SALİCAN CİGİTOV DA BIRAKIP GİTTİ
Hüseyin ÖZBAY
Dokunmalar, Kurgan Edebiyat, s.126-137
Kahkahalarını şimdiden özledim Hoca’m!
Öğle sularında Kırgız Türk Manas Üniversitesi Türkoloji Bölümündeki odama gelince çok acı bir haberle karşılaştım. Salican Cigitov Hoca’mız vefat etmiş. Tarih 11 Şubat 2006, Cumartesi. Haber vermeden uçmuş gitmiş bu ilginç Hoca. Hayatta yaptıklarına benzer bir şekilde.
Son nefesini verirken ne dedi, soluksuz da olsa güldü mü acaba? İlk duygum olarak şunu söyleyeyim ki belki onu da unutacağım ama içimde daima bir boşluk kalacak ve gizliden gizliye, derinden derine sesini, şarkısını ve kahkahalarını duyacağım.
Men köz cumsara, çarık düynö soo kalar. / Mıın albay cer öz ogun aylanar. / Tamak içip, / Emgek kılıp, / Cer basıp, / Soo cürgöndön artık bakıt kayda bar.
1961 yılında hastanede iken yazdığı bu şiir rahmetli Hoca’nın ölüm ve hayat diyalektiğine getirdiği kendine has bir yorum. “Ben göz yumsam, aydın dünya sağ kalır; ben nefes alamadığımda felek yine döner durur.” “Soo cürgöndön artık bakıt kayda bar?” (Sağlıktan fazla baht nerde var?) mısrası Kanuni Sultan Süleyman’ın meşhur sözünü hatırlattı bana: “Halk içinde yoktur muteber nesne devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
“Men köz yumsam.” dedi ve kırkbeş yıl sonra gözlerini yumdu. Üniversitemiz için, Kırgızistan için, bölge ülkeleri ve Türkiye için büyük kayıp. Allah rahmet eylesin büyük Hoca’m, sevgili dostum, altın köprümüz.
Rahmetli Hocamız Salican Cigitov’un yokluğuna hemen alışacak mıyım? Aslında yokluğuna tezelden alışmak onsuz da olur, mantığıdır.
Onsuz olur ama onun gibi olmaz. Unutmamak gerekir. Unutmak onun büyük hayatını, bütün edip eylediklerini hükümsüzleştirmek, değerli anılarını yok etmek gibi gelir bana. En azından kendisinin unutulup eserlerinin anılması için zaman geçmesi gerekir. “Eserleri yaşıyor.” demek biraz unutmayı örtmek için kullanılan bir söz gibi geliyor bana. Bir efekt yapabilseydim fondan onunkine benzer kahkaha dinletirdim.
Bir insanın eserleriyle yaşaması aynı tadı verir mi? Gelecek nesiller için geçerli olabilir bu. Bizden çok önceleri bu dünyada yaşamış bir insanın hayatına eserleriyle fazla iştirak edemeyiz. İştirak bizzatihi yaşantıya katılmakla gerçekleşir sanıyorum. Aslında her eser bir soyutlama çok yönüyle, Yorum da olsa böyle. Araya dil giriyor, dilin götürebildiği yere kadar gidebiliriz burada. Dilin derin yapısı ile yazarın arka planı zamanla görülüp anlaşılmayacak kadar yabancılaşabilir veya bilinmezleşebilir bize. O zaman eser de gömülür sahibi gibi toprağa. Ya da derin mahzenlerde kalır can kokusu, yürek tohumu yazılar. Yazarın çocuğu olan, yazarın ürünü olan hatta yazarın kendisi olan yazılar, mahzenlerde, yer altı mağaralarında nemlenir çürür. Gerçekten bir yok olma, bir felakettir bu. Kendisi değil duygusu bile bir şok. Çürütücü, yok edici bir kahır. Bilmiyorum ama bunun için bir teselli veya avunma gibi geliyor bana “Eserleriyle yaşıyor.” yargısı. Kurgu bilimin önerdiği gibi eserlerde ve resimlerde yaratılanlar hareketlenip canlanıverse. Eser ya da senaryo bitene kadar da olsa bu ne iyi olurdu. O zaman herkes bir şey bırakıp giderdi bu dünyadan. O zaman herkes okur ya da seyrederdi çekip gidenleri. O zaman edebiyat, sanat ve hayat faaliyetleri şimdiye göre. Akıl almaz derecede artardı. O zaman kalitenin testini bir- takım güdümlü jüriler değil nesillerin bireysel ve ortak vicdanları yapardı; zaman, tarih, ahlak, estetik ve felsefe olurdu. Her yaptığımız ya da yazdığımız bir gün gelir de canlanır olsaydı kim gelişigüzel makale yazabilir, kim kimi kandırabilir kim kimden intihal edebilirdi ki? Kim?
