Röportaj: TARIK BUĞRA’yla…

TARIK BUĞRA’yla…
-Yazı Hayatı, “Gençliğim Eyvah” Üzerine-

YAĞMUR TUNALI

– Hayâtınızda, sanatı edebiyâtı farkediş ânından bugüne kadar “panorama” mâhiyetinde bir gezinti yapalım, diyorum. Bunun için, siz, yâni sanatınız ve büyük tecrübeniz, bu konuşmaya ana hatlarıyla aksetsin isterim. Gerçi siz, sözünüzü toprağı tırnaklarınızla kazar gibi kâğıda geçirdiniz. Ama, görülüyor ki bin defa tekrar bile insanları uyandırmaya yetmeyebiliyor.

Evet efendim, lise ikinci sınıftasınız ve edebiyâtın hayâtınızın mânası olduğunu fark ediyorsunuz. 17. yaşın bu ürpertilerini dinleyelim önce; yâni, sanata, edebiyâta ilk şuurlu uyanışı…

TARIK BUĞRA: Gene o hikâye.. Gene “kısa özgeçmişiniz”.

Güzel ama: Ağarmış tepelerden gerilere bakmak, renkleri uçmuş, çizgileri belirsizleşmiş bölgeleri seçmeye çalışmak güzel ve acı. Bütün röportajlar ayni soruyla başlıyor: Kısa’özgeçmişinizi anlatır mısınız?

Radyoda yapılan konuşmalardan birisinde bu soruyu, aşağı yukarı, şöyle cevaplandırmıştım: “Damdan düştüm., kızıla yakalandım., sıtmaya tutuldum… ilkokulda, ortaokulda, lisede, üç defa, geçici olarak kovuldum., beş kere işsiz kaldım., ağır bir depresyon geçirip kuduz oldum diye tutturdum; zorla, doktoru tehdit ederek kuduz iğnesi yaptırdım, çok, çok eskilerde, hayâl meyal hatırlarım., âşık oldum…” diye cevaplandırmıştım da, şaka yapıyorum, espri yapıyorum sanmıştı spiker hanım.

Oysa.. Kısa özgeçmiş? Şu saydıklarımdan bir teki bile bir kitap etmez mi? Eder diyorum ben. Ve ömrümüzün herhangi bir döneminde ne isek, ne olmuşsak, öyle olmamıza şu sıralayıverdiğim olayların ve sayısız benzerlerinden en önemsizlerin bile etkisi olmuştur sanıyorum.. Sanmıyor, inanıyorum. Biz her ânımızda daha önceki milyonlarca kırıntının ürünüyüz

Sık sık şaşırdıklarım olmuştur; bunu nasıl yazdım? Nereden geldi bana bu? diye. Bazen delicesine zorlarım da kendimi, tohumun oğulduruğa yıllarca, yıllarca önce yaşanmış ve unutulup gitti sanılan bir acıdan, bir anlayışsızlıktan veya bir mutluluktan, bir hoşgörü kırıntısından, kırıntı bir olaydan düştüğünü anlarım. Yazmak bir hipnoz hâli mi, ne?

Lise onuncu sınıfı ben unutmuştum.. Hatırlattınız. Doğru: Karar yaşımdır o. Ama, ya babamın kitapları? Daha doğrusu.. Her baba gibi.. Büyüklerin en büyüğü babama dünyayı ve bizi unutturan Rebâb-ı Şikeste.. Mesnevi.. Şerare.. Piyâle.. Servet-i Fünun ve Terakki koleksiyonları? Ya bunlar?

Ya o, ilk Türkçe öğretmenim.. Okuma kitabımızda şiiri vardı, düşünün siz.. Rıfkı Melul Meriç’in ilk tahrir vazifemi göklere çıkarışı ve; “ille şiir yaz” diye diye yazdırttığı ilk 7-7’me.. Afedersiniz . Bombok deyip, beni; “Aferin, güzel” diyene kadar, yedi bin yedi yüz yedi şiir yazmaya ve şiir kitapları okumaya zorlayışı?

Ya o, İstanbul Lisesi’nde, Hakkı Süha Gezgin’in, binde bir verdiği tam numarayı bana verişi.. Kim bu Tarık Nazım? diye beni tahtaya kaldırdıktan sonra, yazdığım “Ömer Seyfettin’e” deki okuyup, “Böyle yazılır işte” diye beni şımartması.. Ve bu şımarma ile döktürdüğüm, isim ve sıfat tamlamaları ile dolu, ağdalı.. Daha çok beğenilmek., hayran olunmak için elbette, ikinci kompozisyonum yüzünden küplere binip, “Arapça isteyen arabistâne.. acemce isteyen acemistâne, firenkçe isteyen firengistâne” diye, Türkçe kavramını kafama mıhlayışı?

Ya o, anneciğimin ahretlikleri ile okuduğu ilâhiler ve uykudan önce kulağıma fısıldadığı dualar? Bunlardan birisini hiç bir zaman unutmadım ve bunalımlarımda, umutsuzluklarımda hep ona sığındım: “Yattım Allah, kaldır beni / Rahmetinle doldur beni / Ben bir yola niyet ettim / İmân ile gönder beni”.

Bunlar ve kim bilir nice benzerleri.. Meselâ, ilkokul dördüncü sınıfta, Çocuk Dünyası’nın bulmaca yarışmasından kazandığını dokuz kitap..ki aralarında Halide Edip, Yakup Kadri, Falih Rıfkı ile birlikte Arı Maya, Pollyanna , Monte Kristo vardı.. Bunlar hesaba katılmadan, nasıl olur da onuncu sınıfı, on yedinci yaşımı başlangıç sayabilirim?

