Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ: Yunus Emre’ye Sahip Olmak Bir Şans

Yunus Emre’ye Sahip Olmak Bir Şans

Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ

750 senedir irfan ışıkları saçmaya devam ediyor. O eskimeyen yenidir.
Bütün zamanlara hitap eder: “Her dem yeni doğarız bizden kim usanası.”
Sevgi hayat kaynağı. Onun bir damlası denizleri kaynatır. Yunus en yalın ifadeyle onu telkin eder:
“Gelin tanış olalım/ İşi kolay kılalım/ Sevelim sevilelim/ Bu dünya kimseye kalmaz.”
Sevginin yeri kalptir, gönüldür. Gönül kazanmanın yollarından biri, çalışıp kazanarak çevreye faydalı olmaktır: “Düriş (çalış) kazan ye yedir bir gönül ele geçir / Yüz bin Kâbe’den yeğdir bir gönül ziyareti.”
Yunus böyle bir değer. Onun güzel adını taşıyan bir Belediyeye yakışan onu gündemde tutmak ve yeni nesillere tanıtmaktır.
Başta Y. Emre Belediye başkanı Dr. Mehmet Çerçi olmak üzere, emeği geçen herkese teşekkür ederim.
***
Asıl konum Türkiye’de Yunus Emre hakkında yapılan çalışmalara kısaca bir göz atmaktır.
Genel kabule göre Yunus Emre 13. ve 14. asırlarda, 1240-1320 seneleri arasında Orta Anadolu’da yaşadı. Dervişliği ve tasavvufî şiirleriyle meşhurdur. Şifâhî kültür geleneğimiz içinde şiirleri dilden dile dolaştı, bestelendi. Tekke ve dergâhlarda ilâhî olarak, Alevi-Bektaşi çevrelerinde deyiş ve nefes olarak okunageldi. Farklı din anlayışına sahip insanlarımız arasında ortak ve birleştirici bir bağ oldu. Kendisi “72 millete bir gözle” baktığı için onun şiirleri aynı hizmeti gördü. O bizim ortak sembolümüzdür.
Tarihte böyle olduğu gibi Yunus Emre günümüzde de farklı görüşteki insanlarımız tarafından aynı zamanda benimsenmektedir. “Bu nasıl bir şâirdi ki, herkes onda kendine göre bir şey bulabiliyor? Alevisi de sahip çıkıyor, Sünnisi de; solcusu da sahip çıkıyor, sağcısı da; batıcısı da sahip çıkıyor, doğucusu da…”
***
Realite bu olmakla birlikte Yunus’un tarihi kimliği hakkında fazla bilgimiz yok. Önemli olan bırakılan eserler ve hikmetli şiirlerdir. Bunlar ortadayken şâirin bilinmemesinin ne önemi var. Hattâ bizim kültürümüzde bilinmezlik kisvesine bürünmek bir olgunluk alâmetidir.
Yunus’un etkisinde kalan ve onun yolundan giden bazı Hakk dostları aynen Yunus Emre gibi şiirler söylemiş, fakat mahlas olarak kendi adlarını kullanma yerine “Aşık Yunus, Derviş Yunus” demeyi tercih etmişlerdir. Bu da onlar adına bir mahviyet göstergesidir. Nihat Sami Banarlı (1907-1974) bu konuda bir “Yunus Emre Mektebi”nden, yani Yûnus’un tâkipçilerinden ve onun gibi söyleyenlerden söz eder.
Bu yüzden Yunus Divanı hazırlayanlar Yunus Emre’ye ve başka Yunuslara ait şiirleri ayırmakta hayli zorlanmışlardır.
Şu anda Yunus Emre uzmanı olan Mustafa Tatçı hazırladığı divanın dışında kalan ve Yunus’a ait diye bilinen başka şiirleri “ Aşık Yunus ve Diğer Yunusların Şiirleri” adıyla ayrı bir kitapta toplamıştır.
***
İlim dünyamızda Yunus’a ilk dikkati çeken Fuat Köprülü’dür (1890-1966). İlk baskısı 1919’da çıkan Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıfla adlı muhalled eserinde ilk bölümde Ahmed Yesevi’yi, ikinci bölümde Yunus Emre’yi anlatır.
