Ağla Gökbayrak Ağla
Prof. Dr. A. Filiz YAVUZ
Mart 2015 – Yıl 104 – Sayı 331Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok.
Ben nasıl varım?
Ağla, ey Tanrı Dağları’ndan
İndirilmiş Tanrım!
Arif Nihat Asya
“Çocuktum, ufacıktım.” diye başlamış şiirine Yahya Kemal. Ben de öyleydim. Lisede Doğu Türkistan rüyaları görüyor ve meslek olarak hekimliği seçip oralara ulaşabilmeyi, soydaşlarıma şifa dağıtırken istiklalleri için de bir şeyler yapabilmeyi hayal ediyordum. Dönem Mao dönemi idi. Okuduğum liseden mezun olan öğrencilerin arasından Maocu grupların liderleri çıkıyordu. Maocular, Uygur kardeşlerime değil, adını bilmediğimiz halklara istiklal istiyorlardı. Yıllar su gibi aktı. Hekim oldum ama oralara gitmenin hayal olduğunun da farkına vardım. Mao öldü, ancak “halklara istiklal” gelmedi. Doğu Türkistanlılar zaten “halk”tan sayılmıyordu. “Belki bir gün.” diye hevesimi ve rüyalarımı hiç terk etmedim.
Bir rüya gerçekleşti.
Urumçi’deyim. Dualarımdaki gibi buraya hekim olarak, ders anlatmak için geldim. İnsanın içten yaptığı samimi duaları kabul oluyormuş, bir kez daha idrak ettim. Otuz-kırk yıl sonra gerçekleşen ve hiç unutulmayan bir rüya, bir arzu, hayal… Gerçekleşen mi, yoksa hâlâ devam eden bir rüya mı, bu?
Oteldeki odamın koridorundan bir çocuğun Çince konuşmaları ve annesinin sesi geliyor. Kendime ağrılı bir uyaran vermeye gerek yok. Bütün bunlar gerçek.
Gece yarısı kalkacak Çin hava yollarına ait uçak için iki hekim arkadaş, Atatürk Havaalanı’na geldik. Bizim soydaşlarımız kavruk renkleri, çekingen bakışları ve duruşları, çıkık elmacık kemikleri, konuşmalarından seçtiğimiz Türkçe kelimeler ile hemen belli. Üç bölümlü değişik bir uçak bu. Aralarda sabit bölmeler var. Orta kısım Doğu Türkistanlılar ve bize, arkası ise uçağın devam edeceği Pekin’in Çinli yolcularına ait.
Arasıra açan bulutların arasından görülenler ise: Göller ve çöller; kayalar ve vahalar; dağlar ve bağlar. Şairane bir tanımlama da olsa bu böyle. Doyamadan, bulutlar yüzünden istediğim gibi seyredemeden geçtik ata topraklarının üstünden ve geniş bir ovanın ortasındaki Urumçi havaalanına indik.
Doğu Türkistan 1955’te (sözde) özerk bölge ilan edilmiş. Yirmi milyon resmi nüfus var. Gerçeğin 38 milyon olduğu, Çin hükümetlerinin kasıtlı olarak az gösterdiği belirtiliyor. Urumçi başkenti. Sincan (bu isim Çince ‘yeni yurt’ demek. 1884’de Mançu İmparatorluğu tarafından bu isim verilmiş. Kimin yeni yurdu? ) UygurÖzerk Bölgesi olarak anılan bu toprakların nüfusu şu an yarı yarıya Türk ve Çinli. Ama 1945’de Uygur nüfusunun oranı % 83, Han Çinlileri % 6,2 iken (bir kaynakta ise 1949’da iki Çinli varken) 2008’de bu oran yarı yarıya olmuş, Çinlilerin lehine. Şehir çok hızlı büyüyor, hızla yeni gökdelenler, sosyal konutlar, iş yerleri, fabrikalar, yeni mahalleler yapılıyor. Çin’in her bölgesinden buraya göç alınıyor, Urumçi’nin kimliği hızla değişiyor. Dev gökdelen inşaatlarının ve vinçlerinin görüntüleri gökyüzünü kaplıyor. Uygur Türkleri şehrin bir mahallesine sıkışıp kalmışlar. İsraillilerin Filistin topraklarında yaptıkları gibi. Tek farkla: Onlar yeni köyler açıyor, bunlar yeni dev şehirler.
Urumçi’nin 3-4 milyon olan nüfusunun yalnızca birkaç yüzbini Uygur Türkü. Oysa kırk yıl önce % 80’i Uygur’muş Urumçi’nin.