Burada yazarlık karakterimi, yazarlığımın karakterini çizmiştir sandığım bir noktayı söylemek isterim. Biz, 1930’ların heveskârları, sanatçıya tavan arasının barınak, kuru fasulyenin lüks yemek gösterildiği dönemin insanlarıyız.. Şöhret? Hele para? Bunları hesaba katmamak gerekti. Nitekim, ben, değil tavan arası, değil fasulye, onların hasretinden başka bir şey bulamadığım günler geçirdim. Bir yatılı lisede muallim muavinliği buluşum büyük mutluluklarımdan birisi oldu; çünkü yatağa ve yemeğe kavuşmuştum. Bütün varlığım, içinde üç, beş kitap ile, dört parça çamaşır ve Akümülâtörlü Radyo’nun müsveddeleri bulunan bir tahta valizden ibaretti.

Rica ediyorum.. Bunu söyledim diye, ilk defa söylüyorum bunu.. Çektiğim yokluklarla, sıkıntılarla övünmek ve büyükleşmek kuruntusuna kapıldığımı, çok rica ediyorum, sanmayın. Bu konuşmada hasretini kuru fasulyeden çok çektiğim bir yakınlık gördüm de anlatıyorum.. Ona lâyık olmaya çalışıyorum. Hepsi o kadar. Yoksa, beklediğim bir şey yok.. Yakasını üçkâğıtçılara, şarlatanlara ve demagoglara kaptırmış toplumumdan.. sağırlardan, kulaklarını tıkamışlardan, gözlerini başarılıdan çevirenlerden bir şey beklediğim yok. Ve, herkese kendi utancı yeter, kimseyi utandırmaya hevesim yok.

Ama, sorunuzu cevaplandırırken önce şunu söylemeliydim: O yaşta, yâni onuncu sınıfta yazarlarım kimlerdi? Yâni bana edebiyatı sevdiren, önemli gösteren, onlar gibi olmak istediğim yazarlar?

Bu soru genel olarak herkes için önemlidir sanıyorum: Seçtiklerimize ve değer verdiklerimize göre değerleniriz. Kesindir bu. O kadar ki, bugünkü şairlerin, romancıların babalarını, bu sorunun peşinde tanımak mümkündür: Kim Nazım Hikmet’in, kim Yahya Kemâl’in.. Bizimkiler döl vermez oldu.. Kim Yevtuçenko’nun veya Şolohof’un veya Steinbeck’in veya şunun bunun yasal, ya da evlilik dışı çocuğudur, anlaşılabilir. Pek isim bilmem; bilenler, yabancı edebiyatları izleyenler oynasın bu oyunu, tadildir. Ve, edebiyatımız geniş ölçüde., en sosyal gerçekçiler dâhil, hattâ onlar başta, ancak bu oyunla hükme bağlanabilir. Bırakalım bunu.

Öyle inanırım ki, ben on bir yaşımda Salambo’yu, on üçümde Sefiller’i, gene o yıl Tayyis’i, Cürüm ve Ceza’yı okumasaydım, on yedinci yılımı yaşarken pat diye; yazar olacağım diyemezdim. Çünkü edebiyat derslerinde övülen yazarları sevmiyordum. Hattâ çoğunu, meselâ Hüseyin Rahmi’yi küçümsüyordum. Onları sığ, basit, yalın, yetersiz buluyordum. Nitekim, edebiyatı, hâlâ, ortanın üstündeki seviyeye, ortanın üstündeki görme, anlama, duygulanma, düşünme, yorumlama, bir kelime ile, kültür seviyesine katkıda bulunma sanatı olarak görürüm. Yazdıklarımı olağan sayacak okuyucu .sayısı çoğunlukta değilse de, çoğunluğa yakınsa bile ben niçin varım?

Yazarı ve edebiyatı bir vakit geçirici, eğlendirici sayamam, öyle olsaydı, edebiyat medeniyet tarihlerinin en önemli bölümünü tutabilir miydi?

Kısacası, edebiyat’a şuurlu uyanışım..bu sizin deyiminiz., benim deyişimle de, yazar olmaya karar verişim, evet, onyedinci yaşımda, benimsediğim örneklerle, insanı ve insan ilişkilerini, insan kaderini anlatmaya değer buluşumla başlar: İnsan’ı ilişkileri ve kaderi içinde ben de yorumlamalıyım tutkusu o karar.

– İlk hikâyeniz, “Oğlumuz”. Onu yazdığınız zaman evli değildiniz.

TARIK BUĞRA: Oğlumuz.. Havuçlu Pilâv Meselesi.. Buhran.. Bunların hepsi de evlilik hikâyeleridir; birer hafta ara ile Çınaraltı Dergisi’nde çıktılar. 1948 başlarında. Ve ben hiç evlenmemiş bir bekârdım. İnandıramamıştım buna rahmetli Ortaç’ı; ilk patronumu, en iyi patronumu. “Söyle Buğra” derdi, itiraf ettirmek için büsbütün sevimlileşerek, “Başından bir şeyler geçti, değil mi?”. Geçmemişti işte.. Pantalonunun kıçı yamalı, yâni evlenemeyecek bir bekâr meteliksizdim ben. Ama demin söyledim; ben yola insanı ve insan ilişkilerini yorumlamak için, ne gurur, yeni bir dünya kurmak, en iyi, en güzel, en uyumlu ve tatlı dünyayı göstermek için çıkmıştım, işe ev’le, aşkla, sevgiyle başlamıştım.. Acılar, aksaklıklar, uyuşmazlıklar yıkmasın, hız olsun diye. Başardım mı bilemem. Ama yıllar ve yıllar sonra, bana; “Bizi Havuçlu Pilâv evlendirdi” diyen çiftler tanıdım ve onların mutluluklarından pay aldım, gurur duydum.

– Rahmetli Y.Z. Ortaç, “Havuçlu Pilâv Meselesi” adını taşıyan hikâyenize 15 lira telif ödemiş ve sizden Çınaraltı’nm her sayısı için hikâye istemiş.O günlere dönelim, efendim… Devâmını sizden dinleyelim.

