ÖMER SEYFETTİN’LE
HELALLEŞMEK
Reşat GÜREL
MISTIKLA KAN KARDEŞ OLDUĞUMUZ GÜN
Siyah önlük, beyaz yakalı yıllarımın hatıraları onurlu mahcubiyetimle başlardı her zaman. Okulumuz tadilatta olduğu için bahçede kurulmuş kocaman bir askerî çadırdı sınıfımız. Yağmur yağıyordu. Çadırın orta direğiyle arka direkler arasında tam gerilemeyen kısmında su birikiyordu. Teneffüste hademe İsmail Efendi öğretmenimiz çağırtmadan gelecek ve elindeki paspas sopasıyla itekleyerek biriken suları boşaltacaktı. Öğretmenimizin ikazına rağmen yine en haylazlarımızdan birkaçı suyun cavvadan akışını seyrederek ıslanacaklar ve ortada kurulu teneke odun sobasının yanında oturmak için izin isteyeceklerdi öğretmenimden. Kalın çadır bezinde biriken suya dalmıştım. İlk damlası en uzun boylu arkadaşımız Şaban Külahlıoğlu’nun yazı defterinin üzerine damlamak üzereydi. Uyarmalıydım arkadaşımı. Parmak kaldırıp öğretmenimden izin isteyebilirdim. Parmağımı kaldırdım. Göz göze gelmiştim Ahmet Kılıç Öğretmenimle.
-Arkadaşınız Reşat Gürel’in babası…
Öğretmenimin sözleri ve arkadaşlarımın üzerimde yoğunlaşan bakışları. Yılbaşı tatili yeni geçtiğine göre öğretmenimiz her yıl olduğu gibi 7 Ocak öncesi Osmaniye’nin Fransız İşgâlinden Kurtuluşunu anlatıyor olmalıydı:
– Sizin okulunuz, kurtuluş gününün adını alan bu okul… Bu okulda öğretmen olmak da öğrenci olmak da bir onurdur. O işgâl yıllarında Türk Çetelerinin karargahıydı okulumuz. İşte burada savaşan çeteler arasında dinlediğim bütün gazilerin, kahramanlığını anlattığı Hocazade Muhammet henüz on beş yaşındaymış… Arkadaşınız Reşat Gürel’in babası… Enver’ül Hamid Camisi’nin bombalanarak yakılmasına karşı çıkışta, Mamuriye İstasyonuna yapılan baskında hep o vardı. Parmak kaldırdığını gördüm. Belki de hiç dinlemediğimiz bir kahramanlığını anlatmıştır sizlere, ailenize. Arkadaşlarına anlatmak ister misin?
Parmağımı hemen indirmiş sıkıyordum avuçlarımda.
– …
– Gel istersen burada anlat arkadaşlarına.
Öylece donup kalmıştım. Orta direk sallanıyordu sanki. O sallandıkça başım dönüyordu. Onurumdan mahcuptum. Elindeki zili çalarak gelseydi İsmail Efendi.. Herkesin önüne geçip çadırdan boca edilecek suyun altında sırılsıklam ıslansaydım.. Cıbırdığımın çıktığını gören öğretmenim eve gönderseydi üzerimi değiştirmem için ve ben koşsaydım. Kanatları ıslanmış minicik bir serçe yavrusu gibi kona düşe kanat çırpsaydım evimize doğru.
-Sen de baban gibi anlatmak istemiyorsun demek. Kim bilir belki de büyüyünce Ömer Seyfettin gibi anlatırsın hikâyelerle.
“Ömer Seyfettin gibi anlatmak” Ömer Seyfettin’i aynı yıl ayda bir defa dağıtılan derginin arka kapağında resimli hikâye ile tanımıştık sınıfça. Ant isimli hikâyenin kahramanı Mıstık’ı hepimiz çok sevmiştik. Mıstık’ın arkadaşıyla kan kardeş olmasının arkasından hepimiz birer kan kardeş edinmiştik. İsmail ve Ferit’ti benim kan kardeşlerim. Parmaklarımızı portakal dikeniyle çizerek kanatmış, birkaç damlacık kanlarımızı parmaklarımızda karıştırarak somurmuştuk. Yemin İçmiştik; birbirimizi kardeşten çok sevip koruyacağımıza. Yazısız, sözsüz ama herkesin bilip uyguladığı kurallarımız sıralanmıştı. Oyun eşlendirmelerinde kan kardeşlerin aynı takımda yer alması kuralı bunlardan biriydi. Mayıs ayı gelip de derginin son sayısı dağıtıldığında sınıfta herkes ağlıyordu. Derginin Nisan sayısındaki son karede adamların sopalarla kovaladıkları kuduz köpek çocuklara saldırıyordu. Sınıfça okuyup ağlaştığımız son sayıda Ant sona eriyordu. Mıstığın kan kardeşini arkasına alıp koruması ve kuduz köpekle boğuşması. Çeşitli yerlerinden yaralar alması ve kuduz olarak hayatının sona ermesi. Atmış yıl sonra bile sona ermeyen, unutulmayan arkadaşlıklarımızın, kan kardeşliğimizin göz yaşları.
TUNA HAZAR VE BEYAZ LALE
Osmaniye Ortaokulunda galiba son sınıftaydık. Türkçe Öğretmenimiz Tuna Hazar’ı dikkatle dinliyorduk. Öğretmenimizin, okuyacağı hikâyeden yazılıda soru soracağını hatırlatmasıyla başlayan ilgi, güzel okuyuşuyla yoğunlaşıyordu. Birkaç sayfa okuduktan sonra masadan kalkmıştı ve sırtını duvara dayayarak okumaya devam ediyordu. Dar pantolonunun cebine soktuğu sağ elini sadece sayfaları çevirmek için çıkarıyor ve o sırada bütün sınıfı bakışlarıyla kontrol ediyordu. Dikkatle dinleyişimizdeki merak olay geliştikçe öfkeyle bütünleşiyordu. Bu arada merak ettiğimiz kitabın ve yazarının isimlerini iri parmaklar arasından okuyabilmiştik: Beyaz Lale ve Ömer Seyfettin..
