S. Ahmed ARVASÎ / TÜRK-İSLÂM ÜLKÜSÜ’nden…
İKİ KAVRAM
İslâm’ın iki mukaddes kavramı… “Şeriat” ve “Tasavvuf… “
Bu kavramlar üzerinde, yalan yanlış bir sürü yorum yapılmış, insanlarımız aldatılmak istenmiştir. O halde, şeriat ve tasavvuf ne demektir? Kısaca açıklayalım.
Şeriat “edille-i şer’iyye” (Kitap, Sünnet, icma’ ve Kıyas) ile ortaya konan, müslümanların yapması ve yapmaması gereken işleri bildiren “İslâm nizamı”dır. İslâm dininde “akaid” (temel inançlar) ve “ilm-i fıkıh” (müslümanlann yaşayışlarını tanzim eden ilim) adı altında ele alınan her mesele, “şeriat” kavramı içindedir. Kısaca, şeriat, bir müslümanın inançlarını, ibadetlerini, yaşayışını ve “eylemlerini” murakabe eden sistemdir.
Ahmet Cevdet ve arkadaşlarının bir şaheser olarak “tedvin ettikleri” Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye adlı kitabın (Hicrî 1300. tarihli baskısının) 21. sahife ve 1. maddesine göre, “Fıkıh İlmi” şöyle tarif edilir: (Sadeleştirerek veriyoruz.)
“Fıkıh ilmi ise, şeriat ilminin meselelerini bilmektir. Fıkha ait meseleler, ya ahireti ilgilendiren emirler durumunda olup ibadet hükümleridir; yahut dünyayı ilgilendiren evlenme-boşanma (münakâhat). İnsanlar arasındaki her türlü ilişki (muamelat) ile suçlar ve cezalar (ukûbat) gibi bölümlere ayrılır.”
İslâmiyet’te îman, ilmi, amel ve ihlâsı gerektirir. İlim, İslâmiyeti dosdoğru bilmeyi; amel inançlarını yaşamayı; ihlâs ise samimî bir aşk ve vecd adamı olmayı, her türlü gösteriş ve riyadan uzak olarak dini heyecan duymayı ifade eder.
Tasavvuf ise, “şeriatın sınırları” içinde kalmak şartı ile yine samimî bir aşk, vecd ve heyecan ile “dinin özüne”, esrarına ve zevkine “kemâl-i edeb” ile ulaşma gayretini ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’de “mukarrabîn” (Allah’a yakın olanlar) olarak övülen ve “Allah’ın velî kulları” olmakla sıfatlanan kişiler, işte dinimizde böylece yücelen kimselerdir. Böyleleri Kur’ân-ı Kerîm’de “Haberiniz olsun Allah’ın veli (kul)ları İçin hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun olacak değillerdir” diye sevgi ve müjde ile anılmaktadırlar, (Bakınız, Yûnus Sûresi: Ayet: 62).
Görülüyor ki. şeriat ve tasavvuf, İslâm dîninin, bir mü’mini, dıştan kuşatması ve içten fethetmesidir. Şeriat ile disipline olan müslüman, tasavvuf ile vicdanileşir. Bunlar zıt şeyler değildir. ‘Birbirini tamamlıyan “şekil” ve “muhteva”dan ibarettir. Bu sebepten müslümanların “şeriatçı” ve “tarikatçı” adı altında bölünmesine çalışanlar, gaflet içinde değillerse ihanet halindedirler.
İslâmiyeti, sadece, bir dış disiplin zanneden aşksız, vecdsiz ve heyecansız ham ve kaba yobaz da, şeriatı inkâr eden, başıboş ve sefil “sahte sofi”ler de İslâmiyeti temsil edemezler. Tarihimizde birincisi “yobazlık”la, İkincisi “zındıklık” ile suçlanmıştır.
Din eğitim ve öğretiminde, İslâmiyet’in bu “dış” ve “iç” disiplinine gerekli önem verilmelidir. Akaid ve Fıkıh kadar Tasavvufa yabancı kalınmamalıdır. Türk ve İslâm dünyasında yetişen gerçek ve yüce “mutasavvıflar” ve onların fert ve cemiyet terbiyesindeki değerleri kavranmalıdır. Ülkede gerçek, ciddî ve resmî bir “din eğitimi” yaygınlaştırılmalı ve plânlanmalıdır. Bu yapılmazsa, iç ve dış düşmanlar harekete geçer, tertemiz dinî hayat perişan edilmekle kalmaz, devlet de, cemiyet de, ferd de büyük zararlara maruz kalır.
Böyle bir işi de ancak Türk-İslâm Ülkücüleri gerçekleştireceklerdir.
