aksoy’un “Çağrı” isimli şiir kitabını yayımladığını 5. sayıda tekrar görüp hatırlıyorum. İşte, altıncı sayının “Bizim Türkeli” köşesinde yer alan iki haber:
“Eski Erzurum Ülkü Ocakları Başkanı ülküdaşımız Yılma Durak, 22 Ocak 1973 günü Alatepe ailesinden Lamia Hanım’la evlenmiştir. Ülküdaşımızı ve Lamia Hanım’ı tebrik eder, mutluluk ve başarılar dileriz.”
“Ülküdaşımız Yücel Hacaloğlu ile evdeşi Türkan Hacaloğlu’nun geçtiğimiz ay içerisinde bir kız çocukları dünyaya gelmiştir. Yavruya Terken adı verilmiştir. Hacaloğlu ailesini tebrik eder, Terken’in Türk Milleti’ne hayırlı bir evlat olmasını temenni ederiz.”
Artık Türkiye’nin her bir köşesine yayılan geniş mi geniş bir aile olma yolundaki ülkücülerle ilgili olarak derginin ilerleyen sayılarında buna benzer çok renkli örnekler görülecekti ve Bozkurt’a duyulan ilgi giderek artıyor, o zaman için hiçbir derginin ulaşamadığı baskı sayısına ulaşılıyordu. Beşinci sayıda yer bulan Mustafa Ercilasun’un mektubu bu ilginin gerekçelerini çok güzel ifade ediyordu:
“Derginiz Türk milli hayatında önemli bir boşluğu doldurmak üzeredir. Bilhassa gençliğe hitap edişi bakımından, Türk basınındaki yeri müstesnadır. Böylece Maarif Bakanlığı’nın yapamadığı bir işi üzerinize almış bulunuyorsunuz. Maalesef maarif çarkı bizde “milli kafa” yetiştirmiyor. Sadece “teknik kafa” imal edip piyasaya sürüyor… Yine derginizin tertiplediği “Ayın Kitabı” yarışması da oldukça faydalı bir teşebbüs; bilhassa okumayı teşvik bakımından. Temennim, yarışmaya katılanların çok olması.”
Evet… Çıkışından beri ilgi ile okuduğum Bozkurt’un Şubat 1973’te yayımlanan bu beşinci sayısında benim de, “Ülkücü Hareket Engelleri Aşacaktır” başlıklı bir yazım yayımlandı. Daha sonra bu dergide İdari İşler Müdürü ve Yazı İşleri Müdürü olarak görev aldım. Bunun hikâyesini aşağıda anlatacağım. Öncesini ve böyle bir dergi çıkarma fikrinin nasıl doğduğunu Devlet Dergisi’nin sahibi İbrahim Metin Ağabey’e sorduğumda şu cevabı aldım:
“1960’lı yılların sonu ile 1970’li yılların başında ülkücü gençlik, çığ gibi büyüyordu ancak bu gençlerle Türk milliyetçiliği fikriyatını verebilecek arkadaşları buluşturacağımız bir yayın organından mahrumduk. Gençlik Kolları ile ilgili faaliyet yürüten bizler, Ankara’da Ayyıldız Matbaası sahibi olan Hami Kartay’a gittik. Üniversitede asistan olan gençler olarak, kendisinin çıkarmakta olduğu BAYRAK dergisini, yazılarımızla canlı duruma getireceğimizi; baskı sayısını arttıracağımızı gazete bayilerinde satışını sağlayacağımızı; Yazı İşleri Müdürlüğüne bir arkadaşımızı getirmesini; bütün kârının kendisine ait olacağını söyledik. Hami Bey: ‘Çeşitli milliyetçilik anlayışlarının olduğunu; mesela Türkeş gibi Turancıların bulunduğunu’ söyleyince bu işin olmayacağını ve başımıza iş açacağımızı anladık. İşimiz gerçekten zordu ama bu dergiyi de çıkarmalıydık. Cesaretimi toplayarak arkadaşlara, “Kendimiz çıkaralım!” dedim. Uzun müzakerelerden sonra mali yükünü “salma” salmak suretiyle çıkarmaya karar verdik. Nisan 1969’da haftalık olarak yayıma başlayan derginin adı DEVLET idi. Devlet, yarım gazete boyunda on altı sayfalık “milliyetçi siyasî” bir gazeteydi.