Hikâyenin Hain Kahramanı Radko, çok zengin bir Bulgar çiftçi ailenin çocuğuydu. Liseyi İstanbul’da Galatasaray Sultanisi’nde, Harp Okulunu Sofya’da okumuştu. Tek emeli Büyük Bulgaristan İmparatorluğu’nun kurulmasıydı. 20. Yüzyıla başlarken Selanik gibi, Deliorman gibi bizim olan Serez’de Türk ve Müslüman halkın katledilmesini, evlerinin yağmalanmasını bir düzen içinde gerçekleştirmek Binbaşı Radko Balkaneski’nin göreviydi. Serez’de Türkler çok zengindiler. Şimdi bunların kaçamayanları toplanacak, evvela işkence ile kasalarındaki ve bankalardaki paraları alınacak sonra bütün mülkleri Bulgar mekteplerine verdirilecek, en nihayet hepsi vaftizlenip Hıristiyan yapıldıktan sonra öldürülecekti. Bu yarım saatlik bir işti. Lâkin geriye güç bir şey kalıyordu. Şehirde en güzel Türk kızının hangisi olduğunu anlamak… Kendisine Cuma’dan, Osenova’dan seçilen on dört-on beş yaşında dokuz kızı beğenmemiş askerlerine armağan etmişti. Ertesi sabah gençliklerinden, güzelliklerinden iz kalmamış çamurlar arasına atılmış dokuz ceset…
Dakikaların nasıl geçtiğini bilmiyorduk. Konuşturmak istediği insanları fırında topluyor, seçtiğini diri diri fırına atıyor. Çığlıkların yerini alan cızırtıları zevkle dinliyor ve fırının kapağından yayılan yanan insan kokusunu garip bir heyecanla ciğerlerine çekiyordu. Radko bu akıl almaz işkenceleri yaparken kendisini haklı görüyordu. Medeni Avrupa milletlerinin esirlerine yaptıklarında Alman, Fransız ve İngilizlerin diğerlerinden geri kalan yanları yoktu. Dünyaya böyle hükmediyorlardı.
Radko, Serez’in en güzel Türk kızının Hasan Bey’in Beyaz Lale diye anılan kızı Lale olduğunu öğrenir işkenceyle ölen kadınlardan. Ailesinin bütün fertlerini tutuklatır. Ağaçlar ve çiçeklerle dolu bahçe içindeki üç katlı konakta yalnız kalan Lâ’lî diye telaffuz ettiği Leyla’nın odasındadır. Leyla gücü kalmayıncaya kadar direnir. Yapabileceği bir şey kalmayınca arzularına izin vereceğini ancak üşüdüğünü, pencereyi kapatmasına izin vermesini ister… Teneffüs zili çalıyordu o anda ama öğretmenimizin son bölümü okumasından sonra da dışarı çıkmadık.
“Bırakınca Lâ’lî sarhoş gibi sallanarak açık pencerenin önüne gitti. Ve bir anda gözle görülmeyecek derecede ani bir hareketle orada kayboldu. Sanki uçtu… Aptallaşan Radko yataktan fırladı. Pencereye koştu. Sarkarak baktı. Aşağısı yeşil gölgeler, sık dallar, uzak çiçeklerle girdaplaşan nihayetsiz bir uçurum gibi derinleşiyor; koyu ve sık çimenlerin üstünde Lâ’lî yüzükoyun yatıyordu. Dimağında yakıcı, parçalayıcı bir yıldırım çaktı: “Ya öldüyse…” Evet ya öldüyse? Bu kadar yaklaştığı, koynuna aldığı, kokladığı, öptüğü, ısırdığı hakikat olmuş bir saadet; hayali, yalancı ve eksik bir silkinti rüyası gibi sönüverecek miydi? Kudurmuş bir heyecanla döndü. Sofaya yürüdü. Merdivenleri dörder, beşer atladı. Sapanından kurtulmuş bir çakıl taşı çabukluğuyla ikinci ve birinci katlardan geçti. Bahçeye çıktı. Lâ’lî’nin üzerine atıldı. Hemen arkası üstü çevirdi. Nabızlarını tuttu. Atmıyordu. Eliyle kalbini yokladı. Eğildi… Kulağını koydu… Dinledi. Hiç çarpmıyordu. Ölmüştü. Ah bu güzel Lâ’lî kucağından kaçarak ruhunu ölüme vermiş, fakat… Fakat işte hâlâ solmamıştı. Taze hayatının, emsalsiz güzelliğinin ulvi ve mehtaptan rengi henüz duruyordu. Ve “Soğumadan,” diye mırıldandı, “Soğumadan…” Bu paha biçilmez ölü daha sıcaktı. Soğumadan… Yıpranmamış aşkının, dokunulmamış kızlığının kim bilir ne kadar başka olan o müstesna lezzeti bir parça olsun tadılamaz mıydı?”
Ömer Seyfettin’i ve duygularını biraz daha tanıştıran Tuna Hazar öğretmenimi de atasını da hayırla anıyorum. Tuna Hazar; farkında olmadığımız müthiş bir Turan haritası çizmiş zihnimize; Tuna’dan Hazar’a… Öğretmenimiz ertesi hafta yazılı sorularını yazdırırken “ Beyaz Lale hikâyesinin kahramanı Radko..” diye başlayınca parmak kaldırma gereği duymadan itiraz etmiştim. Radko nasıl kahraman olabilir diye. Hainden, köpekten kahraman olmaz diye sesler de yükselmişti arka sıralardan. Öğretmenimiz hikâye veya roman kahramanları deyiminin bir edebiyat terimi olduğunu örneklerle anlatmış ve hikâyelerin kahramanları bizim bildiğimiz anlamda kahraman olmak zorunda değil diyerek soruları yazdırmaya devam etmişti. Ben de büyük harflerle Hain Kahraman Radko diye başladığım cevabımla bütün öfkemi kusmuştum. Öğretmenimin hoşuna gitmiş olmalı ki notlarımızı okurken “ Hain Kahraman başlığından artı beş puan” diye okumuştu.