TARIK BUĞRA: Hani çerçeveletilen, harcanmayan paralar vardır.. Ben de, eğer çoraplarım olsaydı.. Eğer Şehzâdebaşı kebapçılarının ızgara kokuları burnumu sızlatmasaydı.. Eğer borç aramaktaki küçülüş beni canımdan bezdirmeseydi, Ortaç’ın Havuçlu Pilâv Meselesi için verdiği on beş lirayı çerçeveletir, çalışma masamın karşısına asardım.

On beş lira deyip geçmeyin.. Hey zaman, hey.. 1948’de on beş lira ile on beş gün bey gibi geçinebilirdiniz. Muallim muavinliğinden aldığım aylık on yedi buçuk lira idi. Ve Varlık dergisi, hikâye kralı Sait Faik’e hikâye başına yedi buçuk lira ödüyordu.

Hikâyeciliğimin hikâyesine gelince, Oğlumuz’u değerli hocam ve dostum Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Edebiyat Fakültesi öğrencilerinin çıkardığı Zeytin Dalı dergisine yazdığım ilk hikâyemi, Kekik Kokusu’nu beğenmediği için, hemen o gece yazmıştım. Onu Yunus Nadi Hikâye Yarışması’na gönderdim, ilgi çekicidir bu hikâye ve özellikle yarışmalar için çok şey anlatır:

Her şeyden önce Kaplan’a teşekkür borcumu tekrarlamalıyım. Onun beğenmeyişidir Kekik Kokusu’nu, gözü romandan ve piyesten başka bir şey görmeyen delikanlıyı hikâyeci yapan sonra..

Oğlumuz, akıl alacak şey değil, on gün sonra, yâni sıradaki tomarla hikâyenin önüne alınarak yayımlandı. Beni de gazeteye çağırdılar. Neşriyat Müdürü Başkut idi. Bana; “Kasanın anahtarı bende olsa, bin lirayı size şimdi verirdim” dedi. Ayrıca iş de teklif etti. Kabul edecektim. Ama iki gün sonra, uçak postasıyla gönderilen, Büyük Millet Meclisi antetli bir zarf geldi fakülte adresime. Yusuf Ziya Ortaç‘tandı. Merhum Ortaç, hâlâ sakladığım bu mektupta benimle konuşmak istediğini, ne övgülerle, ne cömert bir gönülle.. söylüyor, İstanbul’da bulunacağı günleri bildiriyordu.

Buluştuk ve benden hazırladığı bir dergi için her sayıya bir hikâye istedi. Kendime güvensizliğimi, “Yazarsın sen.. Haftada değil, her gün bir hikâye yazabilirsin.. Bilirim ben bu işi” diye kırdı. Anlaştık.

Oğlumuz kaderimin dönemeç olayıdır; çünkü.. Hey bugünkü gazete patronları, heyy.. Rahmetli Ali Naci Karacan da o hikâye yüzünden açtı bana Bâb-ı Ali’nin büyük kapısını. “Gel” dedi, “bir iş yapmasan da otur burada.. Yazmaya çalış”. Ve, bana bir sütun verdi, haftada üç hikâye yazdırttı.. Beni geçim derdinden kurtarmakla kalmadı, Yarın Diye Birşey Yoktur’un, İki Uyku Arasında’nın, Yalnızlar’ın, Siyah Kehribar’ın sahibi yaptı.

Burada, benimle ilgilenenlerin ve ilgilenecek olanların bilmesini özellikle istediğim bir nokta var: Ben yazarlık hayatımda sâdece ve sâdece iki patrona teşekkür borçluyum. Onlar da işte bunlardır; Yusuf Ziya ile Ali Naci’dir. Gerisinden alacaklı olan benim. Çünkü ben onlara Küçük Ağa’nın, İbiş’in Rüyası’nın, Ayakta Durmak İstiyorum’un yazarı olarak gittim. Söylediğim iki patrondur, sekiz yüz kelimelik bir hikâyenin ardındaki kaabiliyete destek olan, şans tanıyan, fırsat ve imkân veren. Evet bunun bilinmesini isterim.. İnsan teşekkür etmesini bilmelidir, buna inanırım.

Yarışmaya gelince, Oğlumuz ancak ikinci oldu ve bana altın bir dolma kalem kazandırdı. Birincilik, ismi bir ikinci defa görülmeyecek olan birisine verildi. Bu birisinin gazete patronlarından rahmetli Doğan Nadi’nin o günlerdeki bölük komutanı olduğunu öğrenmiştik. Yalnız bunu değil, yarışmaların ve ödüllerin ne olduğunu da!

— Ya Küllük günleriniz ve çok uzun sürecek Bâbıâlî yıllarınız?

TARIK BUĞRA: Küllük Kahvesi borcunu ödeyemediğim birkaç alacaklımdan birisidir. Yazmayı tasarladığım ikinci piyesimin adı Robert Taylor Küllük’te idi. Ama ne bir piyes, ne de roman.. Sâdece bir tek hikâye. Ve bazı atıflar.. Hakkını verebilmiş değilim. Belki yadırgayacaksınız, ama inanın, Küllük” garsonları, briççileri, okjincileri, prafacıları, Fuat Köprülü’leri, Yahya Kemâl’leri, Mükrimin Halil’leri, Rıfkı Melûl’leri, Yavuz Abadan’ları, Nurullah Atâ ’ları, Ali Nihat’ları ve üniversitelilerinin yanında çarşı esnafı ile edebiyata ve kültüre bağlılığımı babamın kitapları kadar beslemiş, beni bir o kadar da zenginleştirmiştir. Kültürümüzün ve medeniyetimizin havası Küllüğe sinmişti. Bir ay kadar da pansiyonum oldu benim. İskemleleri birleştirir, üzerine ceketimi serdiğim bir tavlayı yastık yapar, yatardım. İki defter doldurdum orada.