Kuzeyden güneye uzanan koridor benzeri bir uzun şehir Urumçi. Yüksek binalar ile dolu. Düz bir alanda kurulmuş. Hiç bir engebe, yokuş, tepe yok şehirde. Etrafı Tanrı dağları ile çevrili bir ova. Şehrin çevresinde de geniş tarım alanları açma çalışmaları hızla sürüyor.
Şehrin tam göbeğindeki lüks bir otelin, 13. katındaki geniş pencere pervazına gece 23’de oturmak ve hamasi yazılar yazmak nasıl bir davranıştır? Dürüstçe mi,bilmiyorum. Ama bilsem de bilmesem de şu an bu yazıyı şehrin bin bir renkli ışıklarına, yoğun ve gürültülü trafiğine, otelin duvarlarını sürekli yalayıp geçen ışık seline ve karşımdaki parkta yetiştirilmiş olan çit bitkilerinin gece demeden kesilip ejderha şekli verilmesine bakarak yazmak ve duygularımı aktarmak zorundayım. Yazmazsam boğulacağım.(Ejderha ve Lotus çiçeği, Çin değil Türklerden gelme motifler. Ejderha sonsuzluk, evren manasında bir simge.)
Karşımda önceki tarihlerde at heykellerinin bulunduğu söylenen bir meydan ve kilometrelerce dümdüz uzayıp giden, sınırları renkli ışıklarla çizilmiş olan gökdelenlerin yer aldığı bir yol var. Çocukluğumun hayallerindeki ve okuduğum yazılardaki Urumçi bu değil. Belgesellerde gördüğüm kalabalık Çin şehirlerine dönüştürülmüş, Uygurların elinden nüfus ve idari hâkimiyeti alınmış, Çinlilerin rahat, pervasız üstün(!) tavırlarının deri gibi üstlerine yapıştığı bir topluluk, burada ipleri çoktan eline almış. Bu baskın davranış her yere öyle hâkim ki. Bu yüzden nüfusun yüzde doksanı Uygur olan Kaşgar çok daha sıcak, daha bizden bir şehir.
Trafik, İstanbul’dan daha karışık, kuralsız, düzensiz ve sıkıntılı. Kendi imalatları olan arabaları dünyaya ihraç ediyor, onun yerine daha sağlam ve kaliteli olan Avrupa veya Amerikan arabaları (ancak fabrikası Çin’de olanlardan) kullanıyorlar. Ülkemde bolca bulunan ucuz Çin mallarından burada yok. Yaptıkları hemen herşeyi dışarı satıyorlar. Bizim ülkemizde bile daha fazla Çin arabası ve malı var. Aklın yolu bir: Ucuz maliyetli ve kalitesiz malları satmalı, daha iyi olanlar memlekette kalmalı. Ancak Japon arabası kullanmıyorlar. Bu durum tarihi olayların sonucunda olmuş. Tarihte Japonya Çin zulmüne, istilasına, savaşlarda eziyetine maruz kalmış. Çin’in Japonya üzerindeki tarihi emelleri daha bitmemiş. Japonya, Çin’in bu niyetini biliyor. 4. Dünya Uygur Kongresi de Çin’in baskısına rağmen 14 Mayıs 2012 de Japonya’nın dirayeti ile Japonya’da yapılmış. Üstelik Japon resmi makamları da kongreye katılmış ve destek vermiş. Japonya’nın tavrını takdir ve minnetle anarken, bu kongreye ev sahipliği yapmayan bizim hükümetimizin davranışını izah etmek imkânsız.
Uygur mahallesi olarak bilinen eski Urumçi’de; küçük ticarethaneler, lokantalar ve sokaklarda yemek satan küçük esnaf Uygurları temsil ediyor. Uygur Türkleri resmi işlerde çalıştırılmıyorlar. İş bulanlar da sadece küçük memur olabiliyor. Mevkisi yükselenler Çin hükümetine hizmet eden ve soydaşlarını unutanlar… Meclise seçilenler için Rabia Kadir diyor ki: “Onları Komünist parti seçiyor. Uygurlar seçmiyor. Bunlardan bazı üst yetkililer ise böyle bir konumda bulunarak bölgenin durumunu resmi yetkililere açıklayabileceklerini ve Çin politikalarını değiştirebileceklerini umut ediyorlar. Fakat zamanla şu gerçekleri keşfediyorlar: Politikalar baştan belirlenmiş şeylerdir ve bunları değiştirmek imkânsızdır. Seçilen delegeler robot gibi ellerini kaldırırlar. Hatta pek çoğu niçin kaldırdığını bile bilmez. Ben de (bir zamanlar) böyle yaptım!”