***
İSLÂM’DA TASAVVUF
İslâm’da tasavvuf, ne Budizmin “Nirvana”sına, ne Hıristiyanların “mistisizm”ine, ne Yahudi’nin “kabalizm”ine, ne Auguste Comte’un “insanlık dini”ne, ne de Spinoza’nın “panteizm”ine benzer. Böyle bir benzerlik arayanlar” ya cahil olmalı yahut ard niyetli.
İslâm’a göre, tek ve mutlak varlık sadece Allah’tır. Diğer varlıklar, itibarî (relatif) ve geçici hüviyette olan fâni yaratıklardır. Maddî, manevî bütün varlık tezahürleri “Kitab-ı Ekber” olan kâinatımıza serpilmiş “âyetlerden” ve “mesajlardan.” ibaret olup Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının tecellileridir. Bütün varlığın sahibi, bütün hayatî kıpırdanışların kaynağı O’dur, fakat, beş duyumuzla idrak ettiğimiz veya tasavvur ettiğimiz hiçbir şey O değildir. Sadece O’nunla var olan ve O’nunla varlıkta duran, O’nun eserleridir.
Eserde müessir aranır, sezilir, ancak, hiçbir eser O değildir. O, bize “şahdamanmızdan daha yakın” ve fakat “idrakimize sonsuzca uzaktır”. Yaratıkları tanrılaştırmak ise küfürdür, “şirk” tir.
İmam-ı Rabbani gibi, tasavvuf büyüklerine göre, Muhyiddin-i Arabi’nin “Füsus-ül Hikem” adlı kitabında ortaya koyduğu “vahdet-i vücut”, telâkkisi, tasavvufun başlangıç noktası olan “fena” mertebesindeki “veli”nin sübjektif müşahadelerinden ibarettir. Fenâfillah (Allah’ta yok olan kişi), “velayetin başlangıcındadır” ve henüz “bekâbillah” mertebesinden uzaktır. “La mevcude illallah” (Allah’tan başka varlık yoktur) diyebilecek bir ruh hali içinde boğulmuştur. Fenâfillah, yaratıkları ilâh sanmamakta ve fakat Allah’tan başka varlık görememektedir. Bu konuda, Mevlâna Celâleddin-i Rumî, bir rubailerinde şöyle buyururlar:
“Kul kendinden büsbütün geçmedikçe, onun gönlünde
Tanrı birliği gerçekleşmez.
Tanrı’yı birlemek demek, senin varlığının O’nunla birleşmesi demek değildir.
Yoksa, bâtıl birşey Hak olmaz.”
(Bakınız. Mevlâna, Rubailer, M. N. Gençosman, Sf. 95. Rubai: 464.)
Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin “vahdet-i vücût”” telâkkisini, Spinoza’nın “panteizm”i (hulûliye) ile karıştırmak asla doğru değildir. İslâm’ın gerçekten büyük mutasavvıfı İmam-ı Rabbani Ahmed Farukî Hazretlerine göre “vahdet-i vücût, (aşk sarhoşluğu demek olan) sekr’den ileri gelir. Muhabbetin kaplamasından doğar”. (Bakınız, İmam-ı Rabbani, Mektubat, 290. mektup). Vahdet-i vücut, bir ruh hali olup tasavvufun başlangıcındaki “veli”de meydana çıkar ki, İmam-ı Rabbanî’ye göre buna “vahdet-i şuhût” demek daha uygun olur.
Büyük Mevlâna, “fena mertebesindeki velî’nin konuşmasını” uygun görmemiş, tehlikeli bulmuş, “hâmuş olmayı” (susmayı) tavsiye buyurmuştur. İslâm’da tasavvuf, şeriata aykırı düşmek demek değildir. Şeriat ve tasavvuf, İslâm’ın dış ve iç nizamını ifade eder, bir bütünlük halinde insanı “dıştan ve “içten” kuşatır. İslâm, bunların aykırılığı üzerine değil, ahengi üzerine kuruludur. Tevhidin sırrı “kelime-i şehadettedir”.
***
İSLÂM’DA İLK DERGÂHIN KURULUŞU
İslâm terbiyesinde “medreseler” kadar “’tekkelerin” de mühim bir yeri vardır. Bilindiği gibi “medrese”, din ve dünya ilimlerinin öğretildiği İslâmî müesseselerdi. “Tekkeler” ise, Hicret’in ikinci asrında İslâm dünyasında görülmeye başladı. Bu müesseseler ise İslâm’dan kaynaklanan imanın ve bu imanla tutuşup yanan gönül ve muhabbet sahibi “erenlerin”, bir mürşidin terbiyesi altında, “ihlâs” ve “ahlâk”, makamlarını aşa aşa yüceldikleri fazilet yuvaları idi.
İslâm’da “sofi” sıfatı ile anılan ilk zât, Ebu Hâşim Sofi’dir. Ondan önce, İslâm dünyasında “zühd, verâ ve tevekkül sahibi” pek çok büyük gelip geçmişse de “sofi” ismini ilk taşıyan odur. Kendisi, Hicret’in ikinci asrının ilk yarısında yaşamıştır.