Yeni harflerle basılan ilk Yunus Emre Divanı Burhan (Ümit) Toprak’a aittir, İstanbul 1933. Burhan Toprak (1906-1967) Sorbonnne’da felsefe tahsîli yapmıştır. Alp Dağlarında bir sanatoryumda yatarken ve entelektüel bir kriz yaşar. Bu sırada Yunus’u keşfeder ve “Ballar Balını Buldum” deyip bu isimle bir de kitap yazar.
Daha sonra Yunus Emre Divanı’nın ilmî neşrini yapanlar 1943’te Abdülbaki Gölpınarlı (1900-1982), 1972’de Faruk Kadri Timurtaş (1925-1983) ve 1990’da Mustafa Tatçı’dır.
Doktora konusu Yunus Emre Divanı’ın incelemesi ve metni olan M. Tatçı’nın bu eseri, yaptığı gerekli değişikliklerle devlet ve özel yayınevleri tarafından birçok defa basıldı.
***
Yirmici yüzyılın başlarındaki “Yunus Emre’nin keşfi” denen hadiseden çok önceleri, Yunus’un bazı şiirlerine dair şerhler yapıldığı bilinmektedir. Şathıye türündeki “Çıktım erik dalına anda yedim üzümü” diye bilinen meşhur şiiri Niyazi Mısri (1618-1693), İsmail hakkı Bursevi (1653-1725) ve başkaları tarafından şerh edilmiştir.
Ben de Yunus’un ilâhî aşk ve insan sevgisiyle ilgili şiir ve beyitlerinin açıklamasını yaptım. (Bkz. Yunus’ta Hak ve Halk Sevgisi)
Bildiğim kadarıyla Yunus’un çeşitli şiirlerine ait en geniş şerh Mustafa Tatçı’ya ait olup, “Yunus Emre Yorumları İşitin Ey Yarenler” adıyla kitaplaşmıştır.
***
Yunus Emre hakkında tarihi bilgilerimiz azdır ve daha çok menkıbelere dayanmaktadır. Destan ve menkıbeler, halk gözüyle görülen, halk ruhuyla duyulan ve halkın hayâlinde masallaşan târihlerdir.
Yahya Kemal’in ifadesiyle: “Tarihte zahirî hakîkat, masalda ledünnî hakîkat gizlidir. Güzellikçe vak’aların daha ziyâde masal kisvesi gözleri kamaştırır. İstisnaları olmakla beraber târih kisvesi daha sönük kalır.”
Aynı durum Yunus Emre için de söz konusudur.
Şimdiye kadar Yunus Emre’nin kimliğiyle alâkalı yegâne kaynak Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi idi. Buna göre köylü Yunus’un Hacı Bektaş dergâhına gelip buğday istemesi, “Buğday mı yoksa erenlere nefesi / himmet mi istersin?” sualine muhatap olması, hepimizi duygulandırdı, içimizi dalgalandırdı.
Günümüzde ise yeni menkıbe kitapları ortaya çıkarıldı.
18. asırda yaşamış İbrahim Has (v. 1762) tezkiresine göre Yunus Emre Konya’da medrese tahsili görmüş bir müftü iken Taptuk Emre’ye intisap etmiş ve tasavvufa yönelmiştir.
Bu neyi değiştirir? Yunus’un önemli bir mevki olan ilmiye sınıfını ve müftülüğü terk ederek tasavvufî hayata yönelmesi daha zor ve dramatik bir tercihtir.
TRT televizyonunda “Aşkın Yolculuğu Yunus Emre” dizisi gösterildi. Proje danışmanı Mustafa Tatçı’dır. Onun yönlendirmesiyle, senaryoya göre Yunus’un müftülüğü bırakıp Taptuk Dergâhına bağlanması daha etkili bir sonuç doğurmuştur.
Buna göre Yunus iyi bir medrese eğitimi almış koskoca müftüdür. Makamını, maddî varlığını ve her şeyini terk eder. Ama ilmi var, ilmine de güvenmemesi için Taptuk Emre tarafından “bilmem” virdini tekrarlaması emredilir. Yunus o günden sonra kim ne sorarsa “Ben bilmem” diye cevap verir. Seyr ü sülûk böyledir, “terk”le başlar. Zîra boşalmadan dolmak yoktur.
Yunus “Dağ ne kadar yüksegise yol anun üstünden aşar” diyerek, belki de manevî yolun her türlü maddî varlık ve ilmin üstünde olduğunu söyler.
