AVRUPA VE İSLÂM
PROF. DR. EROL GÜNGÖR
A. Toynbee bugünkü Batı toplumunun bir intihar hareketini temsil ettiğini söyler. Ona göre Batı dünyasının yarattığı büyük medeniyet, tıpkı dünya üzerinde gelip geçmiş bütün medeniyetlerin yaptığı gibi, insanı dünyevî bir varlık olmaktan çıkarıp onu azizler, ermişler seviyesine çıkarmayı gâye edinmişti. Ama laiklik ve demokrasi Hıristiyan medeniyetinin çürümesine, kokuşmasına yol açtı. Bir medeniyeti ancak dinî bir maya canlı tutabilirdi; modern Batı teknolojinin, ilme olan aşırı güvenin esiri o du ve insanlığa faşizm, komünizm gibi belâlar getirdi. Batının o çok övündüğü ve kendi medeniyetinin temeli saydığı rasyonalizm ve hümanizm hakikatte Batı medeniyetinin «özünü» bozan, onu içinden yıkan birer mikrop sayılmalıdır.
Medeniyetler doğar ve ölür- Bir medeniyet ölüme giderken artık bütün yaratıcı gücünü kaybetmiş, değişen şartlara hiç değişmeyen tepkiler yapmaya yani kendini tekrarlamaya başlamıştır. Her medeniyet bu ölüm devresine girerken üç ayrı sınıf ortaya çıkar ve herbiri geriye birbirinden farklı şeyler bırakır. Bunlardan birincisi «hâkim azınlık»tır. Medeniyetin genel gidişine hâkim olan bir azınlık vardır ki, bu azınlık yaratıcı gücünü kaybeder, fakat sonradan gelecek olanlar için bir fikir mirası —felsefe, ilim hukuk— bırakır. İkinci sınıf «dış proleterya» dır; Dış proleterya hakim azınlığın eserleri yanında üniversal kıymet ve kalitesi o kadar yüksek olmayan, fakat hâkim azınlığın eserlerinden daha büyük bir canlılığı temsil eden şeylere —aşiret edebiyatı gibi— sahiptir. Nihayet üçüncü bir sınıf o’arak «İç Proleterya»yı görüyoruz. İç Proleterya o medeniyetin bir parçasıdır, ama ona tamamen yabancılaşmıştır. Medeniyet ölürken, iç proleterya arasından yaratıcı bir grup ortaya çıkar ve eski medeniyetin enkazı üzerinde tamamen değişik bir ilhamla, yeni bir medeniyet kurar. Bu yeni medeniyet yine dinî bir öz taşımaktadır; yapacağı şey insanları bedenin değil ruhun hazlarına alıştırmaktır.
Toynbee’nin bu tezi pek çok tenkitlere yol açtı, ve geçen zaman içinde cazibesinden çok şey kaybetti. Fakat herhalde bugünkü Batı medeniyeti dediğimiz teknolojik cemiyet insanları huzursuz kılmaya devam ettikçe Toynbee ve ona benzer başkalarının tarih tezleri daima ilgi uyandıracaktır. Nitekim son zamanlarda İslam dünyasının Batı karşısında yeni bir silkinme ve şahsiyet bulma gayretleri bize onu tekrar hatırlattı. Gerçi Toynbee giden medeniyetlerin hiçbir zaman geri gelmeyeceklerini söylüyor, ama yeni medeniyetin Batıya karşı bir tepkiyi temsil etmesi ve özünde dinî bir yücelik taşıması İslâm’ın uyanışını Toynbee’nin tarih anlayışına oldukça yaklaştırmaktadır. Kaldı ki İslâm medeniyeti mesela Monencedaro veya Maya medeniyeti anlamında tarihe gömülmüş değildir.