KEVSER KABALCI VE IRGAT
İlk ve ortaokuldan sonra Osmaniye Lisesindeydim. 2. Sınıfta Edebiyat ve Fen kollarına ayrılma o yıllarda da vardı ve öğrencilerden sınıf geçme notu yüksek olanlar Fen Bölümüne, karne notları daha düşük, derslerine daha ilgisiz olanlar ve velilerinin ilgisi fazla olmayanlar Edebiyat Bölümüne kaydedilirdi okul yöneticileri tarafından. Fen Bölümüne geçmek isteyenlerin velilerine “ karar öğretmenler kurulu kararı öğrencimiz Fen derslerinde başarılı olamaz.” diye geri çevirirlerdi ama bu öğrencinin Dil ve Edebiyatta yeteneği var mıdır diye sormak kimsenin aklına gelmezdi. Yine yöneticiler öğretmenlere görev dağılımı yaparken kendi değerlendirmelerine göre fen ve edebiyat derslerinin başarılı öğretmenlerini Fen bölümlerinde görevlendirirlerdi. 5 Edebiyat C sınıfında okuduğum yıl bir istisna yaşadım. Kevser Kabalcı isminde yeni mezun olmuş Edebiyat Öğretmenimiz vardı. Edebiyatı seven ve sevdirmeye çalışan, konuşmasını hayranlıkla dinlediğimiz bir öğretmen. Bir gün dersimize her zamanki sevimli heyecanıyla girmiş ve tahtaya bir beyit yazmıştı. O haftaki ders konumuz olan Şeyhî’nin Harname’sinden bir beyit:
“Bunlarun başlarına tâc neden
Bize bu fakr ü ihtiyâc neden”
– Şimdi bu beyitle ilgili bir hikâye yazmanızı istiyorum sizden. Defterinizin orta sayfasından çıkaracağınız sayfalara yazacaksınız. Haydi başarılar. Süreniz kırk beş dakika.
– Biz yazar mıyız, nasıl yazacağız diye itiraz edenler oldu. Sızlanmaları duymadı bile.
– Giriş, düğüm ve sonuç. Hepsi bu kadar. Başlayın haydi, başarılar … Hikâyenize isim vermeyi unutmayın ama isim koymakta acele de etmeyin. Hikâyenizin ismi kendiliğinden gelecektir sonunda.
Geyikler, mandalar, koçlar başlarında boynuzlarıyla dolaşıp semirmekten başka tasası olmayan hayvanlar. Ya eşek, yük taşımaktan, cefa çekmekten başka bir dünyası olmayan eşeğin boynuzlu ayrıcalıklılara isyanı.. Ne anlatabilirdim? On dakika kadar tek kelime yazmadan öylece düşünceye dalmıştım. Sınıfta silgi alışverişi başlamıştı. Heyecanla yazanlar, yazdıklarını söylenerek silenler.
Bismillah diyerek başlamıştım sonunda. Çukurova’ya pamuk toplamaya gelen mevsimlik bir işçi. Çapa yaparken, koza yolarken bir düşü vardı. İki yazdır biriktirdiği parayla bir at arabası satın almak ve Adana’ya yerleşmek. Bir de köylüsü var Adana’ya yerleşmiş, boynu kravatlı, eli nasırsız, saçı biryantinli biri. Düşünü ona anlatıyor bir at arabası satın almasına yardımcı olması için. Arkadaşıysa aklını kolayca çeliyor. At arabası alsa sanki kurtulacak mı rezillikten, kula kulluk etmekten. Irgatlıkla, arabacılıkla bir yere varılmaz. İşte beni örnek al. Yazın vantilatörle serinleyen, kışın harlayan sobayla ısınan bir evin. Sana hizmet eden bir karın, okuyan çocukların olmalı. Hiç böyle düşü olmamıştı şimdiye dek. Birkaç gece sonra ona uydu. Büyük bir kulüpte kumar oynamaya başladı. On liralar, yüz liralar kazandı önce. Köy kahvehanesinde bütün kış boyu çayına oynadıkları kâğıt oyunlarının rakiplerinden daha toydu masadakiler. Sütuna yaslanmış içkisini yudumlayan arkadaşına göz kırpıyordu arada bir. At arabası ne ki bir Şevrole bile satın alabilirdi böyle giderse. Gece yarısından sonra biner biner kaybetmeye başladı. Yağ Cami’de sabah ezanı okunuyordu beş kuruşsuz sokağa atıldığı zaman. Hikâye böyle bitiyordu. Kendiliğinden gelen ismi de IRGAT diye büyük harflerle yazdığım zaman derin bir nefes almıştım. Öğretmenimle göz göze gelmiştim. Sınıfta kimseler yoktu.
– Telaşlanma dedi öğretmenim. Son dersten çıkış zili çaldığını duymadın bile. Sıralar arasında dolaşırken dikkatimi çekmişti yazdıkların. Arkadaşların sessizce çıkıp gittiler. Yarım saat geçti ama bitmediyse bekleyebilirim.
Şaşkındım, mahcup olmuştum. Dört sayfalık yazımı aceleyle bıraktım. Beklettiğim için özür diledim. Birlikte çıktık, sınıftan, okuldan.
Mayıs ayı başında okulumuzun yılda bir defa yayınlanan dergisi Kovan bütün öğrencilere dağıtılmıştı elli kuruş karşılığında. Kültür Edebiyat ve Yayın Kolu’nun düzenlediği Hikâye Yarışmasında 1. Olan Irgat 2. Sayfasındaydı. Ödülüm; Ömer Seyfettinin hikâye setiydi. Ahmet Kılıç öğretmenimin sözlerini hatırlamıştım o an: “Kim bilir belki de büyüyünce Ömer Seyfettin gibi anlatırsın hikâyelerle.” Büyümeye başlamıştım galiba.
YETİK OZAN
Matbaada yeni basılmış dergilerin, kitapların kokusuna tutulduğum ilk günlerdi. Gazete kâğıdının gramajını diliyle ıslatıp anlayan ustalarla tanışıklığım yeniydi. Ustaların Haydar Bey dediği Heidelberger marka baskı makinalarının sesiyle uyukladığımız gecelerin sabahında dokuz genç uzun bir masanın çevresinde dizilir, dergileri katlar, zımbalar ve naylon poşetlerine yerleştirirdik. Kendi yazımın yayımlandığı dergiler bir başka gülümserdi gözlerime. Adının konup konmadığını bilemediğim yazı türü. Arka kapak boyutlu, resim içi yazılar. Genç yazarların arka kapağı paylaşma yarışı sessizce sürerdi. Günerkan Aydoğmuş’un yazılarıydı benim en çok hoşuma gidenler. Çoğu zaman Dilaver Cebeci’nin yazılarının süslediği her sayısı başka renk, arka kapaklarda yer almaya başlayan Reşat Gürel’in, yanlarında kâğıt kıran arkadaşları olduğunu bilmiyordu hiçbiri. Onlardan ve Site Öğrenci Yurdunda kalan gönüldaşlarımdan alırdım en güzel dönüşleri. Yurdun büyük kantininin duvar gazetesinde yer alan gazete ve dergi kupürlerinin okuyucusu hiç eksilmezdi. Fırsat buldukça kalabalıklarla birlikte okurdum yazılarımı. Yazarken gözyaşlarımı tutamadığım bütün yazıların aynı duygularla okunduğunu hissederdim. Onlara ulaşabilmenin heyecanıyla kitaplaşan hikâyelerim. İbrahim Metin ağabeyin Emine Işınsu’ya havale ettiği dosyalarım, “Güzel olmuş!” notuyla dönmüştü. İncelenmeye, tenkide değer bulunmamış olma ihtimalini, okuma fırsatı bulunamamışa dönüştürmüştüm. Öyle ya, yeni romanları, peş peşe baskılar yapan, eserleri TRT’de oynanan bir yazarın bunca yoğunluğu içinde bu dosyalara ayıracak zamanı olamazdı. Kalorifer peteklerine yapışarak oturulan bir akşam üzeriydi. Töre−Devlet’in okuma salonunda yalnızdım. Toplantı odasına doğru ilerleyen birini fark edince ayağa kalktım. Durdu, geriye döndü. Ayağa kalktığıma teşekkür eden bir tebessüm. Bakışlarını yüreğimde hissetmiştim. Gözlerimden yüreğime, beynime işliyordu bu bakıştaki ışıltılar. Eldivenini çıkarıp uzattı elini: “Reşat olmalısın.” Donup kalmıştım. Zili çalmadan içeri girdiğine göre yazarlarımızdan biri olmalıydı, ama kim? Daha fazla merakta bırakmadı:
– Ben de Yetik Ozan.