Bu arada Halide Nusret Zorlutuna’nın çıkarmakta olduğu “Ayşe” adlı kadın dergisi vardı. Dündar Taşer, Emine Işınsu ve İskender Öksüz ile üniversitedeki öğretim üyesi arkadaşlarımızın müşterek kararı ile “Ayşe” “TÖRE” oldu ve üniversite öğrencilerine hitabeden ciddi bir yayın organı doğdu. Haziran 1971’deki sayı ile birlikte bu işin hamallığı, Işınsu arkadaşımızın sırtına yüklendi.
Gençliğin yetişmesine yardımcı olmak maksadı ile Töre-Devlet Yayınevi’ni faaliyete geçirip kitaplar yayımlamaya başladık.
Yayıncılığın, ortaöğretimdeki gençliğe hitap edecek kısmı noksandı. İşte BOZKURT, DEVLET’İN 155. sayısının çıktığı bir zamanda ve bu boşluğu doldurmak için biraz da geç kalınmış olarak, Ekim 1972’de çıktı. Devlet’in sahibi bendeniz, Töre’nin Emine Işınsu, Bozkurt’un ise Sadi Somuncuoğlu idi.
BOZKURT, Aylık Ülkü Dergisi olarak yayıma başladı; yoğun ilgi görmesi üzerine okuyucu isteğiyle sonraları, 15 günlük oldu.”
İbrahim Metin’e, derginin adını kimin koyduğunu sorduğumda kısa ve öz bir cevap aldım:
“- Milliyetçi gençliğe hitap edecek bir derginin adı BOZKURT’dan başka ne olabilirdi ki?”
O zamanlar için gerçekten büyük cesaret isteyen büyük bir işe girişilmişti. Amaca yönelik yazı akışını sağlamak oldukça zordu. İbrahim Bey buna yönelik sorumu da şöyle cevapladı:
“- Yazar kadrosu sıkıntımız yoktu. “Bozkurt’tan Bozkurtlar’a” sayfasını ilk sayıda Şevket Barutçu, ikinci sayıdan itibaren Emine Işınsu yazmaya başlamıştı. Bu köşeyi derginin 12. sayısından itibaren Osman Oktay devraldı. “Başyazı” yı Sadi bey yazıyordu. Galip Erdem, Elif Bilge imzasıyla gençlere, “Ülkücü Olmak Ülküsü” ile yol gösteriyordu. Dilaver Cebeci, Günerkan Aydoğmuş ve Hasan Kayıhan artistik nesrin şahane örneklerini veriyorlardı. (Dilaver’in bu yazıları sonraları “Mavi Türkü” kitabı olarak edebiyatımızdaki yerini almıştır.) Diğer sayfalar daha çok, “Bozkurtların Kaleminden” köşe adı ile genç arkadaşların yazılarına ayrılıyordu. “Bozkurtların Kaleminden” sayfası, okuyucuların göndermiş olduğu yazılardan seçiliyordu.
Dergiye gönderilen çok miktardaki şiir, Rahmetli şairimiz Ahmet Muhtar Güneri’nin yol gösterici ve yetiştirici çabaları ile teşvik ediliyor; eleniyor; aralarından en güzelleri “Ayın Şiiri” başlığı altında yayımlanıp teşvik ediliyor; zayıf olanlara, okuyacağı kitaplar tavsiye ediliyordu. Güneri’nin sütunu, tam bir edebiyat mektebiydi.
2009 yılında bazı arkadaşlara, “Bozkurt’un ne kadar iyi bir hizmet yapmış olduğunu; şair ve yazarlar yetiştirdiğini”; anlatırken; yanımızda bulunan ABD’de eğitimini tamamlamış iktisatçı bir gazete yazarı olan arkadaşımız Kağan Kurt’un, ‘İlk yazısının Bozkurt’ta çıktığını; yazarlık başlangıcının da orası olduğunu’ belirtmesi, bunun canlı şahidiydi.