Aslen Kûfelidir. “Tasavvuf” kelimesinin kullanılması da bu zât ile başlar.
Ebu Hâşim Sofî, Süfyanı Sevrî Hazretleri ile çağdaştır. Süfyan onun hakkında buyurdu ki: “Eğer, Ebu Hâşim olmasa idi, ben İlâhî incelikleri öğrenemezdim. Onu görmeden önce de tasavvuf nedir bilmiyordum”, (Bkz. Halkadan Pırıltılar, Necip Fazıl Kısakürek, 1948, Sf: 1).
İslâm dünyasında “ilk dergâh”, yahut “İlk tekke”, Şam şehrinde Remle’de kuruldu. Kuruluş hikâyesi de şöyle: “Emirlerden biri, kırda ava çıkmıştı; Orada Ebu Hâşlm’i gördü. Aşk ve safa ehlinden bir kimse ile karşı karşıya… Birbirlerinin ellerinden tutmuşlar, birbirlerinin gözlerine dalmışlar, sımsıkı bir sevgi kemendi içinde söyleşiyorlar… Onlar, Emîr’in gözü önünde, yere çömelip neleri varsa yediler, sonra aynı bağlılık edasına bürülü, birbirlerinden ayrıldılar.
Bu hal, Emîr’in çok hoşuna gitti. Ebu Hâşim’ln yanına sokulup anlamak istedi.
-Biraz evvel, yanından ayrılan adam kimdi?
-Bilmiyorum.
-Buluşmanızdaki sebep?.,
-Hiç…
-Peki, o adam nereli?…
-Onu da bilmiyorum.
-Birbirinizle ülfet niçin öyleyse?
-Bu, bizim yolumuz, tarikatimizdir; böyle emrolunmuşuz.
Emîr, hayran, sordu:
-Sizin, içinde buluşup halleşecek, konuşacak bir mekânınız var mı?…
-Hayır!
-Size bir dam altı yaptırayım da orada toplanın.
Ve Emîr, böylece Şam’da Remle denilen yerde, ilk dergâhı bina ettirdi. İşte, gönül ve aşk ehlî için ilk yaptırılan dergâh ve işte ilk sofî… (Bkz. a.g.e. sf:1 -2). (Yine bakınız. İslâm Meşhurları Ansiklopedisi, Ahmet Faruk Meyan, C:1, sf: 232-233).
İslâmiyeti, sadece bir dış disiplinden ibaret sanan-bazı “yobazlar” ile “tasavvuf” kelimesinin ya Eski Yunan’dan, yahut Budizm’den İslâm’a bulaştığını vehmeden bazı gafiller, İslâm’da bir “İç disiplin müessesesi olan tekkeleri” ve onların Şanlı Peygamber’den kaynaklanan muhteşem ruhunu idrak edemezler, Bizzat yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de “mukarrabîn” (Allah’a yakın olan kimseler) olarak öğülen ve “Haberiniz olsun, Allah’ın velî (kul)ları için hiçbir korku yoktur. *’ Onlar, mahzun olacak değillerdir” (Bkz. Yûnus Sûresi, âyet: 62) diye sevgi ile anılan “tasavvuf erbabını” kim inkâr edebilir? Kim bunların İslâm’ın dışında bulunduğunu, imanını tehlikeye atmadan iddia edebilir? Tasavvuf, İslâm’ın tâ kendisidir.
***
TASAVVUF VE TERBİYE
İslâm’da “sofî” kelimesinin menşei etrafında mühim tartışmalar cereyan etmiştir. Bizi, bu tartışmalar pek fazla ilgilendirmemektedir. Bu kelime, ister şanlı Peygamber’in ilk meydana getirdiği terbiye, halkası olan “Ashab-ı Suffa”dan, ister yine yüce Peygamber’in sünnetine uyarak “yün elbise” (sof) giyinenlerin sıfatı olmaktan, ister arınmış, temizlenmiş kimseler mânâsına gelen “saf”tan gelmiş olsun ne fark eder?
Bizim için mühim olan; yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de “mukarrebîn” ve “Allah’ın velî kulları” olarak öğülen bu ulvî kadronun (mutasavvıfların), Allah ve Resûlü’nün çizgisinde yürüyerek ve zerre taviz vermeden “sırat-ı mustakim” üzere yücelmenin ve yüceltmenin yollarını göstermiş olmalarıdır.