Gazetecilik.. Milliyet’ten 1956’da, daha katrat nedir, punto nedir bilmezken, ustam Cihat Baban‘ın ısrarı ve güveni ile, Yeni Gün’ün genel yayım müdürü olarak ayrıldım. Bu gazetenin kuruluşunda çalıştım, ilk sayı rotatiften çıkınca sayın Baban’ın omuzlarımdan öperek kutlayışı meslekteki ilk gururumdur. Rahmetli İpekçi de bir tebrik telerafı göndermişti. Ama Ankara kliği, aralarında bugünün meşhurları vardır, beni başarıyla kaçırttılar. Vatan gazetesine, dostum Naim Tirali‘nin isteğiyle, yazı işleri müdürü olarak İstanbul’a döndüm.

Sonra yeniden Milliyet.. Spor sayfası sekreterliği. Arkasından, Peyami Safa merhum ile Tercüman ve genç ustamızla birlikte kovuluş.. İşsizlik..ve, 1958’de, Törehan‘ın Yeni İstanbul‘unda genel yayın müdürlüğü.

Yeni İstanbul iki defa el değiştirdi. Ben de üç defa kovulup alındım. Hele birisi.. Unutamam.. Yılbaşı ile bayram bir araya gelmişti. Maaşımın yerine bir zarf.. Teşekkür ve ilerideki çalışmalarımda başarılar dilesi. Ücret? Tazminat? Mahkemeye saygıları vardı. Başvurabilirdim. Yeni yıla ve bayrama beş parasız giren aile babası! Patronumuz, kibar, zarif, nazik bir adam olan Kemal Uzan adında birisi idi. En uzun süren işsizliğim bu olmuştur.

Burada.. anlatmak belki doğru değil, ama bilinmeli sanıyorum.. Bu kovuluş ve dara düşüş günlerimde kapımı iki kişi çalmıştır: Birisi o günlerdeki Turizm ve Tanıtma Bakanı, o zamanki CHP’li Ali İhsan Göğüş ve “Paşa’nın sevgileri var.. Dışarda veya içerde bir görev ister misiniz diye soruyorlar” diye. Öteki de, gene o zamanki Ulus gazetesinin Neşriyat Müdürü İhsan Ada. Ada şöyle demişti: “Bir roman verin bize. Bakkal, kasap parasına yardımcı olur. Belki adınızı kullanmak istemezsiniz; değişik isimle tefrika ederiz”.

Evet, mutfağı sallanan evimin kapısını çalanlar “bizim cephe”nin meslektaşları veya politikacıları değil, onlar olmuştu. Nitekim son işsizliğimde de benden roman isteyen Abdi İpekçi idi. Milliyet’te tefrika edilen bu roman İbiş’in Rüyası‘dır. Evet, insan teşekkür etmesini bilmelidir inancıyla, ama bir parça da, hesaplaşmayı görev saydığım için anlattım bunları. Oysa, Bâb-ı Âlî için önce şunları söylemeliydim: Edebiyat bizim nesil için karın doyuracak bir meslek değildi.. Meslek değildi. Geçinmek için bir başka iş, mutlaka gerekliydi. En uygunu, en az engelleyeni gazeteciliktir sanırdım. Ama şimdi biliyorum ki, edebiyata en aykırı, hattâ zıt iş gazeteciliktir. Üslub denen şeyin önemini ve düşünce tarzı diye bir şey olduğunu bilenler bunu anlayabilecektir.

Kaldı ki, roman ve piyes gibi büyük çalışmalar, zaman ve ilgi bakımından yeterince yalnız kalmanızı, kendilerine bağlanmanızı kesin olarak istiyor.

Biliyorsunuz, Bâb-ı Alî’den büsbütün kurtulmuş değilim. Işınsu‘nun kulakları çınlasın.. Üç, beş kuruş için, haftada bir de olsa, hâlâ fıkra! Bu demektir ki, roman ve piyes çalışmalarında hâlâ güve yenikleri.

-Hikâye, roman, fıkra ve tiyatro yazarlığı… Ama, siz şiirden hiç kopmuyorsunuz, dersem, herhalde doğruyu söylemiş olurum.

TARIK BUĞRA: Işınsu’nun kulakları bir kere daha çınlasın: “Şiir? Ööö”. Siz şairsiniz, alınmayın. Öteki şairler de alınmasın. Ben şiire o değeri vermişim ki, bu büyüyü tadmak için yüzyılları didikler, Yunus’lara kadar giderim. Şiiri bunun için, daha çok romanda, hikâyede, piyeste arıyor ve buluyorum. Orada kovalıyor, orada yakalamaya çalışıyorum. Zaten şiir, bütün dillerde edebiyatın tümü anlamına kullanılıyor.

Şiiri sadece mısra sanatı olarak alırsak, ona kırk beşimden sonra bağlanmayı düşünmüştüm. Hiç bir şiir bitirmeden ve bitirmemeye dikkat ederek bir hayli denedim ve “Ööö” dedirtmeyecek bir şiir yazamayacağıma inandım.. Bıraktım. Dikkat ederseniz, Avakta Durmak İstiyorum ve Gençliğim Eyvah’taki şiirler ratelerindir.. Kendilerini arayanlarındır: öyle tipleri bir parça daha açıklamak içindir.

Yanlış anlaşılmasın: Güzel şiir yoktur anlamına gelmez o “Ööö”. Aksine, Türkçe’de de güzel şiirler yazılmaktadır. Bunlara sağda, solda rastlıyor ve şapkamı çıkarıyorum, seviniyorum, sevinç duyuyorum. Ve, onları yazanlar için; “Ah, ne olur, on tane yazacağına bir tanesi için çalışsan” diyorum. Çok şiir şiirin ve şairin düşmanı. Yunus’ta bile böyle bu. Yahya Kemâl bile gerekenden fazla yazmış. Ötesini varın siz hesap edin.

Kısacası, “Şiir? Ööö”, çünkü şiir en büyük.

– Ben, hikâyelerinizi bir başucu kitabı olarak bulunduruyorum. Bu fazla sevgiyi ve bu tercihi hoş görürsünüz, ümidindeyim.

TARIK BUĞRA: Gerçekten mi? Doğru ise, siz benim en çok sevdiğim ve aradığım okuyucularımdan-sınız. Deminki sözlerimle bağlayabilirim: Ben, küçük hikâyeyi daima, nesirden çok şiir diline bağlı bulmuşumdur.

