OKUYUCU OLMAK SANATI
Peyami SAFA
Bir kitap okuduğu zaman müellifin hayallerini ve fikirlerini takip ettiğine emin olmayan okuyucu pek azdır.
İşte büyük bir aldanış: Okuyucunun müellife âit olduğunu sandığı şeylerin çoğu, hakikatte kendi fikirleri ve hayalleridir.
Bir hikâye okuyorsunuz. İlk cümle şu: «Yağmurlu bir Nisan akşamıydı.»
Müellifin bu akşamı tasvir etmek için. kullanacağı vasıflar ne olursa olsun, sizin tahayyül edeceğiniz şey, unsurlarını kendi hayatınızın parça parça tecrübelerinden alarak yine kendinizin tasarladığınız bir sahne olacaktır.
Hayâlinizde ya kendi hâtıralarınız arasından muayyen bir tanesi, yahut da ayrı ayrı intihalarınızdan mürekkep bir manzara canlanacak. Başka türlü olmasına imkân var mıdır? Çünkü başkalarının tecrübelerini ancak nefsimizi gözetleyerek anlayabiliriz.
Dahası var. Müellif «Yağmurlu bir Nisan akşamıydı» dedikten sonra, biz onun ikinci cümlesine geçinceye kadar, böyle bir akşama âit diğer hâtıralarımız da şuurumuzun eşiğine gelip dayanabilir ve aydınlığa çıkmak ister. Meselâ yağmurlu bir Nisan akşamında başımızdan geçen bir vak’anın hâtırası da şuurumuzun kapısını çalar. Hikâyenin ikinci cümlesi, belki bu hâtıranın canlanmasına mâni olur-, fakat onun bir müddet kapıda beklemesine ve şuura çıkmak için fırsat kollamasına mâni olmaz.
Her insanın hâtırası başkadır. «Yağmurlu bir Nisan akşamıydı» gibi çok basit bir cümlenin bile her okuyucuda uyandıracağı ıttılalar, – intibalar, hâtıralar ve fikir tedaileri de başka başka olur.
Biz bir yazıyı okurken yalnız onu değil, kendi kendimizi de okuyoruz. Bunun için değil midir ki, tecrübeleri, fikirleri ve hayalleri bizimkine uyan veyahut da, hiç olmazsa biraz yaklaşan muharrirlerin yazılarını severiz. Bunlar o muharrirden ziyade kendimizi aydınlatarak bize göstermeye yarayan, gözümüzü kendisine aksettiren ayna gibi nefsimizin kendi kendini görmek için muhtaç olduğu kılavuz ışıklardır.
Bir oda resmi görürsek hepimizin gözlerimizin önüne aynı oda gelir. Fakat bir yazıda gördüğümüz herhangi bir oda kelimesi önünde —muharrir bu odayı ne şekilde tasvir etmiş olursa olsun— hep aynı oda gözümüzün önüne gelmez. Her okuyucunun tasarladığı oda başkadır.
Müşahhas kelimeler için böyle olduğu gibi, mücerret mefhumlar için de öyledir; bir «korku» kelimesinin hepimizde uyandırdığı hâtıralar ve intibalar bir midir? «Ümit; ideal, şahsiyet, zaman» dediğimiz zaman da hep aynı şeyleri mi anlıyoruz? Ne münâsebet! Bunun en büyük delili de şudur ki, her mütefekkir, her ruhiyatçı ve filozof, mücerret mefhumları, başka başka târif eder.
Hepimizin kendimize göre bir lisânımız var. İki kişi aynı dili konuştuğu halde, biri ötekini anlayabilmek için onun söylediklerini kendi içinin diline tercüme eder. Hepimizde kendi içimizin diline, kendi tecrübelerimize ve hâtıralarımıza, yerleşmiş fikirlerimize uygun eserler okumak ihtiyacı bundandır. Böylelerinden zevk alırız. Her kitabın aynasında, aynı görüş ve şuur noktası etrafında, hep kendi nefsimizin tuvaletiyle meşgul olmayı severiz.
