Millî Kültür ve Halk Kültürü
Erol Güngör
HALKÇILIĞIN hedefi millî kültüre ve bu kültürün sahiplerine dayanan bir millî devlet kurulmasıdır. Böyle bir hareket içinde Ziya Gökalp’ten beri münakaşa edilen kültür, medeniyet, millî kültür ve batılılaşma kavramlarına karşı da tavrımızı tesbit etmek gerekiyor. Hakikatte bu münakaşanın birçok riskleri vardır, çünkü yukarıdaki kavramların tarifi esnasında gerçek ile ideal olanı, nazariyede ileri sürülen ile realitede cereyan edeni birbirinden ayırmak çok zor olduğu gibi, kıymet hükümlerinden kurtulmak da imkânsızdır. Yine de en azından bazı apaçık yanlışları bertaraf etmek suretiyle doğruya yakın bir yol tutturabileceğimizi zannediyorum.
Sosyal ilimlerde kültür denilince, bir topluluğun kendi hayatî problemlerini çözmek üzere denediği ve uzun yıllar içinde standart hâle getirdiği usuller ve vasıtalar anlaşılır. Şu hâlde bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsemiş bulduğu hayat tarzı, bütün maddî ve manevî unsurlarıyla birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir. Medeniyetin tarifi üzerinde ilim adamları arasında kültür tarifinde olduğu kadar bir anlaşmaya ve kesinliğe rastlamıyoruz. Bizde ilk defa Ziya Gökalp’in ortaya attığı batılı âlimlerin de kabul ettikleri bir tarife göre, medeniyet, kültürler arasında öğrenme yoluyla birbirine geçen ve bu suretle ortak hâle gelen unsurlara denmektedir. Demek ki medeniyet milletlerin birbirine benzer taraflarını, kültür ise onları birbirinden ayıran tarafları temsil etmektedir.
Dünyada Türkler kadar eski bir tarihe sahip pek az millet gösterilebilir. Bu kadar uzun bir macerası olan bir millet hâlâ yaşadığına ve yakın zamana kadar dünyanın en büyük imparatorluğunu yaşattığına göre, her şeyden önce eşi az görülür bir hayat gücüne sahip demektir. Türk milleti şimdiye kadar hiç esir olmamış, üstelik bugün Birleşmiş Milletler teşkilâtının millet sınıfını verdiği birçok toplulukları idaresi altında tutmuştur. Şu hâlde yüzlerce yıl içinde teşekkül etmiş olan Türk kültürü bu milleti başkalarına hâkim kılacak kadar da güçlü idi. Gerçi içimizde Türklerin siyasî hâkimiyeti elde tutmakla beraber başkalarının kültürel hâkimiyeti altında kalmış olduklarını iddia edecek kadar tarih ve sosyoloji bilgisinden mahrum kimselere hâlâ rastlıyoruz. Fakat bunlar üstün bir kültüre sahip olan diğer kavimlerin niçin yüzlerce yıl Türk idaresi altında derin bir uykuya yatmış olduklarını, hattâ hâlâ uyanamadıklarını izah edemiyorlar. Üstelik bu yazarlar, söz batılılaşmadan açıldığı zaman, Avrupa medeniyetinin Türk kılıcını parçaladığını, çünkü medeniyetçe üstün olanlara kılıçla karşı konamayacağını rahatça söylemektedirler.