İslâm’da “medrese” ve “tekke”, birbirine zıt, iki müessese değil, aynı imanı, aynı aşkı, aynı ahlâk ve şuuru, farklı, metodlarla kitlelere mal etmeye çalışan ve birbirini tamamlayan İslâmî kaynaklardı. “Medresede”, kitap, ders, akıl, nakil, tecrübe, müşahede, ilim, tâlim ve terbiye vardı. Orada “müderrisler1” bir ömür boyu, didinir, çalışır, çırpınır “ilim adamları” yetiştirirdi. Orada, akıl ve zekâ ile başarıya ulaşılır, dünya ve ahîretin “sırları” öğrenilirdi. Oysa “tekkede”, yol daha kısa idi. Orada akıldan çok gönül, ilimden çok aşk, dış dünyadan çok iç dünya, tecrübe ve müşahededen çok “mükaşefe” vardı. Orada “kiyl ü kal” (dedim-dedi) ile vakit kaybeden müderrisler değil, “aşk” ile “tevhidin sırlarını” çözen “mürşidler” vardı. Mevlâna Celâleddin-i Rumî, bir rubaisinde, bu konuda şöyle buyururlar: “Aşkın gönlüme dolalı beri, senin aşkından başka neyim varsa hep yandı/Aklı, dersi, kitabı hep rafa koydum.” (Bkz. Mevlâna, Rubailer, -M. N. Gençosman- Sf: 96, 495. Rubai).
Gerçekten de “mutasavvıfların” hayat ve menkıbelerini inceleyenler hayretle görmüşlerdir ki, onlar, hiçbir ilmin, fennin ve aklın ulaşamıyacağı “ötelerin ötesinden” sesler getirmektedirler. Evet, onların böyle birer “hayat hikâyesi” vardır.
Bu konuda büyük fikir adamımız Necip Fazıl Kısakürek, “Halkadan Pırıltılar” adlı muhteşem eserinin önsözünde şöyle yazar; “Bu hikâyeler, dünyada insanî ve beşerî kaç mevcut varsa ve bu mevcutların ne kadar idrak müessesesi kurulmuşsa, topyekün hepsinin birden olamadığı, varamadığı, eremedlğl; ne şiirin, ne tılısımın, ne ilmin, ne fennin, ne aklın ulaşabildiği noktada bağdaş kuranların hayatından pırıltılardır.” (Bkz. ag.e. Önsöz).
İslâm’ın büyük mütefekkiri, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazali Hazretleri, büyük bir ruhî bunalım içinde hakikati araştırırken, nihayet tasavvufun yüce kaynaklarını da kurcalamak ihtiyacını duyar. Bu maksatla Ebu Tâlib-I Mekkî Hazretlerinin “Kut-ül Kulûb” adlı kitabını, Hâris-I Muhasibî’nln kitaplarını, Cüneyd, Şiblî. Ebu Yezidî Bestamî ve diğer büyük mutasavvıfların sözlerinden meydana getirilmiş kitapları okur. Bu arada öğrenir ki, “Mutasavvıfların ilmi, netice itibarı ile nefse ait geçitleri atlatmaktan, onun kötü ahlâkiyle fena vasıflarından kendini uzaklaştırmaktan İbarettir. Bu suretle insan, kalbini, Allah’tan gayrı şeylerden boşaltır, onu Allah’ın zikri ile bezer.” (Bkz. İmam-ı Gazalî, El-Munkızu Min-Ad-Dalal,-Hilmi Güngör- 2. Baskı, 1960, Maarif Basımevi, Sf: 57).
İmam-I Gazali şöyle devam eder: “Şüphe götürmeyecek surette anladım ki, mutasavvıflar, Allah yolunu tutan kimselerdir. Onların gidişi, gidişlerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları, ahlâkların en temizidir… Onların dışlarındaki ve içlerindeki bütün hareketleri ve durgunlukları, hep nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır.” (Bkz. a.g,e., Sf: 63-64).
Evet, “şeriatın” büyük üstadı İmam-ı Gazali “tasavvuf* konusunda böyle düşünür ve böyle yazar. Çünkü, bunların her ikisi de ayni hakikatin iki yüzü gibidir.
***
İSLÂM TERBİYESİ “BÜTÜNLÜK” İSTER
“Şeriat”, müminleri, dıştan, “tarikat” İçten “disipline ederdi”. Bu sebepten “medrese” ile “tekke ve dergâhlar” arasında bir “çatışma” değil, işbirliği esastı. Nitekim, dinimizin büyük “imamları”, bir taraftan “şeriatın” diğer taraftan “tasavvufun” üstadları durumunda idi. Bilfarz, İmam-ı A’zam Ebu Hanîfe Hazretleri, “fıkıh” sahasında üstad olmakla, kalmamış, zamanının en büyük velîsi olan Câfer-i Sâdık Hazretlerinden iki sene “ilm-i ledün” (ilâhî sırlara dair ilimleri) de tahsil etmişti. Yine İmam-ı Gazalî Hazretleri, bir önceki yazımızda açıkladığınız üzere, diri ve dünya ilimlerinde zamanının en büyüklerinden olduğu halde, kurtuluşu “tasavvufta” bulmuştu.