– Yanlış mı bilmiyorum, önce ve mutlakâ hikâyelerinizin hayâtımıza girmesini istemişimdir. Onlarda, bizi biz yapan unsurlar öyle derin, öyle sıcak bir şekilde var ki, kimse mahrum olsun istemiyorum.

TARIK BUĞRA: Sağ olun., söylemek istediğimi, ama söyleyemeyeceğimi söylediniz. Hikâyelerim benim insanlara teklif ettiğim, okuyucularımı dâvet ettiğim dünyadır.

—Ayakta Durmak İstiyorum, Yüzlerce Çiçek Birden Açtı ve şimdi yeniden sahneye getirilen Akümülâtörlü Radyo… İlk ikisi üzerinde de söylenecekler bitmeyecek. Ama ben, Akümülâtörlü Radyo dan hareketle, tiyatro eserlerinizi yoğuran his, fikir, dikkat ve tecrübelere, sizin kapınızdan nasıl gireriz? diye sormak istiyorum.

TARIK BUĞRA: Yalnız’lıktan. Zor kelimedir bu. İnsanlardan kaçış değildir yalnızlık. önce insanın kendisinden arınışıdır o: Sempatilerden, antipatilerden, peşin hükümlerden, ard hesaplardan, partizanlıklardan arınıştır. Ve kendisi kelime anlamından da zordur., çilelidir, kaybettirir, düşman kazandırır., hem de en çok kazandıracaklarınızın arasından bile.

Genel anlamdaki yalnızlık., evet, o da gerekli., ama topladıklarınızı, biriktirdiklerinizi, derlediklerinizi tasarladığınız forma dökmek için çalışırken, ancak o zaman ve o sürece gereklidir.

Akümülâtörlü Radyo’yu.. Devlet Tiyatrosu’nun program broşüründe anlattım, bir dağbaşında, bir taş ocağında, bir teki Türkçe bilmeyen iki yüz kişilik bir iş bölüğünün asteğmen komutanı olarak, bir mahruti çadırda, iki aylık mutlak yalnızlıkta yazdım. Bir esere duygu, düşünce, gözlem birikimlerini, en az fireyle koyabilmenin, yeteneği en az fireyle kullanabilmenin gereği, hattâ şartı budur sanıyorum. Toplumda dolmak., fildişi kulede boşalmak. Fildişi Kule’ye, tâ 1950’lerde, övgü yazışım bundandır. Ve ben, yalnız o piyesi değil, Küçük Ağa, İbiş’in Rüyası, Yüzlerce Çiçek Birden Açtı., en sevdiğim eserlerimdir bunlar., hepsini de yalnızlıklarımda ve işsiz kaldığım dönemlerde yazdım. Sanki ben yazayım diye kovuyorlardı.

– Ya romanlarınız? Küçük Ağa, pekçokları tarafından İstiklâl Harbi’nden ortaya koyduğumuz destan için yazılmış tek eser olarak kabul edildi. Niçin? Niye sormuyorum. Fakat, onu yazabilmek için, İstiklâl Harbi’ni ve Çanakkaleyi ebedi bir gönül sancısı hâlinde duyabilmek mi lâzım? diye soruyorum.

TARIK BUĞRA: Elbette. Ve, bir o kadar da, hakkı verilmemişlere, hakkı yenmişlere, hepimiz adına minnet ve şükran borcumuzu ödemek, özür dilemek için, bu tutkuyla, ikinci bir yaşayışım olsa, bütününü çok daha güzel bir Küçük Ağa yazmak için, seve seve, harcardım.

–  Çanakkale, Cumhuriyet ve bugünkü gençlik… Bu üçlüyü âhenkli bir devam olarak göremiyoruz. Bugünkü sancılarımızı, Çanakkale’de 200.000 küsur genç aydınımızı kaybetmemize bağlayanlar var.

TARIK BUĞRA: Yanlış demek mümkün mü? Türkiye Çanakkale’de, ve Sakarya – İzmir şeridinde, yalnız rakamlar değil, en üstün değerlerini, kendisini en çok seven gönül ve beyinlerini kaybetti. Yetiştirici, üretici ve kamuoyunu etkileyici, oluşturucu kadroları onlarsız kaldı. Belimiz bu yüzden büküktür. Elbette.

– Hiçbir Türk yazarını kıskanmadığınızı, başarılarını başarınız bildiğinizi biliyoruz. Fakat, ecnebileri kıskanıyorsunuz. Herhalde onların çok iyi yazmalarından ayrı bir hususa dikkat çekiyorsunuz.

TARIK BUĞRA: Uzundur bu hikâye. Ve eleştirmecilerimizi, edebiyat hocalarımızı, edebiyattan söz edenlerimizi ve profesyonel politikacılarımızı bir kere daha gücendirmekten, hattâ öfkelendirmekten korkarım. Çünkü ben yabancı yazarları başarıları ve kazançları için değil, değerlendirilme, tanıtılma, kabul ettirilme ve desteklenme imkânları yüzünden dert edinmişimdir:

Bir takım üstadlarımız, bilim adamlarımız, köşe yazarlarımız, ikide bir “kültür emperyalizmi”nden söz ederler de, kültürün bir devlet politikası olduğu kadar, aydın kesimin sorumluluk çerçevesine, yâni millet sevgisine bağlı bulunduğunu, onun da yânisi, başarılı sanat ve edebiyat eserlerine arka çıkmak olduğunu anlamaya ve buna göre davranmaya heves etmezler. Başarı’ya arka çıkarlarsa büyüklüklerinden ve itibarlarından kaybedeceklermiş gibi görünürler. Bunlar bana, pabuçlarını daha iyi yapacak yerde, iyi elbise diken ve övülen bir terziyi, kıskanan kunduracıları hatırlatmışlardır, daima. Kendilerine bir şey kaybettirmeyecek, kaybettiremeyecek, aksine, en güzel anlamında kazandıracak başarılara gözlerini ve kulaklarını kapayanlardır kültür emperyalizmine kapı aralayanlar.