Yine fark edecektir ki:
“Hak ere benüm dedi varlığın erde kodu,
Erenlerin himmeti yerden göğe direkdir.”
Artık o ballar balını bulmuştur. Bu yeni devresinde hayatın ve maddenin her türlü yıkıcı dalgaları karşısında sağlam bir tekneye binmiştir. Onun batması, mânen boğulması söz konusu bile değildir. Şöyle seslenir:
“Çün kim girdüm bu denize ne kenâr var ne cezîre,
Çün dört yanmdan mevc ura teknem kavî hiç batmayam.”
***
“Ümmî” diye bilinmesine rağmen Yunus’un ciddî bir öğretim ve medrese tahsili gördüğü konusunda Yunus Emre araştırmacıları neredeyse ittifak halindedirler.
Alışageldiğimiz ve sevdiğimiz Vilâyetname’deki Yunus portresinden sonra, bu yeni görüş önce yadırganmışsa da daha sonra “Neden olmasın?” dedirtmiştir.
Hacı Bektaş Vilâyetnamesi bir menkıbe kitabıdır. Tezkiretü’l-Has da bir menakıp kitabıdır. Her ikisi de Hacı Bektaş (v. 1271) ve Yunus Emre’den sonraki tarihlerde kaleme alınmıştır.
***
Yunus Emre’nin mensup olduğu tarîkat konusunda araştırmacıların ortak bir görüşü yoktur. İhtimal olarak birden fazla tarîkat üzerinde durulur. Kendisi bu konuda açık bir ipucu vermez. Bunun için olsa gerek Yunus’a “tarîkatler üstü” bir kişilik olarak bakılır.
Şöyle anlaşılırsa bu tespit doğrudur: Yunus Emre tasavvufun ortak esaslarını veciz bir şekilde terennüm eden bir şâirdir. Bu esaslar, birer tasavvuf kurumu olan bütün tarîkatler için geçerlidir. Asıl olan tasavvuf inanışıdır. Tarîkatlerin her biri bu inanışın temsilcileridir. Onun için Yunus’u benimsemeleri gayet tabiidir. Bu tıpkı Mesnevi’nin her tasavvuf mensubu tarafından benimsenmesine benzer.
Onun tarîkatler üstü oluşunu şöyle anlamak yanlıştır: Her kesimin bir Yunus’u olduğu üzerinde durulur. Bunlardan Yunus Emre’yi din, tarîkat ve tasavvuf bağından uzak, bu kayıtların üstünde, bunlardan âzâde olarak görmek isteyenler çıkmıştır. Sabahattin Eyüboğlu gibi. Oysa Yunus Emre 13. ve 14. yüzyıldaki genel geçer Anadolu tasavvuf düşüncesini temsil ve terennüm eden, dinine saygılı, Hz. Muhammed âşığı bir büyük sufi-şâirdir.
***
Yunus Emre’nin tarîkati konusunda yeni bir görüş ileri sürülmüştür. Buna göre Yunus Emre Rifâî tarîkatine mensuptur. O bir beytinde silsilesini şöyle belirtir:
“Yunus’a Tapdug u Saltug u Barak’dandur nasîb
Çün gönülden cûş kıldı ben niçe pinhan olam.”
Verilen bilgiye göre Yunus’un Rifâî silsilesi şu şekildedir:
Yunus Emre > Taptuk Emre > Barak Baba > Sarı Saltuk > Mahmud Hayrânî > Şemseddin Ahmed Musta’cil > Ahemd er-Rifâi ( Üveysî yolla).
Bu konuda önce Necdet Tosun bir makale yazdı. Daha sonra onun makalesine kaynak olan eser neşredildi.
Ali b. Muhammed b. es-Serrac’ın (v. 747/ 1346) Tuffâhu’l-Ervah adlı menakıb kitabının TÜBİTAK destekli projeyle Amerika ve Almanya’daki iki nüshasına ulaşılarak tercüme ve tahlili yapıldı.
Bu kitap, şimdilik Sarı Saltuk hakkında bilgi veren en eski kaynak konumundadır.
Müellif Sarı Saltuk ve Barak Baba hakkında bizzat kendi gözlemleri olan bilgiler aktarmaktadır.
Ayrıca Saltuk’un 697/1297 civarında vefat ettiğini söyler.