Mahir Durakoğlu, Osman Çakır, Osman Oktay, Nedim Ünal, Meriç Coşkun, Hüseyin Düzgün, Rasih Arlısoy, Burhanettin Özbilici, Mustafa Karapınar; birlikte veya farklı zamanlarda hem Bozkurt’un yükünü fedakârca çeken ve hem yazan arkadaşlarımızdı. Dergide ayrıca; Mustafa Hacıömeroğlu, Turgut Tanrıkulu, Sinan Nacak, Ş. Bülent Yahnici, Dinç Yaylalıer, Alper Aksoy, Mevlüt Yılmaz Uluğtekin, Hayati Baki, Hatice Seyhan, Ahmet Çolak Turan, ODTÜ Ülkücü Araştırma Ekibi (İlimde Bozkurtlar), Ayhan Tuğcugil, Gavseddin Koçak, Hüseyin Yeniçeri, Şevket Barutçu, Ayvaz Gükdemir, Murat Çetin, Doç. Dr. Cevdet Türükoğlu, Ayşe Kahratlı, Muzaffer Kader, Metin Öney, Ahmet Cebeci, Yetik Ozan, Reşat Gürel, Hasan Kallimci gibi isimlerin yazılarının yer aldığını hatırlıyorum. Kapak ve Desenleriyle Bozkurt’u süsleyenler: Coşkun Karakaya, A. Ali Garipkafkaslı, Mehmet Başbuğ, Ali Düzgün ve Suzan Çataloluk’tu. Bozkurt, kabiliyetleri eşeleyip; şairler, romancılar ve yazarların gün ışığına çıkarılmasına vesile olmuştur. Bu yayınların yetiştirdiği nesiller, günümüz Türkiye’sinin kısır ortamında, çok önemli işlevler görmektedir. Ne yazık ki şimdilerde Bozkurt’un yeri bomboş durmaktadır.”
Peki; İbrahim Bey, aradan yaklaşık kırk yıllık bir süre geçtikten sonra Bozkurt dergisi ile ilgili hoş sada olabilecek, iz bırakacak bir durumla karşılaşmış mıydı?
“- Derginin en ilgi çekici sayfalarından birisi: “Bizim Türkeli” sayfası idi. Burada ülküdaşlar arası evlenme, nişan, doğum, ölüm gibi haberler veriliyordu. Birkaç yıl önce idi. Bir genç, eline almış oluğu Bozkurt Dergisi’nden parmağını bastığı bir satırı bana gösteriyordu. Orada “Ülküdaşlarımızdan Ali Diktaş’ın Alparslan isimli bir çocuğu dünyaya gelmiştir.” Haberi veriliyordu ve o çocuk, sakallı bıyıklı bir delikanlı olarak karşımda duruyordu. Bu beni, çok duygulandırdı ve yüzlerce değişik örnekten biriydi.”
Yukarıda da işaret ettiğim gibi, o sıralarda bir genç ülkücü olarak Bozkurt’un hararetli bir okuyucusu idim. Üstelik hem Ankara’da üniversite öğrenimimi sürdürüyor, hem de memleketim olan Burdur’un Bucak İlçesi’nde Türk Ülkücüler Teşkilatı Şube Başkanı olarak görev yapıyordum. Seminer ve konferanslar dışında Şubat ve Yaz tatillerinde olmak üzere Bucak’ta, yılda iki defa piyes sahneye koyuyorduk. O zamanın şartlarının bir gereği olarak amacımıza uygun eser bulmakta zorlanıyorduk. Aslında bu durum bana yeni bir ufuk açtı. Piyes yazmaya niyetlenerek Ülkücü gençliğin mücadelesini sergilemek üzere harekete geçtim. Piyesi, üniversite öğrenimim sırasında kaldığım Ankara Atatürk Öğrenci Yurdu (Site Yurdu)’nda yazacak, memlekette de sahneleyecektik. Yusuf İmamoğlu, Süleyman Özmen ve Dursun Önkuzu’nun şehadetleri de canlandırılacağı için doküman toplamak üzere Devlet, Töre ve Bozkurt dergilerinin bürosu olarak