Türkiye’de nefis romanlar, piyesler ve enfes hikâyeler yazılmıştır ve yazılmaktadır. Ama sahibi ile sınırlanmış bir dergi veya bir köşe düşününüz ki, orada başarılar iki satırcık bulamıyor; Türkiye’deki edebiyat ilgisini, sanat ilgisini yabancı edebiyat ve sanata açık düşürmekten başka nedir bu?

Mümkün olsa da, veya, bir himmet sahibi çıksa da, Türkçe’de tekrar basılmış romanlar ile bizimkiler karşılaştırılsa, görülecektir ki, benim yazarlarımın ortalaması, dümbeleği çalınan tercümelerden üstündür. Ama ne çare ki, bir edebiyat dergisi, İngiliz, Fransız, Rus, Amerikan romanı, tiyatrosu için incelemeler, araştırmalar, eleştiriler yayımlar da, sıra bize gelince, “Bugünkü cıvık Türkçe” der, “Edebiyatımız sürünmektedir” der, “Şiirimiz, tiyatromuz sıfırdır” der. Denmiştir bunlar., der ve ilgileri yabancılara kanalize eder.

Oysa, bugün., bakmayın siz bir bardak suda fırtına koparıp satıştan başkasına kulak asmayanlara ve Türk Dil Kurumu ile onun sebep olduğu telâşlara.. Türkçe bugün altın çağını yaşamaktadır edebiyatta. şiirde, piyeste, romanda, hikâyede. Yozlaşmalara, kötü örneklere, yanlış ve yanılışlara saplanıp kalmak ve topyekûn karalamak ve karamsarlaşmak niçin? Asıl aldanış bu değilse, insan mecbur kalıyor, evet, bu bir tehlikeli aldanış değilse, edebiyatımızı, kültürümüzü baltalamaktır bu. Okul eğitimi yüzünden en iyi, hattâ bazı yazarlarımızca, tek iyi ve başarılı sayılan veya sanılan dönemlerinden çok, ama çok üstün ve zengindir bugün edebiyatımız, Türkçemiz. Ama onunla ilgilenmesi, ona arka çıkması gerekenler; eleştirmecilerimiz, araştırmacılarımız, yayınevlerimiz, tiyatrolarımız, radyolarımız, televizyonumuz onun, edebiyatımızın rakiplerini destekliyor, el üstünde tutuyor. Bendeki, kıskançlık dediğiniz öfke ve acı bundandır.

Profesyonel politikacılarımızdan, iktidara geçen partilerimizden ümit keseli çok oldu. Onların edebiyat ve sanatla ilgilenmeyeceklerini, çünkü edebiyat ve sanat kavramlarıyla Devlet kavramının hayâtî ilişkisini, yâni hakîkî bağımsızlık endişesini idrâk edebilme imkân veya şansından mahrum yetiştiklerini gördüm. Ama basın, ama üniversite, ama edebiyattan ve dilden söz etmeye özel bir önem veren yazarlar? İçimde, hâlâ, onların yakasına yapışmak, sarsmak, uyarmak hırsı var: “Heey, başarıları değerlendirmek değerinizi düşürmez, artırır., atın küçültücü ve çürütücü komplekslerinizi., eğilin edebiyatımıza.. Türkiye için çalışmak olacaktır bu”.

– Asırları münâkaşaya ayıracak kadar, zaman kaybında cömertiz. Siz, V. Hugo’nun hâtıralarından şu cümleleri naklediyordunuz: “Türklerin bizden fazla birşeyleri vardı, güzellikleri vardı; biz onlara kendi çirkinliklerimizi vermeyi başardık. Bizim medenîlik taslayan bilgiçliğimize ilerlemek adını veriyorlar.” Bu cümlelerde ehl-i salîb, âdetâ zevkle sırıtıyor. Neden görmüyor ve ders almıyoruz?

TARIK BUĞRA: Konu bir önceki sorunuzla iç içedir. Keşke Ehl-i Salib yerine Kültür Emperyalizmi deseydiniz. Diyebiliriz, değil mi? Daha açıklayıcı olacak bu., konunun önemini daha iyi belirtecek: Hugo “Biz” diyor. “Başardık” diyor. Aslında bir iş birliğidir bu. Tıpkı edebiyat ve sanat için söylediğim gibi; Fransa’nın sömürmeye yönelen şuuru ile bizim yoz aydınların ve kötü politikacıların kuruntularının işbirliği! Ve, elbette, ötekinin yanında bu kılık kıyafet ve davranış yenilgisi çok önemsiz kalır: Redingot veya İstanbulin gene gelseydi de, Hugo’nun göbek gölgesi Yunus’umuzun üstüne abanmasaydı.. Leylâ ile Mecnun’u Romeo Jülyet ile değişmeseydik.. ve; “Ooo, Henri Böll” veya, “Simerik” demek için kendi edebiyatımıza dudak büker, sırt çevirir hâle düşmeseydik.. kültür sömürgesi denecek hâle gelmeyeydik.

– 1978’de İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde, Neyzen Niyâzi Sayın ve Tanbûrî Necdet Yaşar’ın solist olarak yer aldığı konserde, Dede’nin meşhur Ferahfezâ Âyini icra edilmişti. Siz bu konserle ilgili yazınızda, hayretinizi ve hüznünüzü haykırıyorsunuz: “Böylesine mükemmel bir eser, böylesine seçkin bir sanatkâr grubu buluyor da, bu bir “olay” olmuyor…”

TARIK BUĞRA: Hep aynı şey, hep. Ortaya ne kadar önemli konu getirirseniz, hep o, hep kültür emperyalizmi deyip geçtikleri “öğürtsel” trajedi! Yahya Kemâl, “Öyle bir mûsikîyi örten ölüm” diyordu., sâdece Itrî için. Siz ölüm kelimesini gaflet veya yozlaşma ile değiştirin ve o nefis mısraın bozuluşuna yanmadan, bütün mûsikîmize, o kadar da değil., bütün medeniyetimize teşmil edin. Sonra da elinizden gelirse, kültür emperyalizminin yıkadığı beyinlere, kompleksleri yüzünden o emperyalizmin işbirlikçisi durumuna düşenlere öfkelenmeyin!