Bir milletin yaşama gücü onun kültüründe çok sağlam dayanakların bulunmasıyla mümkündür. Fare kapanına girmiş gibi Anadolu yarımadasına sıkışıp kaldığımız şu ıstıraplı günlerde bile tek ümit kaynağımız milletimizin bu yaşama gücüdür. İleride Türk halkının mümeyyiz vasıflarını ele aldığımız zaman görüleceği gibi, insanlığın ortak kıymetleri sayılmaya lâyık beşerî hasletleri Türk kültürü kadar geliştirmiş ve yaymış başka bir kültür de yoktur. Batı ile bizim kadar uzun ve çetin mücadelelere girdiği hâlde bizim kadar ona mukavemet etmiş olan ve bu mukavemeti devam ettiren bir başka millet gösterilemez. Bu direnmenin sebebini Türk milletinin intibak kabiliyetindeki eksiklik yerine, Türk kültürünün çok sağlam ve köklü oluşu, hattâ beşerî ve ahlâkî kıymetler bakımından batı medeniyetine üstün oluşu ile izah etmek daha doğru olur.
Türk milleti bu uzun tarihi boyunca kazandığı bütün gücünü ve tecrübesini birleştirerek Osmanlı imparatorluğunu kurdu. Bizim tarihimizin bütün evvelki safhaları bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova gibidir. Kurduğumuz bütün devletler Beethoven’ın ilk sekiz senfonisi gibi hepsi birbirinden güzel eserler olmuştur; fakat Dokuzuncu senfoniyi dinleyen bir insan nasıl bütün diğerlerinin müzik tarihindeki en büyük eser için hazırlık gibi olduğu intibakını alırsa, Osmanlı İmparatorluğunu anlayan bir insan da bizim bütün devletlerimizin bu imparatorluk istikametinde birer ön çalışma gibi olduğunu görecektir. Teşkilâtçılık, idarecilik, hâkimiyet duygusu, adalet ve şefkat, vakar, yiğitlik, fedakârlık ve feragat, manevî derinlik gibi kültürümüzün bütün mümeyyiz vasıfları hiçbir zaman bu devirdeki kadar işlenmiş ve geliştirilmiş değildir. Dünyada yazılmış bütün seyahatnamelerde bütün milletlerin karakterleri hakkında yazılmış olanları gözden geçirin, Osmanlı Türk’ü kadar övülmüş bir millet bulamazsınız. Bu övgüye katılmayan tek millet Osmanlı Türk’ünün kendisidir. O bütün büyüklerin yaptıkları gibi ağırbaşlılığını hiçbir zaman kaybetmedi. Kimse tarafından beğenilmeye de ihtiyacı yoktu, çünkü kendisini Tanrı’nın kullarına hizmet etmek ve Tanrı’nın adını yüceltmek için kurulmuş bir devletin temsilcisi olarak görüyordu. Onun hizmetinin takdiri ve mükâfatı ancak insanları hakiki sahibinden gelebilirdi. Halkı hükümdarına “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” diyor, hükümdarı kanun karşısında bu halkın en basit fertleriyle aynı muameleye tâbi tutuluyordu. Dünya tarihinin en büyük destanını yazan bu milletin karakterini anlayabilmek için onun hükümdarlarının yaşadığı Topkapı Sarayı’na ibretle bakmak bile yeter. Bu adamlar kendi şahsiyetlerini inandıkları kıymet sistemi uğrunda silmekle uğraşmış gibidirler. Topkapı Sarayı Tanrı’ya ve onun kullarına hizmet etmek üzere toplanmış dervişler tarafından kurulmuş mütevazi bir tekkedir. Orada göğe tırmanan binalar, kibir ve gurur tahrik etmekten başka işe yaramayan azametli yapılar göremezsiniz.
Turistlere bilgi ve istikamet vermek üzere konulan levhalar olmasa Topkapı sarayında padişahların yaşamış oldukları bile kolay anlaşılmaz. Her tarafta görülen sadece Kur’an âyetleridir. Bu âyetler Allah’tan başka hükümdar olmadığını, mükâfata erecek kişilerin ancak O’nun gösterdiği yolda dosdoğru gidenlerin, yani insanlara adalet ve ihsan ile muamele edenlerin olduğunu bildirir.