Seyyid Ahmed er-Rifâî (1118-1182) “”Ahmed-i Kebîr” diye anılır. Yunus Emre bir beytinde onu yâd eder:
“Ol Seyyid Ahmed Kebîr müyesserdir ana nur
Iyalleri cümle şîr ol hulkı merdan kanı.”
***
Yazarlarımız arasında Yunus Emre’yi müstakil roman konusu olarak seçenler vardır. Bu alanda Nezihe Araz’ın (1920-2009) “Dertli Dolap”ı öncü sayılır. Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun (1930-2006) “Benim Adım Yunus Emre”si, Emine Işınsu’nun (d. 1938) “Bir Ben Vardır Benden İçeru” adlı romanı ve İskender Pala’nın (d. 1958) “Od Bizim Yunus”u zevkle okunan eserlerdir.
Yunus Emre çalışmalarını değerlendiren araştırmacılarımız da vardır. Beşir Ayvazoğlu ve Mustafa Özçelik bunlardandır.
***
Yunus Emre tükenmez bir hazinedir. Menkıbelere ve halk inanışlarına saygı duyarız. Onlar halkımızın ortak muhayyilesinin eserleridir. Bir yandan da ilimle dirsek temasını devam ettirmek durumundayız. İlim şüphecidir, sağlam belge ister ve bunu aramaya devam eder. Belge yetersizliği, Yunus’u ve eserini gölgelememelidir.
Onun eseri, Divanı, ölümsüz şiirleri dipdiridir ve bir hazine değerindedir. İnsanımıza iman, ümit ve hikmet saçmaya devam edecektir.
Yunus tam bir inanmış insandır, ruhun ebediliğini veciz bir şekilde dile getirir:
“Ten fânîdür cân ölmez çün gitdi geri gelmez
Ölür ise ten ölür cânlar ölesi değil.”
Ne var ki bu tür ölümsüzlüğü tadanlar Hak âşıkları ve O’na kurban olanlardır:
“Ey Tanrı’yı bir bilenler cân Hakk’a kurbân kılanlar
Ölü değildirr bu cânlar aşk gölünde yüze durur..”
Gerçek sevginin verdiği coşkunluk ancak bu kadar sade ve etkili dile getirilebilir:
“Sözüm ay gün içün değil sevenlere bir söz yeter
Sevdiğim söylemezsem sevmek derdi beni boğar.”
Beşerîlik, tabiîlik, tevâzu bu olsa gerektir. İnsan mâsum (günahsız) değildir. Yunus Emre şu hadîs-i şerîfi iyi bilenlerdendir: ““Allah’a yemin olsun ki, eğer sizler günah işlememiş olsaydınız, Allah sizi yok ederdi; günah işleyip Allah’a tövbe istiğfar eden ve Allah’ın da kendilerini bağışlayacağı bir topluluk getirirdi.” Der ki:
“Görenler elim öper tâc u hırkama bakar
Şöyle sanırlar beni zerrece günâh etmez.”
Din ve ahlâk kuru bilgi yığını değildir, asıl olan uygulamadır. Uygulamada başarı göstermek ise o meseleyle baş başa kalınca olacaktır, gerisi kuru lâftır:
“Ben dervişim diyenler harâmı yimeyenler
Harâmın yenmediği ele girince imiş.”
Temizlik önemlidir, iç temizliği, kalp temizliği daha da önemlidir. Dışını temizlemekle iç temizliği sağlanmaz, o temizlik “rahmet suyu”yla yapılır:
“Sûret nakşın gidermekle gönül mülkü temiz olmaz
Akar rahmet suyu çağlar, gönül kirin yuyan gelsin.”
Tasavvufun bütün gayesi olgunlaşma, benliğinden sıyrılma ve her yerde Hakk’ı görür hâle gelmeye çalışmadır. Buna “tevhid” denir. Tevhid içte yaşanan bir şeydir, onu anlatmak biraz zordur. Ama gerçek bir Türkçe ustası olan Yunus için bunu ifade etmek ne kadar kolaydır:
“Eğer âyîne bin olsa bakan bir
Gören bir, görünen bin bin göründü.”
_______________________________________________
(Bu metin, Manisa Yunus Emre Belediyesi tarafından 16-17 Ekim 2015 tarihlerinde düzenlenen I. Uluslararası Yunus Emre Sempozyumu için hazırlanan tebliğin kısaltılmış şeklidir)