Heyecanla atıldım:
– Turgut Günay ağabey! Tanıyamadım, özür dilerim.
Paltosunu çıkardı. Almak istedim. Oturmamı işaret etti. Çantasını masanın üzerine koyarken gözlerime bakarak sordu:
– Hikâyecilerden kimleri okuyorsun?
– Ömer Seyfettin’i efendim. Onu da…
– Evet Gürel, onu da?
– Onu da okumaktan korkuyorum efendim.
Susuşumla nasıl bir korku olduğunu soracaktı ve ben kendime bile açıklayamadığım bu korkuyu anlatacak cümleleri düşünüyordum.
– Bilirim o korkuyu, diyerek gülümsedi. İnsanın elini, dilini bağlar bazı zamanlar…
– Peki Sait Faik, diye ilave etti.
– Sadece Semaver, diyebildim. Gözlerindeki küçümseyen bir ifade değildi, hiç de alaycı olmayan ses tonuyla devam etti:
– Çehov’dan da “Memurun Ölümü” değil mi?
Aklımdan geçenleri mi okuyordu yoksa… Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi yerine Hacettepe’de okumayı, öğrencisi olmayı düşündüm o an. Gülümsedi. Elimi elleri arasına alarak sıktı.
– O hâlde hemen başlıyoruz. İlk dersimiz haftaya bugün, bu saatte, burada. Turganyev’in Duman’ını okuyarak gelebilir misin?
Kalktı. Salona yeni giriyormuş, hiçbir şey konuşmamışız gibi:
– Galip Ağabey geldi mi? diye sordu ve cevabı beklemeden toplantı odasına geçti.
Zafer Çarşısı’na ilk defa kitap almak için gitmiş ve ilk kitapçıda bulmuştum Duman’ı. Çok kalın değildi ama bir türlü okuyup bitiremiyordum. Kitabı her elime alışımda günün yorgunluğu üzerime çöküyor, kirpiklerim ağırlaşıyordu. O anda yazılması gereken bir konu geliyor aklıma, yazmaya başlıyordum, büyük bir heyecanla. Yorgunluk bitiyor, uyku dağılıyordu. Büyük heyecanla beklediğim günün akşamı geldi ama Turgut Ağabey gelmedi. Otel odasında ölü bulunmuş. Ona hasretim hâlâ dinmedi. Duman’ı niçin bitireyim.
OKUYAN ANKARA
Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesindeki ilk yılımda kendime verdiğim sözü yerine getirmiştim. 7 Ocak Düşman İşgâlinden Kurtuluş Günü’ne Rahime Hatun adını verdiğim hikâye kitabımı yetiştirmiştim. Hemen arkasından tarihi olayları konu alan “Sadaktaki Üç Ok” yayınlandı. Kapakları Vehbi Okur kardeşim hazırlıyor, baskıyı Töre Devlet’in de basıldığı Emel Matbaası’nda yapıyorduk. Klişeciler, matbaacılar arası bir koşuşturma.
Ankara Üniversite yıllarım; işgâl altında okulum, tehdit altında öğrenci yurtlarım.. Adana Yüksek Öğretim Öğrenci Yurdu ve İlk Ülkücü Şehit hemşehrim Ruhi Kılıçkıran’ın şehit edildiği Site Öğrenci Yurdu.. Saldırısız, şehitsiz günümüz geçmiyordu. Ömer Seyfettin’i düşünürdüm bazı geceler… Öğretmenlik askerlik arasında gidiş dönüşleri, Balkan Savaşları sırasında esarette geçen yılı..
1970li yılların onca kargaşa içinde getirdiği bir güzellik vardı; herkes okuyordu. Yurtlarda, ocaklarda nöbet tutan gençlerin elinde silah değil kitap vardı. “ En güçlü silah fikir, en güzel fikir milliyetçiliktir.” Diyorlardı. O dönemin gazeteleri Hergün, Bizim Anadolu ve Orta Doğu gazetelerinde Okuyucu Köşeleri vardı çok okunan köşe yazarları yanında. Yazarını kurşunlatan yazılar yazılıyordu.
O günlerde Amerika’dan yazan veya yurda yeni dönmüş olan Prof. Nejat Muallimoğlu Ortadoğu Gazetesinin köşe yazarlarındandı. Amerika’da yaşadığı şehrin, insanlarının temizliğinden bahsediyor, ülkemizi yeriyordu. Galiba o yıllar “Ben Amerikadayken” modası yaygındı. “ Orada tuvaletlere bal döksen yalanır. Burada bir dolmuşa, taksiye binseniz elbiseniz yağ olmasın diye dikkat etmek zorundasınız” cümlesini okuduğum zaman çıldırmış gibi kaleme sarılmış ve cevap yazmıştım. Yazımın Nejat hocamızın köşesinin altında yayınlandığının ertesi günü temizlik kıyaslamasından sonra başka konularda cehaletimizi, geriliğimizi örneklendiriyordu. Gözleri görmeyen ABDli bir yazarı ve eserlerini anlatıyordu bir yazısında; biz görüyoruz da ne yapıyoruz dercesine. Ben de Aşık Veysel’i anlattım ona. Elbette benden çok daha iyi biliyordu Aşık Veysel’i ama iş doğulu batılı tartışmasına girince işler değişiyordu. Hakaretsiz ama sert yazılarımız son gönderdiğim yazım yayınlanmamıştı ve üstadın cevapsız yazıya ek yazısıyla konu kapanmıştı. İlginç olan gazetenin o aylarda okurları arasında yaptığı ankette Ömer Seyfettin’den sonra en çok beğenile hikayeciler arasındaydım.