da kullanılan Töre-Devlet Yayınevi’nin Ankara Konur Sokak’taki merkezinin yolunu tuttum. O ana kadar tanımadığım Mahir ve Osman Çakır zannedersem abonelere dergi göndermek üzere kuşaklara adres yazıp pul yapıştırıyorlardı. Selam verip adımı söyleyince Çakır, o kendine has edası ile “İbrahim Ağabey seni bulmamızı söylemişti, iyi ettin de geldin!” deyince şaşırdım. İbrahim Ağabey’le de henüz tanışmıyorduk ki! İç odaya geçirdiler. Orada, daha önce ilçemize gelip konferans verdiği için tanıdığım Sadi Bey (Somuncuoğlu)’le İbrahim Bey çaya bisküviyi katık etmişler de karınlarını doyuruyorlardı. Beni tanıttıklarında, iş ciddiyeti her halinden belli olan İbrahim Ağabey, daha ilk söz olarak, “Arkadaş sen burada çalışacaksın” deyiverdi. “Çalışır mısın, çalışmak ister misin?” değil; “çalışacaksın!” Ülkücülük bu olsa gerekti; ne yapacağımı, becerip beceremeyeceğimi bilmeden, düşünmeden “olur” deyiverdim. Meğer Bozkurt’un beşinci sayısında yayımlanan yazımı gönderirken “Ankara’da okuyorum” diye not düşmüşüm. İbrahim Ağabey daha sonra, “Yazıyı beğendiklerini, burada eli kalem tutanlara ihtiyaçları olduğunu” falan söyledi. Tabi, memnun oldum. O sırada çay içip içmediğimi, bisküvi yiyip yemediğimi hatırlamıyorum, ama Konur Sokak’ta ve daha sonra büronun taşındığı Müjde Sokak’ta yoğurda ekmek banarak –ki yoğurt kebabı tabir ediliyordu-, bisküviyi çaya batırarak yıllarca çalışacaktık… Sonra yazmayı düşündüğüm piyesle ilgili olarak neye ihtiyacım olduğu konusunda Osman Çakır’a derdimi anlattım da; sağ olsun Devlet’in, Bozkurt’un ilgili sayılarından verdi. Ülkü Savaşı adını verdiğim piyesi hazırlarken onlardan büyük ölçüde faydalandım. O piyesi birkaç defa Bucak’ta ve bazı çevre ilçelerde sahneledik. Bazı ülkücü teşkilatlardan da piyes metnini istediklerini hatırlıyorum. Daktilo ile yazdığım orijinal nüshayı kaybettiğimi sanıyordum, bir yıl kadar önce dosyaların arasından çıkıverdi ve 35 – 40 yıl önce kaybettiğim dostumu bulmuşçasına sevindim. Yazdığım ve rol de alıp başarı ile sahnelediğimiz bu eserle ilgili haber, Bozkurt’un Mart 1973’te çıkan altıncı sayısında resimli olarak şu ifadelerle yer aldı:
“Türk Ülkücüler Teşkilatı Bucak Şubesi, “Ülkü Savaşı” adlı piyesi Bucak’ta sahneye koymuş, halk piyesi büyük heyecanla takip etmiştir. Oyunun konusu, geçtiğimiz yıllarda Türk milliyetçileri ile komünistler arasında cereyan eden olaylardır. Oyunda, Süleyman Özmen ve Yusuf İmamoğlu’nun şehit oluşları da geçmektedir. Bu sahnelerde seyircilerin büyük çoğunluğu gözyaşlarını tutamamışlardır. Oyunda rol alan ülkücüler şunlardır: İsmail Öztop, M. Ali Araç, Hikmet Yıldız, Adem Ünlü, Hayri Akay, Muhammed Onaran, Hasan Gök, Osman Oktay ve Ercan Altınbaş. Eseri TÜT Bucak Şubesi Başkanı Osman Oktay yazmıştır. Ülküdaşlarımızı tebrik ederiz.”