Son zamanlarda ise Uygur gençlerini polis olarak işe alıyor ve çatışmalarda Uygurlarıbir birbirine kırdırıyorlarmış.
Çin ve parti bayrakları her yerde yanyana. Mao’nun ölümünden sonra yönetimin değiştiğini düşünmek gafletten başka bir şey değil.
Pekin saatine göre 20.30’da dışarı çıktık. Türkiye ile 7 saat fark var. İftar açmak için taksi ile Uygur mahallesine gittik. Takside şoför ile arka koltukların arasında metal bir kafes var, şoförü korumak için mutlaka.
Gurbet elde iftar açmak bir başka. İnsan biraz mahzun oluyor. Burası gurbet el mi?
Uygur lokantasında kalabalık aileleri ile gelen Uygurlar karpuz dilimleri ile süslenmiş sofralarda iftarı bekliyorlar. Biz de oturduk masamıza. Küçük dilimler hâlinde az bir ekmek, sıcak bir cam çaydanlıkta “gızıl çay”, porselen kulpsuz fincanlarda içilmek için önümüze konuluyor. Sonra han aşı denen kuru hünnap (çilang) meyveli, etli erişteli çorba ve lağman isimli erişteli etli sebzeli yemek geliyor.Arkasındançubuk ile yemek yemeyi deniyor, beceremeyince çatal istiyoruz. Yemekte ekmek ve suyu hemen hiç kullanmıyorlar. Çaya şeker yerine bal ekliyor ve kişniş otunu bol kullanıyorlar, tıpkı Azerbaycan’daki gibi. Etrafta dolaşan Uygur milli kıyafetli hanımlar, genç kızlar servis yapıyor. Akşamın yorgunluğu, mahmurluğu, açlığın getirdiği hâlsizlik birazdan yerini canlılığa bırakıyor.
Kendimizi sokağa bırakıyoruz.
Burası Uygur mahallesi. Urumçi’nin diğer bölgeleri ile kıyaslanınca daha fakir, daha sevgi dolu, daha içten ve herşeyi ile bizden bir yer burası: Sokakta yiyecek satanlar, kebapçılar, açık tezgahlarda dönen kızarmış tavuk ya da etler, üstü nakış gibi işlenmiş ekmekler, nefis gözlemeler, kazanlarda etli pilavlar, yemek kokuları, tezgahlarda çeşit çeşit meyveler, yassı şeftaliler, hünnaplar, oyuncakçılar, evlerin önünde oturan hatta çekirdek çitleyen Uygur hanımları, başı döppili kır sakallı dedeler, onlara sarılan torunlar, sıcaklık ve sevgi hisleri, güler yüzlü insanlar, ışık ve renk dolu binalar, Ak Mescit, Rabia Kadir’in boş bekleyen işyeri binası… İftar sonrası karanlığının, ramazanın uhrevi havasının, ata topraklarında gurbette gibi dolaşmanın hatta Uygurların kendi vatanlarında garip kalmalarının verdiği hisler öyle yoğun ki… Şu kucağındaki üç dört yaşlarındaki torununa sarılan aksakal, sokağın karanlık bir köşesinde bebeğini uyutmaya çalışan genç gelin evlatlarının geleceğini nasıl tahayyül ediyorlar. Onlara veremeyecekleri sıcak vatan toprağını mı düşünüyorlar, soğuk bir beton üstünde bilinmez bir yerdeki Çin hapishanesinin soğuk betonunu mu? Ya bebekler? Bu kucakların sıcaklığının sürüp sürmeyeceğini, ümit denen şeyin ne olduğunu bilmeden yaşamanın yada geleceğinden kaygılı genç olarak bekleyeceğinin farkındalar mı? Bu günler veya saatler iyi günleri mi yoksa? Karanlık sokakların arasından hangi çaşıt bizi ve onları gözlüyor. Ya yanımızda bizi dolaştıran Uygur kardeşlerimiz, bizden sonra gizlendiği karanlık köşelerden fırlayan düşman bakışlarının gazabına uğrar mı acaba?
Karanlıkların derinlerinden fışkıran hüzün, Uygurların yüzünden yansıyan masumiyet ve kapana kıstırılmış hâlleri arasında bocalıyorum. Ne hissetmem gerek? Ağlamak istiyorum.
Orada kaldığım günler boyunca sık sık ağlamak geldi içimden. Çoğunda ağlayamadım. Sıktım dişlerimi.
Hepsine sarılmak istedim, yapamadım.
Gurbette hem de iftarda yapılan dualar kabul olurmuş. Dua edebildim yalnızca.