Maksadımız burada eski devlet reislerimizin övgüsünü yapmak değildir. Onlar bizi Türk kültürünün en yüksek seviyede temsilcileri olmak bakımından ilgilendiriyor. Kendi kültürüne katkıda bulunmuş kaç kral gösterilebilir? Ama yıkılış devrinin bedbin atmosferi içinde kurtuluş yolu arayan münevverlerimizin pek çoğu bu gerçeği göremedi. Onlar Osmanlı üst tabakasının Türk milletinden ayrı bir zümre teşkil ettiğini, Türk kültürünün yukarıda belirttiğimiz kıymetlerden başka istikamette geliştiğini zannettiler.
***
Meselâ Ziya Gökalp’e göre Osmanlı medeniyeti Doğu medeniyetinin, halk ise geleneksel millî kültürün temsilcisidir. Münevverlerin konuştukları Osmanlıca diye Türkçeden ayrılan ayrı ve uydurma bir dil vardır; tabiî olarak teşekkül eden sadece halkın Türkçesidir. Osmanlı şairlerinin şiirleri acemleri taklit ederek meydana getirilen ve ilhamdan, yaratıcılıktan mahrum bulunan bir takım manzumelerdir. Osmanlı musikisi Bizans’tan Araplara ve oradan da Osmanlılara geçmiş bir fenden ibaret olduğu halde Türk halkının musikisi tamamen kendi yarattığı samimi nağmelerden meydana gelmiştir. Osmanlı edebiyatı tamamen başkalarını taklit ederek meydana getirilmiş olup hiçbir orijinal eser çıkaramamıştır, halbuki halk edebiyatının eserleri hep estetik ilhama dayanır. Bir halk eseri olan Karagöz oyunu da halk kültürü ile Osmanlı medeniyeti arasındaki mücadeleyi aksettirir. Osmanlı medeniyeti arasındaki mücadeleyi aksettirir. Osmanlı ahlâkı patolojik şahsiyet sahibi insanların ahlâkıdır. Bu ikilik halk bilginleri ile Osmanlı bilginleri arasında da görülür: Osmanlı bilginleri padişahın verdiği rütbe ile bilgin oluyorlardı, yani hiç bilgileri olmayan cahil insanlardı. Halkın cahilleri bile Osmanlı bilginlerinden üstün insanlardı. Osmanlı imparatorluğunun siyasî ve askerî başarısı bile halk arasından çıkmış cahil ve okur-yazar olmayan paşalar tarafından kazanılmıştı.
“Türkçülüğün Esasları” adlı eserden naklettiğim bu fikirlerle ilkokul tarih kitapları veya TRT konuşmaları arasındaki benzerlik okuyucuyu hayli şaşırtacaktı. Ziya Gökalp bütün bu ikilikleri izah ederken aynen şöyle diyor: “Yalnız memleketimize mahsus olan bu garip vaziyetin sebebi nedir? Niçin bu ülkede yaşayan bu iki tip, Türk tipi ile Osmanlı tipi birbirine bu kadar zıttır? Niçin Türk tipi her şeyi güzel, Osmanlı tipinin her şeyi çirkindir? Çünkü Osmanlı tipi Türk kültürüne ve hayatına zararlı olan emperyalizm sahasına atıldı, kozmopolit oldu, sınıf menfaatını millî menfaatın üstünde gördü. Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milleti siyaset dairesine aldıkça idare edenlerle idare edilenler ayrı iki sınıf haline giriyorlardı. İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını, idare olunan Türkler de Türk sınıfını teşkil ediyorlardı. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı kendini hâkim millet suretinde görür, idare ettiği Türklere mahkûm gözüyle bakardı.