Dergide buna benzer haberler sıkça yer alıyor ve giderek çoğalıyordu. Bu, Bozkurt’un nasıl bir boşluğu doldurduğunun göstergesi olmasının yanında, Ülkücü camianın yurt sathında nasıl yayıldığının, giderek genişleyen ve birbiri ile irtibatını koparmayan bir aile bütünlüğüne sahip olduğunun da işareti idi. Bozkurt’un altıncı sayısında “Ülkücü Çalışmalar Hızlandı” başlığı altında verilen haberler de buna işaret ediyordu. Bu haberde, Türk Ülkücüler Teşkilatı’nın Çay, Ilgaz, Elazığ, Sarıkaya, Kozaklı, Erzurum, İncirliova, Afyon, Taşköprü, Alaşehir Killik Kasabası şubeleri ile ilgili haberlere yer veriliyor, yapılan faaliyetlerin gördüğü ilgiden söz ediliyordu. Ama ne yazık ki bu ilgi devlet ve millet düşmanlarını, kötü emeller peşinde koşanları ve elbette dış güçlerin maşalarını rahatsız ediyordu. Aynı sayıda okuduğumuz, “Ülkücü Öğretmen Cemil Doğan Şehit Edildi” haberine göz atarken otuz yedi-otuz sekiz yıl sonra yine içimiz burkuluyor, yüreğimiz yanıyor. İşte, Mart 1973 tarihli Bozkurt’ta yer alan Cemil Doğan’ın şehadeti ile ilgili haberden bir bölüm:
Ülkücüler bir şehit daha verdi. Mustafa Kahramanlara, Özmenlere, Önkuzulara bir yenisi eklendi. Cemil Doğan şehit oldu. Hem de kahpece tuzağa düşürülerek, arkadan vurularak…
Suçu neydi Cemil Doğan’ın? Ne yapmıştı? Olayın evveline ve sebeplerine bir göz atalım:
Cemil Doğan Adıyaman Erkek Sanat Enstitüsü müdürüdür. Aynı zamanda Ülkücü Öğretmenler Birliği Adıyaman Şubesi Başkanıdır. Adıyamanlılarca ve öğrencileri tarafından çok sevilmektedir. Okuldaki çalışmalarıyla ve öğrencilere karşı tutumuyla herkesin takdirini kazanmıştır. Ancak her yerde olduğu gibi Adıyaman’da da hainler vardır. Üstelik bu hainler; yıllardır yaptıkları propagandaların, bölücülük hareketlerinin meyvelerini umarlarken tam tersi olmuş, halk onlardan yüz çevirmiştir. Zira yurdu bir ağ gibi saran ülkücü hareket Adıyaman halkını ve gençliğini de sarmıştır. Hainler kudurmaktadır. Yaptıkları her teşebbüs başarısız kalmış, çok uğraşarak Adıyaman’dan tayin ettirmeye çalıştıkları Cemil Doğan’ı halk, binlerce imza toplayarak bırakmamıştır.
O halde tek çare vardır: Cemil Doğan’ın ölmesi…”
Ölmek, öldürülmek… Yahya Kemal Beyatlı ne güzel söylemiş: “Ölmek kaderde var; bize ürküntü vermiyor lakin vatandan ayrılışın ıstırabı zor!” Hem de çok zor; ölen için de, kalanlar için de… Hele Dündar Taşer gibi bir bilge kişi ömrünün en verimli çağında kaza mı kasıt mı olduğu bilinemeyen bir şekilde aranızdan ayrılır giderse, bu zorluk daha da artıyor. Ölümünün sene-i devriyesine yaklaşıldığı günlerde Bozkurt’un 7. sayısında yayımlanan Dündar Taşer Sagusu’na rastlayınca yine hüzünlendik:
“…………………..
Ataş yanıp tütün göğe ağanda,
Delü kurtlar düşmanını boğanda,
Tanrı Dağ’da beyaz aylar doğanda,
Dündar Ağam, Ötüken’de toy edek,
Kara kımız göl olanda pay edek.
Beyle yazdım, Türklük bunu tez bilsin,
Türkman bilsin, Yörük bilsin, Uz bilsin
Kafkas ilde bala bilsin, kız bilsin.
Dündar Ağam heç çıhmasın ürekten,
Sayasında dertleşirıh iraktan.”
Dündar Taşer Sagusu’nu yazan Dilaver Cebeci, Bozkurt’un bu önemli şairi, yazarı da birkaç yıl önce dünyadan göçüp gitti, ama yazdığı “Türkiyem” şiiri bir türkü, bir marş oldu da dilden dile dolaşıyor. O rahatsızlanıp ameliyat olunca, 1950’li, 60’lı yıllarda Türk Yurdu dergimize de emeği geçen değerli şair Ayhan İnal şöyle bir dörtlük yazmıştı:
“Türkiyemin şairi, sazım sözüm Dilaver,
Bir daha üzme bizi iki gözüm Dilaver.