Özgön’ün etrafı büyük kavak ağaçlarıyla sarılı yüksek bir geçidinde oturup sevdiklerinin arkasından Elegiya’sı ile ağlayan Salican Hoca’yı birden o hâletiruhiye içinde görebilsek ne kadar etkili olurdu değil mi? Kendisi ve dostları için her zaman kahkahalar atan bir insanın üzüntüler içinde kavak ağaçlarından çıkan ve rüzgâra karışan o garip “doğal senfoniyi dinlerken gözlerinden yaş akıtması ne etkili melodram olurdu! Elegiya aslında bu melodramı şiiri. Şimdi düşünüyorum da keşke Hocanın sesinden bu şiiri dinleyebilseydiniz Kim bilir belki bir yerlerde okunurken kayda alınmıştır.
Ben daha Kırgızistan’a gelmeden Hoca’yı duymuştum. Bişkek’ten Türkiye’ye dönen bütün arkadaşlar ondan hayranlıkla söz ettiler. Bişkek’e gelince tanıdım ve ben de hayran oldum. Seçkin vasıfları vardı. Sovyet sisteminde yetiştiği hâlde “goygoycu” değildi. Doğrulan kendine özgü bir üslupla söylüyordu. Dobraydı dobra Hoca. Demokrat bir kafa taşıyordu. Bayağılıklara, rezilliklere, kirlenmelere, kültürel, bilimsel ve siyasal dalkavukluklara, bireysel toplumsal ve küresel yanılsatmalara şiddetle karşıydı. Doktrinci dogmatik sistemlerin beslediği gülünç insan davranışlarını ve iletişim tuhaflıklarını, mizahi zekâ ile alaya almasını çok iyi beceriyordu. En sıkıntılı konulan bile neşeyle, bir nevi terapik bir etkiyle verebiliyordu. Espri gücü yüksekti. Bilgi altyapısı sağlamdı. Bilgisi olmadan düşünce üreten demagoglara benzemiyordu. Her şeyi bilgisi, görgüsü ve deneyimleri üzerine bina ediyordu.
Hoca’ya eleştiri yakışıyordu. Zor düşünceler onda yumuşuyordu. Bomba gibi bir fikir ve fıkradan sonra birbiri peşine kahkahalar atardı. Ben bundan çok hoşlanırdım. Geçen yıl bir Hoca’mız, kendisiyle de doğrudan ilgisi olmayan bir konuda kıyamet kopacakmış gibi asık suratla ve ağlak gözlerle bir şeyler söyleyince “Durun Hoca’m, Allah aşkına durun; ne bu hâl; ne olursunuz bunu gülümseyerek anlatın. Baksanıza Salican Hoca’mıza, kahkahalar ne de yakışıyor ona!” demiştim. Hoca, bunun üzerine gülümsemiş ve bütün sıkıntısı dağılmıştı. Ağır düşünceleri, bir insanı ve muhakkaktır ki kendisini de yoran, bıktıran, konulan, problemli bir uçağın bozuk bir havaalanına yumuşak iniş yapabilmesi gibi sevecenlikle anlatırdı. Rahmetli Hoca’nın bu jestlerini sadece bir anı olarak hatırlamak değil de eğitim ve öğretimde yöntem olarak kullanmanın çok gereğine inanıyorum.
Çünkü stresten çok şikâyet ettiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Bir kasılma içinde yok olanlarımız çok. Yaşarken çenelerimiz kilitleniyor, kaslarımız sıkılıyor, dişlerimiz gıcırdıyor. Şu soruyu sormanın yeridir: Acaba stresi kendimiz mi yaratıyoruz? Çok şey görmüş, çok şey yaşamış, Sovyet disiplini ve baskısından çıkmış Salican Hoca, bilgisini ve tecrübesini “asık surat”ına alet etmiyor, kaşlarını çatmıyordu. Onun kahkahası, “Ben varım, daha bitmedim.” mesajını da veriyordu. Onu dinleyenler dertlere payanda olmaktan vazgeçerlerdi. Boğaç Han hikâyesinde olduğu gibi. Boğaç Han ile boğa denk güçle birbirlerine âdeta destek olurlar. Oysa onlar o esnada büyük bir enerji sarf ederler. Büyük bir enerji sarf ederken hiçbir şey yapmamak gibi bir garabetin farkına varan Boğaç Han birden boğanın boynuzunu bırakıp yana çekilir. Boğa sarf ettiği kuvvet doğrultusunda yere yuvarlanır. Boğaç Han hem boşuna enerji sarf etmekten kurtulur hem de boğanın sırtım yere getirir. Sorunları devleştirip sonra altında kalan ve ümitsizlik hatta karamsarlığa düşen nice insan var bu dünyada.