Şanslıydım; kendimi Töre – Devlet Yayınları merkezinde bulmuştum. Kimler yoktu ki orada; Galip Erdem, Dündar Taşer, İbrahim Metin, Sadi Somuncuoğlu, Arif Nihat Asya, Emine Işınsu, Enis Öksüz, Nuri Özşahin (Oğuzata Altaylı), Sadık Kemal Tural (Sadıkoğlu), Turgut Günay (Yetik Ozan), Yağmur Tunalı, Yücel Hacaloğlu, Osman Oktay, Meriç Coşkun, Burhanettin Özbilici, Osman Çakır, Nedim Ünal, Rasih Demirci, Coşkun Karakaya, Mahir Durakoğlu orada karşılaşıp tanıştıklarımdandı.
Töre, Devlet ve Bozkurtlu yıllar tanımaktan huzur duyduklarımın ilginç hatıralarıyla doluydu. Töre’de daha çok hafta sonları ve dergilerin basılıp postalanma günlerinde oluyordum.
SADIK KEMAL TURAL’DAN ARİF NİHAT ASYA’YA
Töre’nin ilgiyle takip edilen yazıları arasında iki genç akademisyenin Atışma tarzı şiirleri vardı. Kemaloğlu mahlasıyla Sadık Kemal Tural ve Yetik Ozan mahlaslı Turgut Günay. Sadık Kemal Tural kariyerini ve Türk Diline hizmetlerini hızla yükseltirken 1982 yılında yayınlanan Zamanın Elinden Tutmak adlı eserinde; “Türk Tarihini hikâyeleştirerek anlatacak genç bir yazarımız” diye ismimi okuduğum zaman bu sorumluluğun ağırlığı altında titremiştim. Tarih ve güne yansıyan konuların hikâyelerinin yer aldığı Düşler Seninle Ulu’yu öğretmenliğimin ilk yıllarında yayınlamıştım ve öylece kaldım. Öğretmenlik hikâye yazdırmıyor, yaşatıyordu. Tural Hocam, Ankara’dan gelen birkaç ortak dostumuzla; “ Reşat Hoca yazmak yerine çocuklarla tiyatroculuk oynamaya devam etsin.” Sitemini göndermişti.
Haklıydı Sadık Kemal Tural hocam ama ben de haklıydım. Her Dem Yeniden Doğarız, Şahin Bey, Tomristen Rahime Hatuna, Yanan Dede öğrencilerimle birlikte yazılıp sahneye konulmuştu. Kalıcı eserler olmasa da.
Kalıcı eser! Arif Nihat Asya hocamızın vefat edeceği hastaneye yatmadan önceki günlerden biriydi. Her zaman ki babacan haliyle seslenmişti:
-Yanıma gel bakalım Adanalı.
Heyecanlanmıştım. Elimdeki işi bırakıp koştum. Demek biliyordu Osmaniyeli olduğumu. Oturmamı işaret etti. Arif Nihat Asya’nın yanında oturmak. İğreti oturdum sandalyenin ucuna.
-Daha önce tanışmadık ama yazılarını okudum.
Sandalyeden kayıp düşecek gibiydim. Bayrak şairimiz hikayelerimi okuduğunu söylüyordu.
-Rahat ol dedi. Hemşehriyiz biliyor musun?
– Bilmez olur muyum.. Anlatabilir miyim.. O kehribar tespihinin şıkırtısı, tebessümü anlat diyordu. Daha küçüktüm, okula bile gitmiyordum. Osmaniye Ortaokulunun salonu sandalye araları, arka taraflar ayakta insanlarla doluydu. Pencereler açılmıştı dışarda kalan insanlar sesinizi duyabilsin diye.
-Ya öyle mi! Kalabalığın coşkusunu hatırlıyorum. Milletvekili olarak son ilçe ziyaretlerimde olmalı. Ya sen neredeydin, neler hatırlıyorsun? Yoksa Bayrak şiirini mi okumuştun.
– Nuri ağabeyim gazeteci, sevilen bir kişiydi ve beni o getirmişti. Sözleriniz sık sık alkışlarla kesiliyordu… Bayrak Şiirinizi siz okumuştunuz, ben ezberlemiştim. O gün bir soruya cevap verirken söylediğiniz sözün ne anlama geldiğini günlerce düşünmüştüm ve anlayınca çok hoşuma gitmişti.
-Merak ettim. Hatırındaysa söyler misin.
– “Onları önce yeşil Hatay sabunuyla bir güzel yıkamalı sonra da sabunu yıkamalı iyice.”
-Yeşil Hatay sabunu mu yoksa bir kalıp sabun mu demiştim diyerek düşünmeye daldı. Öksürmeye başlayınca birkaç yudum su içtikten sonra devam etti. Hikâyelerinden okudum hemşehrim.. Ömer Seyfettin’i hatırlatan yönlerin var fakat dikkat etmelisin. Eşeği öldürmeyesin..
-Eşeği öldürmek diye fısıldayabildim.
-Bir oduncu dağdan kestiği odunlardan taşıyamayacağı kadar yüklerse eşek yolda ölür. Sen de hikâyelerini fazla fikir yüklemeye çalışıyorsun. Aceleci olma ki kalıcı olasın.
DÜNDAR AĞAM – GALİP AĞABEYİM
MHP nin Genel Merkez Binası Kızılay’da Yüksel Sokakla Konur sokağın kesiştiği köşede Mülkiyeliler Birliği çaprazında küçük bir bahçe içinde iki katlı eski, sarı boyalı bir binaydı. O kargaşa günlerinde Genel Merkezin güvenliği ve düzeni ülkücü gençlere aitti. Öğrenci yurtları sırasıyla gece nöbeti ve gündüz misafir ağırlama, kitap ve dergi satış odası işlerini yaparlardı.
Giriş kapısı önündeki üzerinde ziyaretçi defteri ve çevirmeli telefonu bulunan masanın başında nöbet arkadaşımla oturuyordum. Sabah ezanı vaktinin mahmurluğu üzerimizdeydi. Bahçe Nöbetçisinin “Dündar Bey geliyor.” uyarısıyla buz gibi suyla abdest almış gibi irkildik ve çabucak toparlanarak kapı önünde hazır ola geçtik.