Bilirsin töremizi büyükler önden gider;
Genç yaşta sıramızı alma bizim Dilaver.”
Allah gecinden versin; Ayhan İnal, 80 yaşında ama genç bir delikanlı gibi şiirlerini okumaya devam ediyor, biz de Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi’nin cilt sayfalarını karıştırmaya…
Bozkurt artık bir ekol olmuş; elden ele, dilden dile dolaşıyor, genç yazar ve şairler gönderdikleri yazı ve şiirlerinin yayımlanacağı sayıyı dört gözle bekliyorlardı. Yurdun dört bir yanına yayılan ülkücü faaliyetler dergide resimli olarak yer buluyor, Bozkurt ve ülkücü düşmanları da kendileri hakkında bir şeyler yazılıp yazılmadığını merak ederek dergiyi takibe alıyorlar, tekzip göndermeye kalktıklarında da belgelendirilmiş cevapları alarak ya da mahkemede haksız çıkarak susmak zorunda kalıyorlardı.
Derginin asıl görevlerinden biri, çığ gibi büyüyen Ülkücü Gençliğe yol göstermek, yanlış yollara sapmasını önlemekti. Bu manada, Galip Erdem’in, Bozkurt’un Şubat 1974 tarihli 17. sayısından başlayıp 6 hafta süren “Ülkücü Bir Gençle Sohbetler”i oldukça önem taşıyordu. İşte o sohbet yazılarından alıntılar:
“Ülkü son hedeftir. Son hedefe varılmasını kolaylaştıracak ara hedeflerin seçilmesi şarttır. Ara hedefler gibi, ara ülkücüler de olacaktır. Sohbetimize, ara ülkücülerin en önemlisini anlatmağa çalışarak başlıyorum: Ara ülkücülerin en önemlisi, gerçek bir ülkücü olabilme ülküsüdür. Kırılma ve üzülme! “Anlayamadım, gerçek bir ülkücü değil miyim sanki?” diye şaşırma.
“Bilirsin, seni çok severim. Bir insanın çok sevdikleri üzerinde çok hakkı vardır. Evet, henüz gerçek bir ülkücü değilsin. Ruhunun zenginliği, yüreğinin büyüklüğü, ülkü yolunda verdiğin mücadeledeki yiğitliğin sonucunu değiştirmez. Gençsin. İnsanoğlu gençlik çağında her şeye olduğu gibi, ülkücülüğe de sadece adaydır. Hiç unutma: Bugün tamamen haklı olarak, ülkücülüğe aykırı davranışlarından ötürü kınadığın ağabeylerin senin yaşında iken ülkücülüklerine asla toz kondurmak istemezlerdi. Ama hayat adını verdiğimiz düşmana yenildiler. Şimdi sapmalarını bağışlatmak için münasip bir bahane aramanın peşine düşmüşlerdir.”
“Sana, kendi neslimin durumunu anlatayım: Çoğumuz ülkücülük imtihanını kazanamamış, sınıfta kalmışızdır; kaydımız silinmiştir! Pek azımızın adaylığı hâlâ devam ediyor. Dikkat etmelisin: ‘Adaylık’ kelimesini kullandım. Çünkü hiçbirimiz bütün gayretlerimize rağmen tam bir ülkücü olamamışızdır. Daha bir kısmımız yarı yolda tükeneceğiz. Gerçek ülkücülüğe ne kadar yaklaşabildiğimizin hesabı son nefeslerimizi verdikten sonra çıkarılacaktır.”
“Neden böyle oluyor? Sorunun cevabını daha önce de vermiştim: Hayat dediğimiz en büyük düşmana yenilmemiz yüzünden böyle oluyor. Yapımız, çıkarlarımızdan vazgeçebilmeye müsait değildir. Hele çağımıza hükmeden maddecilik, belki de hiç kavuşulamayacak bir sevgili uğruna zahmet çekmemize, acılara katlanmamıza imkân vermiyor. Ancak bir müddet, özellikle hiçbir sorumluluğu yüklenmediğimiz gençlik yıllarında her türlü baskıya dayanabiliyor, biraz yaşlanıp çoluk çocuğa karışınca dökülüyoruz.”
