Merkezî Otorite ve İktisadî Rejim
Prof. Dr. Erol GÜNGÖR
Yeni devletlerin bir kısmı Irak ve Suriye gibi yabancı himayesinden, bir kısmı da doğrudan doğruya sömürge idaresinden kurtularak doğmuş bulunuyorlar. Fakat hangi şekil altında olursa olsun, bunlar bağımsızlık kazandıktan sonra kendi meselelerini kendileri halletmek durumundadırlar. Kendi güçleriyle ayakta durabilmek için bir yandan asgarî geçim şartlarını sağlamalı, bir yandan da bütün cemiyeti içine alan geniş çaplı bir reorganizasyon için gerekli imkânları bulmalıdırlar.
Bu mecburiyet yeni devletlerin millî bir iktisat politikası takip etmelerini şart kılıyor ki cemiyetin diğer bütün sektörleri bu politikanın ortaya çıkardığı neticelerden etkilenmektedirler. Bağımsızlık hareketleri sırasında iktisadî düşünce sadece yabancıların sömürgesinden kurtulmak gibi bir temennîden ve bir reaksiyondan ibarettir; bu yüzden bağımsız bir millî devletin kurulması için yapılan mücadelelerde marksistlerle marksist olmayan çeşitli grupların işbirliği ettiklerini sık sık görüyoruz.Marksistlerin çok defa ellerinde hazır formülleri bulunmakla beraber bunların uygulanması henüz bahis konusu olmadığı için üzerlerinde fazla ciddiyetle durulmaz. Fakat devlet kurulduktan sonra iktisadî meseleler ön plana geçmektedir. Artık bütün kabahatlerin yüklenebileceği bir sömürge idaresi veya bir “himayeci devlet” yoktur. Üstelik yabancı kuvvete karşı tesirli olamayan iç muhalefet yerli idareye karşı büyük bir güç teşkil edebilir ve başarısız bir iktidar derhal düşürülebilir.
Bütün bu tehlikelerden kurtulmak üzere başvurulan yol millî iktisat politikası olmuştur. Bu tabirdeki “millî” kelimesinin milliyetçi düşünceyle sıkı bir ilgisi vardır. Milliyetçilik dâima millet denen bütünü göz önünde tuttuğu için milliyetçi politika da bu bütünlüğü bozabileceği düşünülen her türlü zümre -iktisadî sınıflar, meslek grupları, sosyal gruplar vs.- menfaatlarına mümkün olduğu kadar engel olacak şekilde ayarlanır. Bunu yapabilmek için kuvvetli bir merkezî otoriteye ihtiyaç vardır. Devlet milleti bir bütün olarak yeniden teşkilatlandırmak maksadıyla kendi gücünü en yüksek seviyeye çıkarmaya çalışır, kendisine rakip olarak çıkabilecek organize grupların yaşamasına tahammül edemez.Bütün iktisadî faaliyetler millî bütünlüğü gözeterek hareket eden devletin plânlamasına bağlamak zorundadır. Bu merkezî plânlamanın mutlaka sosyalist bir plânlama olması şart değildir, fakat sosyalizm hazır bir örnek oluşu ve mahiyetinde merkezî plânlamanın bulunuşu çok defa sosyalist bir tatbikatın benimsenmesine yol açmaktadır.Sosyalist olsun veya olmasın, yeni devletlerde merkezî hükûmet otoritesinin iktisadî faaliyete yön vermesi âdeta kaçınılmaz bir netice olarak ortaya çıkmaktadır. Yeni devletlerde teşkilâtlı ve karmaşık bir ekonomi bulunmadığı için, iktisadî meselelerde düşünce tarzı ve teklif edilen çözümler de çok defa basit, bütüncü ve iptidaî kalır. Bütün geri kalmış ülkelerde insanlar liberalizm-kapitalizm sistemi ile sosyalizm arasında yapılacak bir tercihin kavgası içindedirler.
Mesele bu şekilde bir kutuplaşma halinde ele alındığı zaman ise liberal prensiplere dayanan bir ekonominin tercih edilmesi imkânsız gibidir, çünkü böyle bir tercih yeni devletin varlık sebebine aykırı görülmektedir:
Liberal ekonomiye imkân vermek eski sömürgeci veya himâyeci devletin hâkimiyetine göz yummak mânâsına gelir. İktisadî gücü çok zayıf olan bir memleket, serbest rekabetin hâkim bulunduğu bir iktisadî sistemi tercih edemez. Kaldı ki liberal ekonomiye karşı takınılan menfî tavır belki iktisadî olmaktan ziyâde hissî sebeplere dayanmakta ve bu yüzden çok etkili olmaktadır. Eski sömürgeci devletin temsil ettiği bütün sistemlerin izlerini ortadan kaldırmak bir gâye hâlindedir, çünkü eski rejime ait bütün müesseselerin yerli halkı sömürmek gayesi etrafında kurulmuş olduğuna dâir kuvvetli bir inanç vardır.
Marksizmin yeni devletlere oldukça cazip görünmesi belki de bu duygusal reaksiyonları iyi kullanması ve onları başka planda bir izah şemasına sokmaya çalışmasından ileri gelmektedir.
KAYNAK: TÖRE, Aralık 1975