İslâm hakkında son birkaç ay içinde yazılan makalelerin pek çoğunun arkasında İran hadiselerinin bulunduğu muhakkaktır. Bir dini liderin yirminci yüzyılın ikinci yarısında bütün bir ülke halkını baştaki monarşiye karşı, hem de din adına, ayaklandırmış olması gerçekten üzerinde dikkatle durulmaya değer bir hadisedir. Nitekim Batının birçok büyük yayın organında bu olay derinliğine incelenmiş, mesele İran’ı ve Humeyni’yi de aşarak bir İslâm uyanışı çerçevesinde ele alınmıştır. Uzakdoğu’dan Fas’a kadar uzanan geniş bir coğrafya içinde büyük çoğunluğu bağımsız devlet haline gelmiş bulunan İslâm ülkeleri Batı medeniyetinin dışında ayrı bir hayat yaşamaktadır. Bu ülkeler son yüzyıl içinde Batı medeniyetine girmek için pek çok gayretler gösterdikleri halde bu işi başaramadıkları gibi, son zamanlarda Batılılaşmanın o kadar iyi bir şey olmadığını düşünmeye de başlamış bulunuyorlar. Bu direnişin kaynakları nelerdir, ve gelecekte İslâm ülkeleri modern Batı medeniyetinin bir alternatifini yaratacak potansiyeli taşıyorlar mı?
En çok dikkati çeken noktalardan biri ve belki en önemlisi İslâm’ın yaşama gücüdür. Bilindiği gibi, İslâm dünyası Avrupa’da Rönesansla birlikte meydana gelen değişmeler ve özellikle sanayi devriminin getirdiği hızlı gelişme karşısında tamamen gerilemiş, medenî ve kültürel gücü yanında siyasî bağımsız iğim da —Osmanlı Türkleri hariç— kaybetmiştir. İslâm memleketlerinin bir kısmı fiilen Avrupalıların —ve Rusların— işgali altında birer sömürge haline gelmiş, bir kısmı ise bağımsız yaşamasını, onların yolunu benimsemeye borçlu olmuştur. Böylece onsekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslâm, dünyası ayrı istikametlerden gelmekle birlikte aynı noktada birleşen iki kuvvetin etkisinde kalmıştır. Birincisi Avrupalıların Batı ı yönde bir değişme için yaptıkları doğrudan baskı, İkincisi daha çok bağımsız ülkelerde görülen ve Batılılaşma gayesiyle yürütülen iç baskı. Sömürge haline getirilen İslâm ülke erinde sömürgeci batı devletinin kanunları hakim olmuş, onların hayat tarzı, örf ve adetleri’ doğrudan ve dolaylı şekil erde empoze edilmiştir. Bağımsız devletlerde ise cemiyetin seçkin tabakası Batılı bir hayat tarzının ülkeyi kurtaracağına inanarak o hayatı ithal etmek üzere çeşitli yollar denemişlerdir. Şimdiye kadarki tecrübeler gösteriyor ki, bütün bu teşebbüsler karşısında İslâm gücünü kaybetmiş değildir. Son zamanlarda ise Batı medeniyetine ve onun yerli modellerine karşı tam bir alternatif olarak ortaya atılmaya başlanmıştır. Bunun en bâriz örneklerini Mısır’da, Libya’da, Pakistan’da, İran’da görüyoruz.
İslâm’ın yaşama gücünün belki de en dramatik örneğini Rus ve Çin idaresi altında kalmış müslüman halklarda görüyoruz. Rusya’da Çarlar ve Çin’de hanedanlar zamanında Asya’nın müslüman—Türk halkları bağımsızlıklarını kaybetmiş bulunmakla birlikte dinlerinde serbesttiler. Gerek Rusya’da gerekse Çin’de komünistlerin hâkim olmasından sonra İslâmiyetin zayıflatılması ve tamamen ortadan kaldırılması için çok şiddetli ve sistemli baskılar yapıldı. Din resmen yasak edildi. Esasen komünist doktrinin özü dini reddediyor ve insanın kurtuluşu ile dinin ortadan kalkmasını aynı şey sayıyordu. Rusya altmış yıldır bu politikayı bütün şiddetiyle uygulamaktadır. Fakat bugün Sovyet idaresindeki müslüman Türkler arasında İslâmiyet yaşamaktadır ve belki bu halkların Ruslar’dan ayrı birer varlık teşkil etmelerine yol açan en önemli özelliktir. Çin’e gelince, orada gerek Türk gerekse Çin asıllı müslümanlar rejime kendilerini her ne pahasına olursa olsun tanıtmışlardır. Bugün bir Doğu Türkistanlı kendi ülkesinde «Her amele tugayı başına bir cami» düştüğünü söyleyerek övünmektedir. Müslümanlara Kur’an-ı Kerim’i basmak, yazmak veya dışarıdan getirtmek hakkını tanımayan Çin idaresi, yine de müslüman kasaba ve köylerinde domuzların serbestçe dolaştırılmasını yasak etmiş bulunuyor.