Zihinleri bir tek akideye saplı, bir tek düşünüşe inanmış insanların hep aynı kanaatte ve aynı mevzuda yazılar okumaktan hoşlanmaları da bundandır. Böyle insanlarda tenkit hassası artık tamamıyle kötürümdür. Okudukları eser bir dua kitabı hâline gelmiştir. Artık okumakla değil, âdeta zikretmekle meşguldürler. Dinde olduğu gibi ilimde de kaba sofuluğu yapan budur. Bir fikir softasının elinden düşmeyen kitaplara ve dilinden düşmeyen kelimelere bakınız, bir acıklı tekerrürün nüshalarından ve nakaratlarından başka bir şeye tesadüf edemezsiniz. Artık onlar, bir kitap okurken, alıştıkları ve sevdikleri bir manzaraya bakar gibi passif, dalgın ve hayrandırlar.
Bir eseri okurken bu dalgınlık kadar kötü bir şey yoktur. Yazının daha ilk cümlesinde, muharririn bize telkin etmek istediği fikrin tam tersinin de doğru olup olmadığını düşünmemize imkân bırakmaz. Halbuki bir yazı, içimizde uğradığı mukavemet nisbetinde faydalı olur. Okumak, her şeyden evvel, muharrirle kıyasıya bir mücadeleyi göze almak olmalıdır. Yoksa muharrir bizim idrakimizi ve vicdanımızı esir ederek uşak gibi kullanmaya başlar…
Bir yazı bizde ancak kendi malımız olan fikirler doğurmak şartıyle faydalıdır. Yazıyle okuyucunun zekâsı arasındaki çiftleşmeden hiç bir fikir doğmazsa, o mütâlea tamamıyle akîmdir. Faydadan ziyade zarar verir, çünkü beynin yükünü çoğaltır.
Ayaklı kütüphane denilen adamların lehinde ve aleyhinde çok şey söylenmiştir. Bunların kafalarında kitap, midede öğütülen ekmek gibi değil, ambarda bekleyen buğday gibi durur. Nasıl konmuşsa öyledir. Kana ve hayata karışmamıştır. Onların bilgileriyle zekâları arasındaki münasebet, bir kitapla bir kütüphanenin raf tahtası arasındaki münasebetin aynıdır: Biri ötekinin üstüne binmekle kalır.
Kitap adamı beslemezse şişirir, bilgilerin yağıyla şişmanlatır. Ayaklı kütüphane denilen adamlar, manevi bünyelerinde fikirden ziyade semen bulunan mahlûklardır: İlmin şişkolarıdır. Bunun için sağlam yapılı bir kafa, dolu bir kafadan üstündür ve düşünmek bir fikre gebe kalmaktan başka bir şey olmadığı için, kitapların en güzelleri, düşündürücü ve doğurucu eserlerdir!
Yine bunun için uyanık bir zekâ, okurken her an şüphe içindedir. Bu şüphe at sineği gibidir: Savarsınız, yine gelir. Bizi rahatsız etmesine mukabil, demin bahsettiğim kötü dalgınlıktan kurtarmak gibi, sinirlendirici olsa bile uyandırıcı tesiri vardır.
Aynı kitabı birkaç defa okumak, ayrı ayrı birkaç kitap okumaktan daha faydalıdır. Çünkü okumakta gaye müellifin ne düşündüğünü anlamaktan ve bir şey öğrenmekten ibaret değildir. Kitapla okuyucunun zekâsı evlenmeli ve mahsul vermelidir.
Alelade izdivaçlarda olduğu gibi, kitapla meşru münâsebetimizde sevişmek veya hoşlanmak şart değildir. Fikirlerini sevmediğimiz ve benimsemediğimiz bir kitapla zekâmızın çatışmasından da fikirler doğar. Hattâ, bu münasebetin menfi kutbu daha doğurucudur. Okurken duyulan isyan ve mukavemet, aşktan ve hayranlıktan daha velût olabilir. Fakat alelade izdivaçlarda olduğu gibi, bir kitabın ilk yaprağını açarken de çoluk çocıık sahibi olmak emeliyle okumaya başlamalıyız. Yavrulamayan bir mütâleadan ne hayır beklenir?
KAYNAK: Peyami Safa, Seçmeler, İstanbul 1970.