Öte yandan, bütün İslâm Dünyasında “İkinci binin yenileyicisi” olarak tanınan yüce velî İmam-ı Rabbani Ahmed Farukî Hazretleri, “Şeriat” ve “Tarikat”ın bölünmez bir bütün olduğunu belirttikten sonra, “tasavvufun”, ancak “Şeriat” çizgisinde gelişebileceğini açıklar. Ona göre “Şeriata uymayan kimse Allah’a kavuşamaz.” (Bkz..273. Mektup) yine ona göre “Şeriattan kıl kadar ayrılan kimsede, ahval ve mevacîd hâsıl otursa, bu istidractır”. (Bkz. 78, 112, 184, 266, 273, 280, mektuplar).
Bununla beraber, itiraf etmek gerekir ki, İslâm dünyasında bu hakikat, zaman zaman unutulmuş, yahut ihmal edilmiştir. Veyahut “ard niyetli” bazı çevreler İslâm’ı parçalamak üzere “medrese” ile “tekke”nin, daha doğrusu “şeriat” ile “tarikatın” arasını açmak istemiş ve ıstırapla belirtelim ki, çok defa da başarılı olmuşlardır. Böylece İslâm dünyasında, zaman zaman “tasavvufu inkâr eden şeriatçılar” (!) ve “şeriatı İnkâr ve ihmal eden tarikatçılar” (!) meydana getirebilmişlerdir. Bu sürtüşme asırlarca devam etmiş ve çok zararlı olmuştur.
Sevgili şairimiz Yûnus Emre, bu bölünme ve çatışma karşısında hayrete düşmüş ve duygularını şöylece dile getirmiştir:
Mumsuz baldır şeriat,
Tortusuz yağdur tarikat,
Dost için balı yağa,
Pes niye katmayalar?
Görülüyor ki, Yûnus Emre de tıpkı İmam-ı A’zâm gibi İmam-ı Gazalî gibi, İmam-ı Rabbani gibi “Şeriat ve tarikatın birbirine karşı olmadığını, bunların birlikte yürümesi gerektiğini en iyi bilen ve söyleyen gerçek bir müslümandır”. (Bkz. Yûnus Emre Divanı, Faruk K. Timurtaş, Tercüman 1001 Temel Eser, Sf: 31).
Biz, müslümanların “şeriatçı” ve “tarikatçı” diye bölünmesini, büyük bir ıstırapla karşılarız. Tarihimizden öğrendiğimize göre tasavvufu reddeden “şeriatçılar” (!) yobazlıkla, şeriatı reddeden “tarikatçılar” (!) da zındıklıkla İtham edilmişlerdir. İş, bu kadarla da kalmamış, bu durum, “medreselerin”, hem de “tekkelerin” soysuzlaşıp yıkılmasına müncer olmuştur. Oysa sağlam, başarılı ve geçerli bir din terbiyesi, “şeriat” ve “tarikat”ın dengesi üzerine kurulabilirdi. Nitekim, bunu başarabildiği zaman İslâm Dünyası, büyük bir dinamizm içinde inkişaf ediyordu. Asla unutmamak gerekir ki, İslâm Terbiyesi sisteminde “kafanın, gönlün ve etin terbiyesi” birlikte yürütülür.
“Türk-İslâm medeniyetinde, “Cami” mihveri etrafında kurulan “külliyeler”, hem “din ve dünya ilimleri”nin, hem “ruh ve beden terbiyesi”nin, hem de “şeriat ve tasavvuf hayatı”nın, bir bütün teşkil ettiği ulu müesseselerdi. Osmanlı Türk’ü, başarısını biraz da bu dengeyi sağlamak suretiyle kurabildiği kadrolara borçludur. Bugün bile, bu terbiye sisteminden çıkaracağımız pek çok ders vardır.
***
TERBİYEDE “MEDRESE VE TEKKENİN ROLÜ
Tarihin her döneminde, kitleleri sevk ve idare eden “fikir ve inanç akımları” mevcut olmuştur. Yani her devirde ideolojiler vardır. Hatta, kesin olarak İddia edebiliriz ki, bugün mevcut bütün “dinîn ve “felsefi” ideolojilerin, binlerce seneye varan kökleri ve izleri vardır. Açın “dinler tarihi”ni, açın “felsefe tarihi”ni, bunu göreceksiniz.
Tarih bize diyor ki, her’ devirde “İnananlar” ile “İnanmayanlar”, “çok tanrıcılar” ile “tek tanrıcılar”, “materyalistler” ile “idealistler” ve bunların arasında yalpalayan “akımlar” mevcut olmuştur.
Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’den apaçık öğreniyoruz ki, “tevhid inancı”, ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem’den başlayarak, Şanlı Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’e kadar ve O’ndan da günümüze kadar savunulagelmiştlr. (Gelmiş geçmiş bütün peygamberlere ve Şanlı Peygamberimize binlerce salât ve selâm olsun). Bunun yanında hemen belirtelim ki, yine bütün devirler boyunca, bu şanlı peygamberler silsilesine “muhalefet” eden kişi ve zümreler de mevcut olmuştur. Durum, bugün de aynıdır.
İşte, İslâm Terbiye Sistemi, 1400 seneden beri, bu gerçeği bilerek “maarif”ini kurmaya çalışmıştır. Gerek “medreseler” ve gerek “tekkeler”, hep bu şuurla, yani “tevhid inancı”nı savunmak üzere teşkilâtlanmış bulunmaktadırlar. “Medreseler”, sistemli bir tâlim ve terbiye programı ile genç nesilleri “İslâmî” ve “dünyevi” ilimlerle teçhiz edip “mukaddes ideoloji”nin hizmetine verirken, “tekkeler”, genç, yaşlı, okumuş, okumamış bütün halk kitlelerini, “tasavvuf halkası”nda toplayarak yüce İslâm’ın “tevhid bayrağı” altında, öbek öbek, bir aşk ve gönül ordusu biçiminde teşkilâtlandırıyordu. “Medrese” ve “tekke”, kitleleri kucaklayan iki kol gibiydi.
Bilirsiniz, tasavvufa göre, İlâhî aşkı temsil eden en büyük kahraman şanlı Peygamberimiz Hazret-I Muhammed’dir. (O’na binlerce salât ve selâm olsun). Evet, “tasavvufun” yüce kaynağı O’dur. Ondan “İlm-i ledün”nü (İlâhi sırların ilmini) öğrenen yüce “sahabî kadrosu”, bu aşkı, kendi kaabiliyeti ve mizacı içinde dile getirdi ve yaşadı. Bütün “sahabî kadrosu”, bu aşk ile dolu idi. Lâkin, her ne hikmetse tasavvufta “iki kolbaşı” teşekkül etti. Bu kol başlarından ilki, yüce sahabî Hazreti Ebubekir, ikincisi de yüce sahabî Hazreti Ali’dir. (Allah, her ikisinden de razı olsun). 1400 senedir, “tasavvufun altın zinciri”, bu “iki kolbaşından” zamanımıza kadar “çift faz” halinde, bir diğerine paralel olarak gelebildi. Bu sebepten, İslâm’da tarikatlar, ya yüce sahabî Hazreti Ebubekir’in içli ve sessiz mizacına uygun olarak “içten içe kaynayan” bir iman ve ahlâk yolu, yahut yüce sahabî Hazreti Ali’nin coşkun ve hareketli mizacına uygun olarak “kaynayıp taşan” bir iman ve ahlâk yolu biçiminde teşkilâtlanarak müminleri cezbetmeye başladı.
Böylece İslâm dünyasında, teşekkül eden tarikatlar, Şanlı Peygamberin “sünnetinden kıl kadar inhiraf etmeksizin”, kitleleri terbiye etmeye başladı. İslâm dünyasında hem “Şeriat-ı Muhammediyye”nln, hem “Tarîkat-ı Ahmediyye”nin sırlarını varlıklarında taşıyan büyük üstadlar ve mürşidler yetişti. Bunların, her biri, başlı başına birer “mektep” gibi hizmet ettiler. Asırlarca cemiyete ruh, iman, aşk, ahlâk, dayanışma ve dinamizm pompaladılar. Her türlü sınıf ve imtiyaz farkını reddederek “sultanlarla çobanları”, İslâm kardeşliği şuuru içinde erittiler. Bütün müminleri, Şanlı Peygamberimizin emirlerine uyarak “bir tarağın dişleri gibi” yanyana getirdiler. Büyük ve gerçek mürşidler mevcut olduğu müddetçe “tekkeler” böyle çalıştı. Fakat, herşey gibi, tasavvuf da “sahte mürşidler”in ve “ehliyetsiz kimseler”in ellerine geçince, yer yüzünden çekilmeye başladı.
Yazık ki, ne yazık!…
***
PEYGAMBER SEVGİSİ VE TASAVVUF
Rabia-tül Adviye, İlâhî aşk ile dolu olduğu bir deminde, güya şöyle diyormuş: “O kadar Allah ile doluyum ki, gönlümde O’ndan başkasına yer kalmadı.” Kendisine, Peygamber sevgisi hatırlatılınca, yine “Hiç kimseye yer kalmadı”, cümlesini sayıklamakta devam ediyormuş. Rabia Hatun’un bu şuursuz “aşk çığlıkları” karşısında, ne düşündüğü sorulan büyük veli İmam-ı Rabbani Hazretleri, bu sözleri, muhteşem imanının ve apaydınlık şuurunun süzgecinden geçirerek: “Rabia Hanım, aşk sarhoşluğu içinde konuşmuştur. Yoksa, o, Peygamber sevgisinin ne demek olduğunu bilirdi. Allah’a yemin ederim ki, ben Şanlı Peygamber Hazret-i Muhammed’İn (O’na salat ve selâm olsun), Allah’ına tapınmaktayım” mealinde bir cevap vermişlerdir.