En azından ben böyle algılıyordum. “Ne olursunuz Hoca’m beni kahkahalarınızdan mahrum etmeyin!” diyordum.
Türkiye’de bir ara “Müslümanlar neden asık suratlılar?” diye bir soru atılmıştı ortaya. Çok yerinde bir soruydu bu, daha doğrusu sorgulama. Evrensel bir neşe ve hayat dini, nasıl olurdu da mızmızların ve verem renkli kahır insanlarının biteviye mezamir gibi zikirlerine dönerdi. Uzayıp giden tek bir sesin kıyamet borusu gibi çalıp durması, kimin adına, ne için ve ne umut edilerek yapılıyordu sanki?
Bilginin, endişenin ve belki de kahrın yumuşatılarak nasıl bir rahata ve umuda dönüştürüldüğünü Hoca’dan çok iyi öğrendim, ben. Bilginin ve tecrübenin değil onu nasıl kullandığımızın daha önemli olduğunu da Hoca’m herkese gösteriyordu. Alabilene ve anlayabilene tabii ki.
Rahmetli Hoca’mız geçen yıl Sosyal Bilimler Enstitüsünün müdürlüğünü yapıyordu. Enstitü merkez binadaydı. Hoca, dersleri olduğu zaman Türkoloji Bölümüne uğruyordu. Ama her gelişinde az bir zaman için de olsa odama gelip hâl hatır sorardı. Ben hemen ayağa fırlardım. Saygının yanında Hoca’yı lafa tutup biraz daha kalmasını sağlamak için de hareketlenirdim. Ayaküstü muhakkak ders alacağım veya en azından bilgileneceğim bir şeyler anlatır ve kahkahasını patlatırdı. “Sizi görünce moralim yükseliyor Hoca’m.” derdim. O güle güle diğer odalara giderdi.
Bu yıl büyüğümüzün bölüm başkanımız olduğunu öğrenince çok sevinmiştim. Hoca için, müdürlük, bölüm başkanlığı önemli değildi. Ganiydi Hoca. Rahatsızlığı ona belki hiç birimizin fark edemediği bir terkidünya felsefesi ve tavrı aşılamıştı. Daha çok göreceğim diye sevinirken Hoca’yı daha az görmeye başladım. Hoca’nın sağlığı onu zaman zaman kilitliyordu. Onun hastalığıyla ilgili ilginç bir anektot anlatılır:
Ben Kırgızistan’a gelmeden önce Salican Hoca tedavi için İzmir’e yollanmış. Rektörümüz onu teşvik etmiş, yardımcı olmuş ve İzmir’de iyi bir tedavi görmesini sağlamış. İzmir’de, Ege Tıp Fakültesinde Hoca için konsültasyon yapılmış ve ameliyat kararı alınmış. Ameliyat olmadan bir gece önce Hoca bir rüya görmüş. Eşi “Bişkek’e dön, mezarın oralarda kalacak, hadi ne duruyorsun, herif?” demiş. Bu rüya üzerine Hoca ameliyat olmaktan vazgeçmiş ve Bişkek’e dönmüş. Aslında bana göre rüyayı bahane ederek kaçmış Hoca! Böyle zararsız kurnazlıkları da varmış yani. Kemal Gök’ün anlattığına göre rafine edilmemiş ayçiçeği ile votkanın özel karışımından hazırlanmış bir ilaç kürüne devam etmiş. Anlatılanlara göre ilacın bazı yararlarını görmekle birlikte geçen yıl yaza doğru Bişkek’te ağır bir ameliyat geçirdi. Nasyonal’de kendisini ziyaret etmiştik. Ameliyat dikişleri daha sökülmemiş durumda Hoca yine gelenlere latifeler yapıyor ve eskisi kadar kuvvetli olmasa da kahkaha patlatmaya devam ediyordu. Bazen bir çocuk gibiydi. Salican Ağa’yımız. Bütün davranışları umulan ve beklenilenin dışında ama yeni bir tarz ve yöntem içeriyordu.