“Senden istediğim, gerçek bir ülkücü olmağa çalışmanın, aynı zamanda bir ülkü değeri taşıdığını bilmendir. En büyük düşmanını şimdiden tanımalısın. Hayatın boyunca, ülküne ihanet etmen için sayısız tuzaklar kurulacağını daima hatırında tutmalı, yenik düşmemeğe hazırlanmalısın. Gerçek ülkücülüğü ülkü edinecek, çağımız şartları içinde, adaylığı korumanın bile büyük bir şeref sayılması gerektiğini öğreneceksin. Yenik düşmemenin ülkü kavgasını bir ömür boyu yürütebilmenin sırrı nedir? Yenilmemenin tek sırrı vardır: Nefsini yenmek! Ama nefsini yenmek, söylendiği kadar kolay bir iş değildir. Nefsini yenebilen bir yiğit, bütün dünyayı yenmiş sayılır…”
“…..Kendi varlığımıza duyduğumuz sevgi nefsimize karşı vereceğimiz mücadelede de en çetin engel ve ülkücülüğün en kuvvetli düşmanıdır. Doğru, güzel ve haklı fikirlere bağlanmak kolay ama inandığımız fikirlerin şartlarına uymak çok zordur. İşte bundan ötürü herkes milliyetçi olabilir fakat ülkücü olamaz…”
“….Ülkücülük; kendimize, ailemize, şehrimize, bölgemize, sınıfımıza ve mesleğimize fayda sağlasa bile milletimize zarar verecek her türlü tutum ve davranıştan kaçınmaktır ama yakınlarımızın ve nefsimizin çıkarları ile milletimizin çıkarları çok zaman çelişir. Bundan ötürü, bir insanın milliyetçi olması tabii bir haldir ve ülkücülükle birleşmediği takdirde fazla bir değer taşımaz. Fakat ülkücülük devamlı bir fedakârlığı emrettiğinden, pek az insanın ulaşabileceği bir üstünlüktür…”
“….Ülkü adını verdiğimiz sevgili, dünya güzellerinin hiçbirine benzemez. Kavuşmayı hep özleyeceksin. Sen yaklaştıkça o uzaklaşacaktır. Yine de, yalnız O’na doğru yürüyeceksin. Belki hiç varamayacaksın ama kavuşmak için çalışacaksın…”
“….Ülkücüler, bilinen tarihin hiçbir döneminde sayıca çok olmamışlardır. İnsanoğlunun zayıflığı böyle bir sonuca imkân vermemiştir. Yine de bir cemiyetteki ülkücü sayısının milletlere ve zamana göre değiştiği gerçeğini inkâr edemeyiz. Bazı milletler, tarihleri boyunca ülkücü çıkaramamış ve belli bir ülküye bağlanmanın yüceliğini yaşayamamışlardır. Diğer taraftan bazı milletler de sık sık büyük ülkücüler yetiştirmiş; yeryüzünün çehresine yenilik getirmişlerdir. Türk Milleti, örnek ülkücüler yetiştiren ve tarihinin büyük bir bölümünde ülkücülüğe bağlanan bir millettir…”
İşte Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi üzerine böyle bir görev almıştı ve “Ülkü” denen nazlı gelinin peşinden koşmaya talip olanlara yol gösteriyordu. Derginin yerli ve yabancı yayınlara konu olması da taşıdığı değerin bir işaretidir.
Alişan Satılmış ve Metin Turhan tarafından hazırlanıp 2002 yılında yayımlanan “Ülkücü Hareket’in ABC’si” isimli 3 ciltlik eserin birinci cildinde dergi, “12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında, dönemin olağanüstü şartlarında ülkücü gençliğin sesi olacak aylık Bozkurt dergisi, 1972 yılından 1977 yılına kadar Ülkücü Hareket’e büyük hizmet verdi. Genç Ülkücüler’in milli şuur, tarih bilincine sahip ve ülkücü kimlikle yetişmeleri doğrultusunda çok büyük faydası oldu.” İfadeleriyle tanıtılıyordu.
Hakkı Öznur tarafından hazırlanıp yayımlanan Ülkücü Hareket isimli 6 ciltlik eserin 4. cildinde Bozkurt’un Ekim 1972’de çıkan ilk sayısının kapağı yer almış ve o dönem oynadığı rol benzer ifadelerle anlatılarak yazar kadrosundan bazı isimler sıralanmıştır.