– Teşekkürler gençler. Hangi yurttansınız.
– Adana Yurdu’nda kalıyoruz efendim.
– Nasıl geçti nöbet göreviniz?
– Nöbetimiz olaysız geçti efendim.
-Nöbet sırasında neler okudunuz, hangi derslere çalıştınız ..
Arkadaşım Devlet’in son sayısını işaret etti masanın üzerinde duran.
-Teşekkürler evladım. Ya sen?
-Ben okumadım efendim..
-Niçin okumadın evladım.
– …
Dikkatle baktı yüzüme. Belki de nöbetin önemini, nöbette kitap okumanın doğru olmayacağı cevabını vermem gerekiyordu ama doğruyu söylemeliydim.
-Okumak yerine bir şeyler yazdım efendim.
Yine masanın üzerini taradı gözleri. Ortadan katlanmış teksir kâğıtları üzerine yazılmış karman çorman yazılar, kırmızı tükenmezle işaretlenmiş, numaralanmış paragraflar… Yüzüme biraz daha dikkatle baktı.
-Sen dedi Galip’in bahsettiği Adanalı Hatice Seyhan olmalısın. Nasıl oluyor bu. Gündüz Töre’de gece burada mısınız?
-Sırası geldikçe efendim.
-Nerede ihtiyaç varsa oradasınız öyle mi?
– …
– Demek kız arkadaşlarınız olacak. Dil Tarihli her ülkücü bir asena bulacak, seminere öyle gelecek dediğim gün sen de Hatice Seyhan olup yazdın öyle mi? Tebrik ederim. Bir de arkadaşın vardı, hemşehrin..
– Ayşe Öztürk efendim yani Vehbi Okur.
-Galip olmasaydı kimse çözemezdi bu sırrınızı. Durumdan görev çıkarışınızı beğendim. Hayranım Galip’in sezgisine. Hiçbir şey sormadan “Hatice Seyhan gelecek sayının yazısı hazır mı?” diye sordu öyle mi. Aşk olsun.. Yazmayı bırakma evlat ama okumayı da ihmal etme. Çok oku, az yaz..
Çok oku, az yaz. Ne güzel emirdi. O yıl kaza mı yoksa cinayet mi olduğu belli olmayan olayla aramızdan ayrılmıştı Dündar Ağamız. Başbuğumuzun “ Bayrağı göndere beraber çekecektik.” Sözleri Hacı Bayram Camisi’nde yüreklerimizi dağlamıştı. Devlet Tiyatrolarında sadece Bağdat Hatun’u seyredebilmiş ve sadece birkaç tiyatro eseri okuyabilmiştim. Çok okuyup az yazmak… Az okuyup çok yazma heyecanımda gündüzlerimi geceye ekleyip yazmıştım “ Çelikten Damlayan Sular”ı… Dündar Taşer Tiyatro Armağanında ödül kazanıp yayınlanmıştı. Demir, Allah’ın Türk Milleti için var ettiği maden. Ergenekon ve dağlar eriten körükler. Körük nefesli demirciler ve çifte su verilmiş çelik. Türk Milleti’nin özünden, çelikten damlayan aziz şehitlerimizin; Kılıçkıran, İmamoğlu, Önkuzu’nun şehadetlerini anlatmaya çalışmıştım sahnede. Seçici kurul üyelerinden Oğuzata Altaylı’nın değerlendirmeleri hoşuma gitmişti en çok. “ Güzel bir hikâye hatta film senaryosu gibi ama zevkle okudum. Hikâyemsi tiyatro. Sahneleme güçlükleri nasıl çözülecek bakalım. Üç bölüme ayrılmış sahne öyle mi.”
SİRKECİ GARI / 11 TEMMUZ 1915 PAZAR
Bu tarih Çanakkale Zaferinin anlam ve önemini anlatan on günlük müstesna bir olayın başlangıcıydı. Karargâh-ı Umumi İstihbarat Şubesi Müdürlüğü’nden aldıkları davet üzerine İbrahim Çallı, Nazmi Ziya Güran, Ahmet Yekta Madran, Yusuf Razi Bel, Hamdullah Suphi Tanrıöver , Orhan Seyfi Orhon, Ahmet Ağaoğlu, Ali Canip Yöntem , Mehmet Emin Yurdakul , İbrahim Alaattin Gövsa , Hakkı Süha Gezgin, Enis Behiç Koryürek, Celal Sahir Erozan, Hıfzı Tevfik Gönensay, Selahattin Öksüzcü ve Ömer Seyfettin Sirkeci garında toplanmışlardı. Bu edebiyatçı ve sanatkârlar heyeti, Çanakkale harp sahalarını ziyaret ederler, askerlerle konuşurlar. Cephelerde gördüklerini, harbin kendilerinde uyandırdığı duyguları halka ve gelecek nesillere aktarmak için kaleme sarılırlar. Çanakkale’de Mustafa Kemal ’in bulunduğu cepheyi de ziyaret etmek isterler. Cesarettepesi ’ne giden yolun tehlikeli oluşu nedeniyle Mustafa Kemal’i ziyaret edemezler ancak telefonla konuşarak başarı dileklerini, dualarını iletirler. Cepheden cepheye koşan Albay Mustafa Kemal’in bu ziyaretten ne kadar memnun olduğunu, milletine olan güveni nasıl pekiştirdiğini tahayyül etmek zor değil. Ömer Seyfettin’nin genç yaşta öldüğü yıllarda artık Atatürk olan Mustafa Kemal’in Başöğretmen olup başlattığı okuma seferberliğinde yeni harflerle baskısı yapılan ilk eserlerden olan Ömer Seyfettin hikayelerinin çalışma masasından ayırmadığı bir gerçektir. İşte sorumluluk, işte en güzel vefa.
Ömer Seyfettin Çanakkale dönüşü Kalamış’ta tıpkı kiraladığı mekân gibi yalnızdır. Subaylığı bırakmış öğretmenlik yapıyor, yazıyor, dergi çıkarıyordu. Esaret yılından kalan hastalıkları artmıştı, geçim sıkıntısı vardı, eşinden ayrılmıştı, mutsuzdu. Minik kızını göremiyordu. Yeni Mecmua’da “Yeni Kahramanlar” serisinde çıkan “Çanakkale’den Sonra”, “Kaç Yerinden”, “Müjde” ve “Bir Çocuk Aleko” hikayeleri bu gezide gördüklerine ve duyduklarına dayanmaktaydı ama seriyi tamamlayamamıştı.