İslâm yaşamakla kalmamış, üstelik birkaç yüzyıldanberi kendisine en ciddî rakip olarak dünyayı hâkimiyeti altına alan Batı medeniyeti karşısında da bir alternatif olarak parlamaya başlamıştır. Gerek Batıdan aktarılan ideolojiler gerekse Batılılaşma esasına dayanan yerli doktrinlerin hiçbiri İslâm ülkelerinde başarı kazanamadı- M. Rodinson’un yakınlarda Le Monde’de yayınlanan iki makalesi de bütün bu doktrin ve ideolojilerin İslâmın yerine geçmek üzere ortaya çıktığı, fakat İslâm’a mağlub oldukları belirtilmektedir. İslam memleketlerinin hepsinde görülen bu durumu ne ile izah edebiliriz? Bizim kanaatimizce bu sebeplerden bir kısmı bizzat din fenomeninde ve Batı medeniyetinin istikametinde, bir kısmı ise doğrudan doğruya İslâm dininin özelliklerinde bulunabilir.
Dinin yerine geçecek başka bir sistem bulunmuş değildir. Bugüne kadarki tecrübelerimiz dinin ancak başka bir dinle yer değiştirebildiğini gösteriyor. Bazı hallerde dünyevî doktrinlerin —komünizm gibi— dine meydan okudukları görülmekle birlikte onların bu başarılarındaki en önemli faktörün dine ait bazı özellikler taşımaları olduğu açıkça bellidir: İnsanı dünyadaki yalnızlığından kurtarmak, ona kainatta belli bir yer vermek, hayatın mahiyeti ve hikmetini anlamasına yarayacak bir izah şeması sunmak, ve nihayet bütün bunları bilginin sınırlı gücüne değil de imana dayandırmak. Fakat hiçbir dünyevî, materyalist doktrin bu fonksiyonu din kadar ifa edecek güce sahip olamaz. Bu yüzden insanların dine olan ihtiyaçları hiçbir zaman ortadan kalkmayacağa benzemektedir. Zaman zaman din müessesesindeki zayıflamalar insandaki bu temel ihtiyacın azalmasından değil, mevcut dinin yeteri kadar tatminkâr olmayışından ileri geliyor diyebiliriz.
Bugünkü Batı medeniyeti, getirdiği hoşnutsuzluklar dolayısiyle, insanları dine veya yarı dinî doktrinlere itecek bir toplum düzeni, bir hayat tarzı yaratmıştır. Komünizm ve faşizm Batı medeniyetinin hoşnutsuzluklarına karşı birer tepki olarak ortaya çıkmış, insanlar bunlara «susuz kimselerin çeşmeye koşmaları gibi» hararetle koşmuşlardır. Bu susuzluğun temelinde dinî cemaatın parçalanması, servetin put haline gelmesi, insafsız ve merhametsiz bir rekabetin tek geçerli eylem olması, ve nihayet bu hayattan zarar görenlerin sığınabilecekleri bir büyük manevî barınağın bulunmayışı vardır.