Prof. Dr. Necmeddin Sefercioğlu tarafından hazırlanıp Türk Ocakları tarafından yayımlanan “Türkçü Dergiler” isimli eserde de dergi ile ilgili şu bilgilere rastlıyoruz: “Aylık Ülkü Dergisi olarak Ekim 1972’de Ankara’da yayımlanmağa başladı. 01 Aralık 1975’ten başlanarak 15 günde bir çıkarıldı. Ülkücü gençliğe hitap eden, onların yazılarına da yer veren bir yayın organı idi.”
Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi ile ilgili en ilgi çekici tespitlerden birine, Jacop M. Landau isimli Yahudi profesör tarafından hazırlanıp Londra’da basılan ve Mesut Akın tarafından Türkçeye çevrilerek 1999 yılında Sarmal Yayınevi’nce yayımlanan kitapta rastlıyoruz:
“Bozkurt, 1972 Ekim’inde yeniden ortaya çıktı. (**) Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi adıyla Ankara’da çıkartıldı. Baş sloganı Her Şey Türk İçin Türk’e Göre Türk Tarafından’dı. Yayın Yönetmeni Osman Oktay Pantürkçü çevrede tanınan biriydi. Yukarıda sözü edilen ülkücülere yakın ve onlar tarafından iyi bir şekilde destekleniyordu. Bozkurt, Pantürkçüler için değerli birçok konuda tayin edici tutumlar aldı. İlk sayısındaki Başyazı Milliyetçi Hareket Partisi’nin liderlerinden biri olan Sadi Somuncuoğlu tarafından kaleme alınmış çeşitli fikirleri içeriyordu. Milliyetçilik, (Pan)Türkçülük ve Ülkücülük başlığındaki yazıda Somuncuoğlu, Türkler için Pantürkçülüğün tek milliyetçilik sınıflandırması olduğunu tartışıyordu. Dahası, hemen hemen her sayısında daha sonra Tutsak Türkler diye geçecek olan Dış Türkler’e ilişkin konulara yer veriliyor, onların sonunda kurtuluşa ulaşacaklarına ve birleşeceklerine olan umutlar ifade ediliyordu. Tutsak Türkler tüm tutsak uluslar çerçevesi içinde değerlendiriliyor ve onlarla tam bir dayanışma çağrısında bulunuluyordu. Yine diğer (Türkçü) dergilerde görüldüğü gibi şiddetli ve saldırgan komünizm karşıtı yazılarla birlikte Pantürkçülük ve Turan Ülküsü’nü coşkuyla öven şiirler de basılıyordu.”
Bay Jacop, sağ olsun şahsımızı ve dergimizi bir hayli meth ü sena eylemiş. Onun yazdıklarını gerçekleştirebilmişsek ne mutlu bizlere…
Şaka bir yana, Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi üzerine aldığı vazifeyi başarıyla yerine getirdi. Zor şartlarda, sermayesiz çıkarılmaya başlanmıştı, öyle devam etti ve artık maddi sıkıntılar had safhaya varınca yayım sonlandırıldı. O ülkü, o ideal, o aşk olmasaydı bu kadarı da mümkün değildi. Gözü kör olası sermaye hiçbir zaman bizlere yar olmadı ki!
Yazımızı, Bozkurt Aylık Ülkü Dergisi’nin fikir babası İbrahim Metin’in sözleriyle noktalayalım: “Bu yayınların yetiştirdiği nesiller, günümüz Türkiye’sinin kısır ortamında, çok önemli işlevler görmektedir. Ne yazık ki şimdilerde Bozkurt’un yeri bomboş durmaktadır.”
___________________________________________
(*) Türk Yurdu, Şubat 2011, sayı 282
(**) Mayıs 1939’da Reha Oğuz Türkkan ve arkadaşları tarafından çıkarılmaya başlanıp, 1944 Milliyetçilik Olayı’na giden yolda devrin zihniyeti tarafından birkaç defa kapatıldığı için 12 sayıya ancak Aralık 1941 tarihinde ulaşabilen “Bozkurt” isimli dergiden dolayı, “ikinci defa ortaya çıktı” ifadesi kullanılıyor.