Peki ben ne yaptım bunca yıldır O’nun Çanakkale duygularını anlatabilmek için? Her 18 Mart’ta programlar yaptım. Bir defasında salonu olmayan lisenin bahçesindeydik. Binden fazla öğrencim vardı karşımda yağmur başlamıştı. Okul Müdürümle göz göze gelmiş, devam işaretini almıştım: “ 70 yıl önce Çanakkale’deyiz; siperler çamur, elbiseler ıslaktı. Sadece mermilerini kuru tutabiliyorlardı ve karavanalarında sadece birer tas üzüm hoşafı vardı.” Diye başlamıştım anlatmaya.. Atsız’ın Topal Asker Şiirini tiyatro haline getirip sahneledim öğrencilerimle bir başka 18 Mart kutlamaları için. İstanbul’dan okul öğrencilerimle, Yesili öğrencilerimle gittim Çanakkale’ye. Bir şeyler anlatmaya çalıştım. Hiçbiri Ömer Seyfettin orada hissettiklerini yansıtacak kadar içten olamazdı. Elbette etkisi de o kadar olacaktı. Bir tek ümidim vardı o da birkaç sınıfın, iki otobüs dolusu gencin, birkaç salon dolusu insanın içinden birileri çıkacak anlatamadığımı anlatabilecekti.
Öğretmenlik yıllarım, öğrencilik yıllarıma eklenmiş hızla akıp gidiyordu. Hayatlarının baharında şehit düşmüş, zindanları Taş Medreseye, Yusufiyeye çevirmiş arkadaşlarım vardı ve ben onlara ulaşmaya çalışıyordum.
Ömer Seyfettin vardı erdemli ızdıraplar yüklü kısacık ömrüne ölümsüz eserler sığdırabilmiş ve beni ona bağlayan zincirlerdi hatıralarım. Ona ulaşmalıydım. Yarım kalmış hikayesi Primo Türk Çocuğu hikayesini tamamlamaya cesaretim yoktu.
Son yılı yani İzmir’in ve Anadolu’da işgallerin başladığı, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçip Kurtuluş Savaşını başlattığı günler, Ömer Seyfettin’in şeker hastalığıyla başlayan rahatsızlığının iyice yoğunlaştığı günlerdi. Ne yazık ki İstanbul’un o işgâl günlerinin telaşı Ömer Seyfettin’i unutturmuştu. Birazcık takati olabilse ya Malta’da olurdu Ziya Gökalplerle ya da Ankara’da olurdu Mustafa Kemal’in peşi sıra Mehmet Akifler, Adıvarlarla.. Balkan Savaşlarının bütün acısı esaret yılının hatıralarıyla yağıyordu yüreğine. İzmir işgâl haberiyle Sultan Ahmed Meydanına koşamamıştı, Halide gibi, Hamdullah Suphi gibi kürsüye çıkıp haykıramamıştı bağımsızlık aşkını.
Senin Hakk’ın rahmetine yürüdüğün yaşlardaydım. Senin hasretinle Bulgaristan için bir şeyler yapmak boynumuzun borcu olmuştu. Bulgaristan Komünist Partisinin Todor Jivkov adlı son genel sekreteri devletin başındaydı ve Türklere karşı asimilasyon politikasını acımasız bir şekilde uyguluyordu. Çocuklara Türk ismi verme yasağıyla başlayan akla gelmeyen uygulamalar. Türkler yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Millî ve dinî kimliğini korumak isteyenler Tuna nehri adası Belene’de kurulan Esir Kampında Radkoların kanlı emelleriyle yok ediliyordu. Ne yapabilir, ne yazabilirdi Ömer Seyfettin olsaydı. Bütün siyasi partilerin Osmaniye ilçe başkanları kol kola en önde ve arkalarında bütün halk omuz omuza yürüyordu. O akşam, günün yorgunluğuyla İmam Hatip Lisesi öğretmen ve öğrencileriyle 40 kişilik bir otobüsle Umre yolculuğuna çıkıyorduk yarım kalan dualarımızı tamamlamak için.
Radko adını hainlikle anmışken hesaplaşmada kocaman bir eksi daha kazınıyordu haneme. Radko Balkaneski cehennemi Serez’in batısında Srebrenitsa’da bir başka insan kasabı Radko daha ortaya çıkıyordu. 1995 yılı Temmuz başlarıydı. Ratko Mladic komutasındaki Sırp birlikleri kısa zaman içinde en az 10 bine yakın Müslüman Boşnak’ı hunharca öldürüyordu. Artık televizyonlarla takip ediliyordu katliamlar. Avrupa’nın ortasında, Birleşmiş Milletlerin gözleri önünde işlenen cinayetlerin toplu mezarları Mavi Kelebekler tarafından hissiz dünyanın yüzüne çarpılıyordu. Ömer Seyfettin olaydı herkesin yaptığı gibi sosyal medyada birkaç haber paylaşmakla yetinir miydi. Bahar ve Kelebekler yanında Mavi Kelebekler’i okur gibiyim.
YAĞMA HASANIN BÖREĞİ YA DA ÖMER SEYFETTİN’İN HİKÂYELERİ
Ömer Seyfettin için Millî Eğitim, Kültür Bakanlıkları, Türk Dil Kurumu başta olmak üzere bütün sorumluların en büyük sorumsuzluğu eserlerinin sahipsiz bırakılmasıdır. Yazar ve şairlerin ölümlerinden sonra varisleri tarafından yayınevlerine olmadık güçlükler çıkardıkları sıkça görülmüştür ama varisi olmayan yazarların eserlerinin telif ücretsiz baskı yarışına giren yayınevlerinin yağmacılığı da yaşanan bir gerçektir. Bu yağmacılıkta şüphesiz ki Ömer Seyfettin’in eserleri en doyumsuz yayınevlerinden en çelimsizlerine kadar hepsinin iştah kaynağıdır. Hem de sorumsuzca. Çocuk Hikaye ve dergilerinden epeyce parsa toplayan hortumlu çiçek yayınevinin Ömer Seyfettin’in İlk Namaz hikayesini resimleyip süsleyip satışa çıkardığı eserinde hayretler içinde gördüm ki; namaz vakti anlatılırken kullandığı “Fecri Sadık” deyimini güya günümüz Türkçesine çevirmiş; “sadık hizmeçisi”… Baskılar yapıyor, boyalı lüks kapaklı yeni baskılar. Öğretmenler okumuyor, veliler okumuyor, çocuklar okuduğunu anlamıyor. Galiba bunları denetleyen bir kurum da yok. Çünkü bu olayı anlatacak muhatap bulamadım.