Gökalp’ın bu fikirleri Anadolu’dan İstanbul’a tahsile gelen delikanlıların ilk aylarda çektikleri ruhî sıkıntının tesiri altında söylenmiş gibidir. Türk tarihi ve kültürü hakkında bugün de pek çok yazarlarımız ondan daha sağlam bir görüş kazanmış değillerdir. Bu yüzden biz Gökalp’ı burada Türk kültürünü yanlış anlayanların en kaliteli örneği olarak bahis konusu yapıyoruz. Onun Osmanlı tarihini bilmeyişi yüzünden düştüğü apaçık hataları teşhir etmeye lüzum yoktur. Kozmopolit ve cahil insanların büyük bir devleti yüzlerce sene idare etmesi, üstelik bunların Türk halkını uşak gibi kullanarak saltanat sürmesi her şeyden evvel eşyanın tabiatına muhaliftir. Kültür üzerine yürüttüğü mütalâaya gelince, Gökalp’e göre halk kültürünün mahsulü olan şiir, musiki, el sanatları, sosyal hayata ait normlar ile Osmanlı münevver kültüründen farklı ve ondan üstün şeylerdir, çünkü bunlar millî yaradılışlardır. Sosyal hayatın vasıtasız tezahürleri olmak itibariyle de sun’i değil, samimidir. Bu yüzden Türkçüler millî kültürü kurarken Osmanlı’nın tamemen zıddı olan halk kültürünü örnek almalıdırlar. Fakat Gökalp Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’u karşısında Şah İsmail masalının, Bakî’nin şiiri karşısında Dadaloğlu’nun, Ebussuud karşısında Bektaşi babalarının tutunamayacağını fark ettiği için başlangıçtaki yanlış iddiasını bir başka hata ile kapatmaya çalışıyor: Türk halk kültürü bütün parlaklığına rağmen medeniyetin imkânlarından mahrum bulunduğu için geri kalmıştır, şu halde münevverin vazifesi bu kültüre batı medeniyetini aşılamaktır.
Önce şu doğu medeniyeti sözünü ele alalım. İslâm âlemi üzerinde Türk hâkimiyetinin kurulmasıyla birlikte bu medeniyeti –İslâm veya Doğu- Türkler temsil ettikleri ve diğer İslâm kavimleri ona hiçbir ciddî katkıda bulunmadıkları için ortada sadece Türk medeniyeti ve onun gelişmiş örneği olan Osmanlı medeniyeti mevcuttur. İkincisi, bu medeniyetin kaynakları ile halk kültürünün kaynakları arasında bir fark yoktur.
Bizim münevverlerin –Ziya Gökalp başta olmak üzere- düştükleri üçüncü büyük hata da kültür yayılması ve değişmesini yanlış anlamalarından ileri geliyor. Bir milletin bütün zümrelerinin o milletin kültürüne eşit derecede iştiraki imkânsızdır. Pek hayran kaldığımız Avrupa memleketlerinde de her müzikçi senfoni yazamaz, hatta, bu memleketlerde klasik müzik eserlerini anlayanlar ve zevkle dinleyenler az sayıdaki münevverlerdir. Wagner’in mitolojik hikâyeleri konu edinen operalar yazması onu halk sanatkârı yapmaz. Goethe Almanların millî şairidir, ama halk şairi değildir. Bizim Yahya Kemal de halk şairi olmadığı halde Türkçülerin parmak hesabı şairlerinden daha çok tutunmuştur. Gökalp’ın sık sık örnek verdiği Yunus bir halk şairi değildir; şiirlerinin çoğunu aruzla yazdığı ve “doğu medeniyeti”nin kıymetlerini işlediği halde Türklerin en büyük millî şairlerinden biri olmuştur. Bütün bu sanatkârlara millilik vasfını veren şey, mensup oldukları kültürün imkânlarını ve kıymetlerini kullanarak üst seviyede yeni terkiplere varabilmeleridir.
Bütün bu fikir keşmekeşliğini ve tezatları anlayabilmek için Ziya Gökalp devrindeki siyasî değişmeleri de hesaba katmak zorundayız. O devirdeki değişmeler iyice tetkik edildiği takdirde, münevverlerimizin hakikati aramaktan ziyade hal ve şartlara göre reçeteler hazırlamakla uğraştıkları görülecektir.