Batıda Hristiyan kilisesi geçmiş yüzyıllarda içeriden ve dışarıdan büyük tahribata uğramasaydı, Batıdaki manevî buhranı kısmen giderebilirdi. Fakat Batılılar denedikleri ve başarısız buldukları bir müesseseye tekrar dönmektense yeni, ufuklar aramaktadırlar. Zen Budizmi modasından uyuşturucu ilaç iptilasına kadar nice yollar hep bu modern toplumun insanı sıkıştıran kafesini kırmak için denenmektedir. Hıristiyan dünyasının özellikle protestan bölgelerinde insanın yalnızlığı daha çok hissediliyor. Katolik ülkelerde kilise kendi mensuplarını bir büyük cemaat ve bir otorite sistemi içinde tutabilmektedir. Kilise bunu yapamadığı, yani insanları kendine bağlayamadığı zaman onun bıraktığı büyük boşluk din benzeri bir başka sistemle doldurulmaya çalışılıyor: Komünizm. Avrupa’nın katolik ülkelerinde komünizmin protestan ülkelerde olduğuna göre çok başarı kazanmasının başlıca sebeblerinden biri budur. Protestan memleketlerde komünizmin dışında, zenginlikten ziyade manevî tatmin verecek yollar aranmaktadır-
Bugün bütün dünyayı hakimiyeti altına almış bulunan Batı toplumu işte böyle bir manevî boşluğun taşıyıcısı olarak görülüyor. Bu yüzden Batı teknolojisine çok ihtiyaç duyan ve onu almak için büyük fedakârlıklara katlanan Batı—dışı ülkeler çok dikkatli, çok seçici davranmak mecburiyetini duyuyorlar. Nitekim modernleşen ülkelerin hepsinde de «İnsanî değerlerin teknolojiye feda edilmemesi» gayreti görülüyor. Bu işin nasıl başarılacağı büyük bir bilmece halinde ortada duruyor; ama hem Batılı hem Batılı olmayan ilim ve fikir adamları, filozoflar bu bilmeceyi çözmek için seferber olmuş durumdadırlar.
Bu noktada Islâm’ın bir özelliği kendini kuvvetle belli ediyor, ve Batılı fikir adamları bu özellik üzerinde çok duruyorlar. İslâm, insanın dünyasını maddî ve manevî, veya Kayserin sahası ile İsa’nın sahası diye ikiye ayırmamıştır. Başka bir ifade ile, İslam insanı maddî ve manevî bütünüyle kavramaya çalışan, onu topyekün ele alan bir sistemdir. Bu yüzden İslâm hıristiyanlıktaki mânâsıyla laik değildir. İslâm’da laiklik daha ziyade vicdan hürriyeti şeklinde ortaya çıkmaktadır. Hristiyanlıkta insanın günlük hayatına ait bazı hükümler bulunmakla birlikte bunlar zamanla tamamen geri plana atılmış, adeta unutulmuştur. Halbuki İslâm daha başlangıcında hem inanç ve ibadete, hem günlük hayatın gidişine ait hükümler getirdi ve bu hükümler uzun yıllar, yüz yıllar içinde uygulandı, geliştirildi, bir hukuk külliyatı meydana geldi. Bu külliyat Türkiye’nin laikliği benimsemiş olması dolayısiyle bizim için bir tarihî araştırma konusundan ibarettir, ama mesela İran’da İslam fıkhı eski köklerinden hiç kopmadan devam etmiş bulunuyor. Orada İslam cemaatı kendi teşkilatını devam ettirmekte, İslâm alimleri yaşanan hayatı düzenleyecek mahiyette içtihatlar yapmaya devam etmektedirler. Bazı Arap ülkeleri, kısmen Pakistan İslamı bu bütünlüğü içinde yorumlamaktadırlar.
Önümüzdeki makalede İslâm’ın bu karakterinin günümüzün dünyası içinde bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağız. Ancak bu incelememizin siyasî değil sosyolojik bir tahlil olduğunu ve herhangi bir siyasî netice çıkarmak gayesini gütmediğini tekrar hatırlatmalıyız.
KAYNAK: TÖRE, NİSAN : 1979, SAYI : 95, s.2-6.