Ömer Seyfettin’in, yapraklar arasından sızan gün ışığı anlamına gelen Güner adını koyduğu kızı, babasının vefatında dört yaşındadır ve bir röportajda şöyle diyordu: “Şimdi, babamın kitaplarını arkadaşlarım torunlarına, torun çocuklarına istiyorlar benden. Parayla satın alıp veriyorum. Sanıyorlar ki, babamın kitapları tümüyle bana kaldı. Oysa yayınevleri babalarının malıymış gibi, gönüllerince basıp satıyorlar. Karşılığında ne telif, ne de kitap… Zaimler, yayımladıkları zaman yeni basımlardan örnekler getirirlerdi. Ötekiler vermez oldu. Literatür çakalları gibi, yeni Telif Yasası’nın yayımlanacağı günü beklediler pusuda. Telif Yasası çıkar çıkmaz üşüştüler. Ne yapayım? Babamın kitaplarının okunuyor olması da bir kazanç benim için. Okunsun yeter, diye düşünüyorum. Ama beni de parayla satın almak durumunda bırakmasınlar. Çok şey mi istiyorum acaba? Tüm eserlerini alırken avuç dolusu para veriyorum, babamın kitaplarına!”
KAHRAMANLARININ KAHRAMANI
“Ferman”da Tosun Bey’in, “Kütük”te Arslan Bey’in yaptıklarını sıradan insanlar yapamaz, sıradan yazarlar yazamızdı. “Büyücü”de Doğan’dın sen; yaptığı işlerde yalnız Allah rızasını gözeten.
Başını Vermeyen Şehit’te Deli Hüsrev ile Deli Mehmet olup; “Fâni vücuda kefen gerekir. Hilat nâdanları sevindirir…” diyebilen sendeki özdü.
Diyet’te namerde muhtaç yaşamaktansa kolunu kesip atışı Koca Ali’nin. Kahramanına bu davranışı yaptıran Ömer Seyfettin kısacık ömrüne hangi diyetleri sığdırabilmişti kim bilir.
“Ölülere mükâfat, dirilerin hatırasıdır” “Kaç Yerinden” hikâyesinin kahramanlarının ulaştığı ortak fikir. Dünyada menfaat gözetmeyenler için bir bakıma mazinin güzelliklerini atiye taşınması için gizli bir dilektir. O dileği Türk Gençliği senin eserlerinle aldı ve taşıyor. Kıbrıs Barış Harekatı’nda hayatta değildin, ülkemizin başına karabasan gibi çöken teröre karşı mücadelede yaşanan ama yeterince yazılmayan kahramanlıklarda sen vardın. Zeytin Dalı Harekatıyla Afrin yolunda tankı üzerinde muhabirlerin hedefiniz neresi sorusuna “ Kızıl Elma” cevabını veren Samsunlu Uzman Çavuş Mehmet Kuzu’nun koçluğunu hisseden sezgisinde sen vardın. “Kızıl Elma Neresi” hikayende Kanuni Sultan Süleyman’ın her molada askerden yükselen “Kızıl Elmaya” haykırışında Kızıl Elma’nın neresi olduğu konusunda bilgi sahibi olmayan bütün devlet adamları arasında Kızıl Elmaya gidiyoruz diye bağıranlardan rastgele seçilen üç askerin verdiği cevap aynıdır. “ Kızıl Elma sultanın gitmek istediği yer. Hakk’ın göndereceği yer.”
Pembe İncili Kaftan’da Muhsin Çelebi; “Mademki bu bir fedakârlıktır, fedakârlık ücretle olmaz. Hasbî olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık ne olursa olsun, hakikatte şahsî bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıp, ücret filan istemem. Fahrî olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!”. Toprak şehit kanlarıyla vatan oluyor ve şehadet arzulayanlarla korunuyorsa şehitliği göze alanlar da Muhsin Çelebilerin varlığından güven duyuyordu.
“Forsa”da Kara Memiş, yıllar süren esaretten kurtulmuş, vatanına kavuşma fırsatını bulmuştur. Gemide ülkesine dönmek için beklemek yerine oğlu Turgut’la birlikte adadaki savaşa katılır. “Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan, al bayrağın dalgalandığı yer değil midir?” Onlarca yıldır Anadolu’da şehitsiz köy, şehit bayraksız mezarlık kalmadı. Biricik evladını teröre kurban veren, analar – babalar, eşler, kardeşler: Vatan Sağ Olsun diyerek dimdik ayakta durmaya çalışıyorlar. Destanlar yaşanıyor, yeterince yazılmıyor.
Yüksek Ökçeler hikayesinin Hatice Hanımı, büyük konağında onlarca çalışanıyla huzur içinde yaşamaktadır. Baş dönmesi şikayetiyle çağırdığı doktoru yüksek ökçeli ayakkabıları yerine topuksuz terlikle evde dolaşmasını tavsiye ediyor. Evinde terlikle dolaşıyor Hatice Hanım. Ertesi günden itibaren konakta hırsızlıklar, ahlaksızlar başlamıştır. Daha doğrusu çalışanlar yaklaşan topuk sesleri olmayınca toparlanma fırsatı bulamamaktadır. Aşçılardan bahçıvana bütün çalışanları değiştirir ama değişen bir şey yoktur. Hatice Hanım, birazcık huzur için yüksek ökçelerle dolaşmak zorunda kalır konağında. Yeter ki dedikoduları, planları duymasın, hırsızlıkları hissetmesin.. Ya sen Ömer Seyfettin, etrafındaki hırsızlıkları, ahlaksızlıklarını görmemek, çevrenin olumsuzluklarının şahidi olmamak için gözlerini yummadığına, kulaklarını tıkamadığına göre nelere nasıl katlandın.
Seni tanıdıkça artan korkularım. Çilelerle geçen ömrünün iki katı yaşdayım; kitaplarım belki eserlerinin onda biri hacminde ya anlattıklarınla yerleştiğin milyonlarca gönül. Gönlümdeki sen, yarım bıraktıkların, günümüzdeki boşluğun…
Nasıl helalleşirim yüreğimdeki Ömer Seyfettin’le.
KAYNAK: Türk Yurdu, Ekim-2020.