— Dünyânın en zor işlerinden biri haklı olabilmektir.” Bu söz, galibâ size ait.

TARIK BUĞRA: Haksızlıklar sâdece görüş, düşünüş, kavrayış yetersizliklerinden olsaydı, hak’kın ve haklı’nın işi bu kadar zor olmazdı. Çünkü o zaman, sağduyu denilen, sağdüşünce denilen Tanrı vergilerinin yardımı umulabilirdi. Ama bir de yıkanmış beyinler var, şartlandırılmışlar var, çıkarcılıklar, satılmışlıklar var., ah ki, ah., gururlar, yandaşlıklar, sempatiler, antipatiler, hasetler var!

Haklı’yı zora düşüren, lıak’kın savaşım yürek paralayıcı yapan budur. Bunun için Dünya’nın en zor işlerinden birisidir haklı olmak. Biz, haklının karşısına, o haklılıktan en çok yararlanacak olanların bile çıktığını., özellikle, onların çıkartılabildiğini görmüşüzdür. Yürek paralayıcıdır bu., zordur bu.

“Benim devletim ve insanlarım, şâirlerine (sanatkârlarına),

“Komadı gitti bu devlet bizi âdem yerine.”

veya,

“Bu gülistanda benimçün ne gül, ne şebnem var.”

dedirtmeye başladığı ve dedirttiği ölçüde gerilemiştir. “Bu fikrinizi, artan sancılarımızla bir daha haykırmak, acabâ, müsbet bir neticeye yol açar mı?

—Bu mülâkatın sonunda Gençliğim Eyvah için bir yer olmalı. Gençliğim Eyvah…

TARIK BUĞRA: Daha önce söyledim: Açınız bir medeniyet tarihi, hangisi olursa olsun, yarıdan çoğunun edebiyat ve sanata ayrıldığını göreceksiniz. Çok az politikacı adı görürsünüz orada. Kötü politikacının edebiyatçı ve sanatçılardan kaçışı da, belki diyeyim, bu yüzden. Lenin, zaferinin ilk yıllarında, özellikle de zafere giderken, Maksim Gorki’yi daima önüne ve sağına almıştır. Bugünkü Sovyet büyüklerinden birisi bize, Moskova’da, Bolşoy Balesi ve Tolstoy ile övündü, Süleymâniye’yi övdü.. İngiliz Parlâmentosu Şekspir’i İmparatorluk armadasından üstün tuttu. Dö Gol, Galatasaray Lisesi’ndeki konuşmasında, iki büyük medeniyeti, Fransa ve Türkiye’yi Napolyon’la, Güneş Kralı ile, Sultan Süleyman’la, Atatürk’le değil, Bâki ve Korney’le değerlendirdi. Ve aynı Dö Gol kendisine, sanat tarihçisi ve büyük romancı Malro’yu danışman, sonra da kültür bakanı yaptı.

— İleri saydığımız milletlerin tiyatrolarına, yazarlarına, müzisyenlerine karşı takındıkları tavrı, sağladıkları maddî, manevî ayrıcalıkları da eklenirse o fikrimin alelâdeleştiğini, yâni iki kere iki dört kesinliği kazandığını görürler, bizim politikacılar, yaşadığımız keşmekeşin romanı, anlaşılan, anlaşılamayan bir eser.. Bu bakımdan lüzumlu bu sözleriniz.

TARIK BUĞRA:  Gençliğim Eyvah ile, anlaşılmadığı demeyeyim, beğenilmediği ölçüde övünmeye başladım. Övünmek lâfı şaka, güvenmeye başladım. Kuzguna yavrusu güzel gelirmiş. Hiç kuzgun görmedim ben. Onun duyguları ve yanılgıları de ilgilendirmiyor beni. Ben yavrularımı yargılamasını, hükme bağlamasını bilirim. Bunu da, yayımlandıklarından sonra, uzun süre, unutuncaya kadar onlara elimi sürmemekle sağlarım.

Çıkan kitabımı iyice unuttuktan sonra, ona iyice yabancılaştıktan sonra açar, herhangi bir kitabı okur gibi okurum. Yakınlarım bilir, hiç bir esere kendiminkilere yaklaştığım kadar titizlikle bakmamışımdır. Hiç bir zaaf, hiç bir noksan veya fazlalığı kaçırmak istemem, kelimelere varıncaya kadar. Hoşgörümden nasibim yoktur benim.

Gençliğim Eyvah’ı da, çıkışından yedi ay sonra öyle okudum. Ve, gece saat iki buçuk idi., karıma; “En önemli romanım bu” dedim. Ama hak da verdim eleştirmeci Fethi Naci’ye: Romanda, gerçekten, Jan Jak Ruso’nun adı da, Tarancı’nın mısrâı da yanlıştı. Daha bunları doğru dürüst yazamazken Marks’tan söz etmeye kalkışıyordum.

Gençliğim Eyvah’ı sevmeyenler, beğenmeyenler değil., benim için, geberesi ve gebertilesi saydığım, nitekim gebertilen İhtiyar’ın kurduğu “Sersemlikleri Koruma ve Geliştirme Vakfı”nın ne işler çevirdiğini göstermekten başka bir anlam taşımıyor. Onlarda İhtiyar’ın “tabiî müttefikler”ini görüyorum.

Birileri de Gençliğim Eyvah’a.. ve bana, İhtiyar, Marks’a “koca eşek”, Marksistlere de “eşek” dediği için öfkelendiler. İhtiyar’ı benimle özdeşleştirdiler. Hangi yazar kendisini öldürülmeye müstehak gördüğü ve öldürttüğü bir kahramanın yerine koyar? İlle özdeşleştirmekse, neden Delikanlı değil? Ki, elbette onunla da istemedim kendimi anlatmayı, kendimi anlatmayı istemedim.