Bu cevap, o kadar muhteşemdir ki. onu, öğrendikten sonra, “tasavvuf” ile ilgili Idıpkimiz, allak bullak olmuştur. Tasavvufun aradığı “hakikatin” ancak, “Peygamber Sevgisi” ile elde edilebileceğini, böylece öğrendik. “Beni kendi nefsinizden daha fazla sevmedikçe, tam iman etmiş olmazsınız” tarzında beyan olunan hadisin sırrını bu cevaptan sonra çözdük. Peygamber Sevgisinin “İlâhi aşkın mihrabı” olduğunu bu cevapla kavradık. Yüce Kitab’ımızda “Allah ve Resulüne İtaat ediniz” emrinin, neden ısrarla tekrarlanmış olduğunu daha iyi idrak ettik. Bu cevapla tasavvufta, en yüksek mertebenin “kulluk makamı” olduğunu, “ef’al-ı mahlukun, ef’al-ı Hûda, olmadığını” öğrendik. “Enbiya’nın sebeplere yapışarak” yalnız Allah’a “kul” olmakla şereflendiklerini ve Ashab-ı Kiram’ın “Resul-ü Ekrem’in sevgisinde fâni olduklarını” gördük.
Böylece anladık ki, “fenâfirresûl” olmadıkça “fenâfillah” olunmaz. Resûl-ü Ekrem’e “vâsıl” olmadıkça “vuslat” mümkün değildir. Şanlı Peygamberin “cemalinin” hasreti duyulmadan “cemallullah” ele geçmez. Meğer “tahkik-i iman”, Son Peygamberi “taklit etmekmiş”. Meğer “Mi’raç”, O’nun ayak izlerini takib etmekmiş; meğer “seyr-î afâki”,. “seyr-i enfüsi” ve seyr-i mutlak” O’nun mâcerası imiş; meğer “kavs-ı uruc” ve “kavs-ı nüzul” O’nun hayatı, Meğer “rü’yetullah” O’nun idraki imiş. Meğer tefekkür, aşk, cezbe, kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ hep O’nun halleri ve durakları imiş. Meğer O, “âlemlerin serveri” ve İlâhi aşkın “ufku” imiş…
Meğer Hazret-i Ebubekir, Peygamber Sevgisi ile “ikinin biri” olmuş ve “sıddıkiyet” mertebesine yükselmiş; Hazret-i Ömer, o sevgi ile “adaletin sırrını” çözmüş ve “farûkiyet” makamını elde etmiş. Hazret-i Osman bu yüce sevgi ile “İki Nur’u” kucaklamış ve “Halilullah’a” benzemiş. Hazret-i Ali, bu aşk ile “Resulün kardeşi” ve “Ehl-i Beytin Reisi” olmuş Hazret-i Musa ile Hazret-i Hârun arasında mevcut olan sırrı, Şanlı Peygamberimiz ile paylaşmış.
Sonra, yüzbinlerce Sahabî ve onların ardından bugünlere kadar gelen milyarlarca mümin, bu sevgi ile kurtuluşun yolunu bulmuş, hidayetin lezzetini tatmış, Bir an için, bu sevgiyi “yok”’ farzedin, ne İslâm katır, ne iman, ne aşk, ne vecd…
Bizim medeniyetimiz, “Peygamber Sevgisi” üzerine kurulmuştur. Mimarlar, şairler, mütefekkirler hep bu sevgiden güç aldılar. Şair Fuzulî bu sevgi ile “Su” kasidesini yazdı; ‘Mevlâna Celâleddin-i Rumi “Mesnevisini” bu sevgi ile dile getirdi. Daha niceleri ile birlikte Yûnus Emre, bu sevgi ile yanıp tutuştu. Bu sevgi var oldukça, müminler, huzur, güven, aşk ve vecd buldular. Aksine, bu sevgi zayıfladıkça da kinin, gayzın ve intikam duygularının girdabında perişan oldular.
Müminler, “dara düşünce”; bir Yûnus çıkıp bu sevgiyi gönüllerde diriltmeye çalıştı. Başarılı olunca da cemiyet,
“yeniden hayat buldu.” Aşağıdaki mısralar, böyle bir Yûnus’undur:
“Canım kurban olsun, senin yoluna.
Adı güzel, kendi güzel Muhammed.”
(O’na salat ve selâm olsun).