Bütün mesele, kimseye, “gözün üstünde kaşın var” demeyeceksin. Sağda da, kendilerini sağ’ın sözcüsü sayanlarda da buna benzer tepkiler görüldü. Evet, birtakım insanlara hoşlarına gitmeyen gerçekleri söylemeyeceksin, hele yanılgılarından, sarıp sarmalayıp sandığın dibine sakladıkları yanlarından söz etmeyeceksin. Zaten bunun için demedik mi, Dünya’nın en zor işlerinden birisidir haklı olmak diye?

Gençliğim Eyvah Türkiye’min romanıdır, politikaya bulaştığımız ölçülerle hepimiz varız onda. Aynaya niçin kızıyorlar?

Ona karşı çıkanlar neresinin haksız, neresinin yanlış, neresinin iyi anlatılmadığını söylesinler. Eleştirsinler, bir roman eleştirir gibi. Yoksa İhtiyar bu kadar yürek de mi bırakmadı?

Ve bir başkasının eserinden söz eder gibi söylüyorum: Gençliğim Eyvah, Işınsu ile Bakırcıoğlu’nun övdüğü kadar olmasa bile, iyi bir romandır. Bunu kabul etmeyenler bana, bir Delikanlı – Güliz ilişkisini ve bu portrelerin daha iyisini hangi romanda okuduklarını söylesinler; Türkçe’sinden, üslûbundan, kuruluşundan söz etsinler. Bana İhtiyar‘dan daha iyi çizilmiş bir anonim portre göstersinler, panoramaya daha iyi bir örnek göstersinler, özür dilerim., gerçekten.

Fakat gene de bir ek:

12 Eylül ve bu tarihten sonraki olaylar ve ortaya çıkan hakîkatlar, üniversitesi, parlâmentosu, basını, sendikaları ve gençliği ile; kısacası, artık gözler önüne serilen keşmekeşi ile, Gençliğim Eyvah’ın en azından bir bölümünü ispatlamaktan başka hangi anlamı taşır? Bunu cevaplasınlar. Gençliğim Eyvah’ı sevmeyenler, özellikle de ona kızanlar, mahvolan gençliğimizi sevmeyenlerdir. O kadar da değil, kendilerini suça katılmış görenlerdir o aynada.

–  “Gençliğim Eyvah”ın sonunda, herhalde Çanakkale ağıtının hüznüyle başbaşa kalıyoruz: “Çanakkale içinde aynalı çarşı / Ana ben gidiyom düşmana karşı / Off, Gençliğim Eyvah!” Ve o Fransız’ın hesap soran, delice haykıran mısrâı: “Söyle! Ne yaptın gençliğini?”

TARIK BUĞRA: Yalnız ölenler, öldürenler, tutuklananlar değil, bütün bir gençlik ve ekonomi, hakikî anlamıyla, Türkiye’nin, Çanakkale’den sonra bir kere daha beli bükülen geleceği! Bütün bir eğitim nesli.

On binlerce ve iki nesilce yoz aydının ve kötü politikacının bir araya gelerek bir mozayik gibi ortaya çıkardığı ihtiyar değil elbette, bu soruyu soracak ve yasını çekecek olan. Bu sorunun zehirini, elbette “Sersemlikleri Koruma ve Geliştirme Vakfı“nın yetiştirmeleri de duyamaz. Bu sorudaki hüzün ve acıyı paylaşanlara selâm! Onlar için yazıyorum ben., onlarla bir olmak için!

— “Söyle! Ne yaptın gençliğini?” Bu suâle cevap alabileceğinizden emin olsaydınız?.. gibi bir suâl sorsam ve kaleminizin yeni çalışmalar için hangi yönde bilenmiş olacağı sualini de ilâve etsem, ne cevap alırım acabâ?

TARIK BUĞRA: Bırakın o soruyu lütfen. Gerçekten dayanamıyorum. Konu için koca bir roman ve bunca fıkra yazdıktan sonra! Hiç bir objektif değeri olmayan bir avuç sloganın peşinden giden o altın çağ, bir daha yaşanamayacak olan gençlik! Lütfen bırakın.

İkinci konuya gelince, Yağmur, bu yaşlanmış kalem haddini bilmiyor; öğrenemedi bunu bir türlü: Hâlâ koca koca projeler, hâlâ, bir gençlik daha isteyen niyetler!. Meselâ Osmanlı’nın romanı… Küçük Ağa gibi bir şey olsun isteği ile! Dünya’nın en büyük, en medeni imparatorluğunu kurmanın şifresini çözdürtebilecek tiplerle, ama roman!

Şimdi elimde “Yağmur Beklerken” isimli bir roman var. Rayına oturdu sanıyorum. 1930’u.. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı ve büyük kuraklığı., toprağı ve insanları, rahmet bekleyişi anlatmak iddiasında. Ve, Küçük Ağa ile Dönemeçte’de olduğu gibi, bir küçük kasabadan, o insanların açısından ve o insanların töreleri, yaşayışları, ilişkileri, dünya görüşleri ile birlikte. Başarabilirsem mutlu olacağım. Işııısu’nun parmak bastığı mutluluklardan birisini tadacağım.

Onu bitirince, kısmetse, yâni yaşama gücüm yeterse, dediğime başlayacağım. Geçelim.

Evet., bu kadar, kısa özgeçmişim ve kişiliğimin özeti. Şimdi sıra, “Düşman Kazanma Sanatı”nın yazarı olarak, yâni dostluğun ve sevginin hasını, küçültmeyenini, onurlandıranını arayan birisi olarak hepinize teşekkür etmeme geldi: Mutluluklar, başarılar dilerim. Bahtınız güzel günlere açık olsun.

KAYNAK: TÖRE, OCAK-ŞUBAT 1981, SAYI: 116-117, s. 3-15.