***
TARİKATLAR VE MİZAÇLAR
İslâm’da “tasavvufun kaynağı” bizzat Şanlı Peygamberimizdir. Lâkin, onun iki yüce arkadaşı, Hz, Ebubekir ve Hz. Ali, ondan aldıklarını, aynen kendisinden sonrakilere devrederken, imanda ve inançta bir olmakla birlikte, iki ayrı mizacı da temsil ediyorlardı.
İkisi de dost ve ikisi de Şanlı Peygambere akraba olmakla birlikte, mizaç itibarı ile hayli farklı idiler. Yüce Peygamberin kayınpederi olan Hz. Ebubekir, bir bakıma “içe dönük”, damadı olan Hz. Ali ise bir bakıma “dışa dönük” bir mizaç taşıyorlardı. Biri, aşkını ve vecdini “gizlemeyi”, diğeri ise “açığa” vurmayı severdi. Biri (Hz. Ebubekir), “zikr-i hafî”yi (Allah’ı, sesli olarak anmayı) tercih ederdi. Biri dualarını dahi, “dudak kıpırdanması” biçiminde yaparken, diğerinin feryad û figanından yer gök titrerdi. Biri gözyaşlarını içine akıtırken, diğeri sel gibi dışa vururdu.
Birgün, Şanlı Peygamberimiz, böylece sessiz sessiz dua eden Hz. Ebubekir’e sordu: “Niçin, bu kadar sessiz dua ediyorsun?”, yüce Sahabî cevap verdi: “Allah’tan öyle şeyler diliyorum ki, melekler bile işitsin istemiyorum”. ’
Birgün de, büyük aşk ve vecd adamı yüce Sahabî Hz. Ali ve “Size deli denmedikçe tam iman etmiş olmazsınız” demişti. Daha sonraları biri, Hz. Ali’ye “Sen delisin!” demişti de, Hz. Ali, bu hadîsi hatırlamış, coşarak ayağa kalkmış, sevinçten sema yapmıştı, Sebebi sorulduğunda, yukarıdaki hadîsi, aşkla ve vecdle okumuştu.
Söyler misiniz Tasavvufta, dinî aşk ve heyecanın yaşanması ve ortaya konması halinde, siz, Hz. Ebubekir’in mi, yoksa Hz. Ali’nin “üslubunu” mu tercih edersiniz? Bize göre, ikisi de güzel, ikisi de muhteşem ve İkisi de tercih edilmeye değer… İkisi de aynı dînin, aynı imanın ve aynı aşkın adamıdır. Aralarındaki tek fark, “mizaç” farkıdır. Nitekim, bunlardan birini tercih etmekle her insan bir bakıma mizacını ele vermektedir.
Hemen belirteyim ki, ben, herhangi bir tarikata bağlanmadım ve bağlanmayı da düşünmedim. Lâkin, böyle bir mecburiyetle karşı karşıya kalsa idim, ne yapardım, bilmem. Bu iki yüce sahabînin de “mizacına” ve “İslâmî yaşama biçimine” hayranım. Ben, galiba, her ikisi arasında yalpalayan bir mizaca sahibim. Kendimi, bazen Yüce sahabî Hz. Ebubekir’in, bazan kendimi, “Allah’a “sessizce”; bazan da büyük bir “coşkunlukla ve sesli” olarak yalvarır buluyorum. Bilmem, sizler de böyle misiniz? Yoksa, bütün ömrünüz boyunca hep “sessiz ve gizli” duayı mı, yahut “açık ve coşkun” olanını mı tercih ettiniz?
Gerçekten, ikisi de güzel… İkisi de tercih edilebilir. Nitekim, İslâm dünyasındaki “tarikatlar”, “bu tercihler etrafında toplanmış bulunuyorlar. Yanılmıyorsam, Hz. Ebubekir’in “zikr-i hafi” (gizli zikir) çizgisini takip eden tarikatlar, şu adlarla anılmaktadırlar: Tayfuriyye, Yesevîye, Hakikî Bektaşiyye, Nakşibendiyye, Aharîyye, Ahmediyye. Halimiyye… öte yandan, Hz.. Ali’nin “zikr-i cehri” (açık zikir) çizgisinde bulunan tarikatlar da şunlardır: Kadirî, Şazilî, Sa’dî, Rufai, Gazâliler, Kübrevîler, Sühreverdiyye, Edhemmîyye, Çeştîyye, Mevlevîyye, Bayramîyye, Celvetîyye, Halvetiyye…
Bugün, ülkemizde “tarikatlar” ve “tarikat faaliyetleri” yasaktır. Nitekim, bu işin gerçek erbabı da kalmamış gibidir. Gençlerimizin, kendilerini, bu konunun madrabazlarından ve şarlatanlarından koruması gerekir. Lâkin, hemen belirtelim ki tarihimizde tarikatlar fonksiyoneldi. Yalnız, ferdî mizaçları terbiye etmez, cemiyete hayat verirdi.