Uzun zaman hastahanede kaldı. İlk yattığı yer iyi değildi. Daha sonra Senatoryum’a geçti. Bir ara nekahat döneminde Alarça’ya, âdeta terapik bir besiye çıktı Hoca. Alarça’da kime aitse bir Daça’da taze beygir sütü ve kımız içti. Dönünce bayağı tazelenmiş göründü gözüme ve bunu kendisine söyledim. Belki de kendisine dönük yaşamayı denemek ve bir nevi kaçış idi bu çekiliş.
Yaklaşık bir buçuk ay önce rahatsızlığını söyleyerek izin almış ve hastanede yatmıştı. Vefatından bir hafta önce bölüme geldi. Çok zayıflamıştı ve hâlsizdi Hoca. Anlatılanlara göre ders yapmak istemiş ama gücü yetmemiş. Böyle yüksek bir sorumluluğu ya da işine sevgisi vardı bu çılgın Hoca’nın.
Bu yıl Ata Manas Salonu’nda mutat yeni yıl kutlaması yapılmıştı. Rektör Vekilimiz Seyfullah Bey, heyecanlı bir şekilde ve defalarca tekrarlayarak kendilerinden habersiz iki şahsa hizmet ve teşekkür beratı vermek için gizlice karar aldıklarını salona duyurdu. Bunlardan biri birinci rektörümüz Karıbek Moldabayev, İkincisi ise Salican Cigitov idi. Salican Cigitov da kuruluşundan bugüne kadar Manas Üniversitesine bağlı kalmış, ona hizmet etmiş ve altın köprülerin oluşumuna çok değerli katkılar sunmuştu. O gece Hoca ödülünü almaya gelememiş hanımını göndermişti. Hanımı sahnede ödül alırken salondan kopan alkış bu büyük Hoca ile ilgili unutulmaz bir kadirşinaslık örneğiydi. Rahmetli Hoca’nın vefatından önce bu şekilde hatırlanması ve teşvik edilmesi vefa adına, insanlık adına güzel bir düşünce hatta şimdi anlaşılıyor ki bir büyük moraldi. Ben öyle sanıyorum ki son günlerinde bu ödülün manevi zevkini gönlünce tatmıştır Hoca’mız.
Kendisi de vefalıydı Hoca’nın. Gerçekten güngörmüş biriydi. “Ganiydi.” demem bundan. Aurası kuşatıcı çelebi bir insandı.
Hoca bilgisini ve tecrübesini sempatikleştiriyordu. Ondaki bilginin sevimliliği, onu kültürel bir vitamine evriyor ve ve içselleştiriyordu. Çok önemli bu. Bazı bilgi obezlerine karşı, bilgiyi demoklesin kılıcı gibi kullananlara karşı Hoca bir güçlü dirençti. Toplantılarda asık suratlı erişilmez bilim adamı rolüyle dalga geçer gibi kalkıp şarkı söylüyor ya da şiir okuyordu. Ata Manas’taki 2005 yılbaşı şenliğinde sahneye çıkmış ve Dağıstanlı meşhur Şair Resul Gamzatov’un aşk şiirini harika bir vücut dili ve ses tonuyla okumuştu. Fakülte yemeklerinde hiç nazlanmadan çıkar opera aryalarına benzer şarkılar okur, dans ederdi.
Yani hoştu Hoca. İnsanı sıkmazdı. Barut gibi bilim adamlarından değildi. Ben, “Bilim ciddiyet ister.” diye diye ciddiyetle basmakalıbı, skolastiği ve baskıyı karıştıran nice allameler gördüm. Hele birini hatırlıyorum ki astığı surattan ipler kopardı. Çok şey değil bir şey bilmediğini gizlemek için çok ve ilginç şeyler bildiğine dair komik tevillerle kendi kendisinin propagandasını yapanları gördüm. Bu tipler, görünürde büyüttükleri kişiliklerinin ne kadar küçük olduğu anlaşılmasın diye arayı kasten açarlardı. Dalkavuk veya goygoycu talepkârlıklarının derin sebebi de buydu. Goygoycu kaliteyi değil çıkara yönelik yaptırımları ne olursa olsun alkışlardı. Dikkat edilirse böyle sahte yükseltilerin yayılmasını etraftaki goygoycu ve kabiliyetli dalkavuklar sağlarlar.
Hoca, böyle değildi. Aslında biraz daha frene basarak hareket etseydi çok daha makam ve para sahibi olurdu. İyi ki böyle yapmadı Hoca, çünkü o zaman bizim kalplerimizde makamı olmazdı. Ben onu hatırlamaz, saymazdım o zaman. O zaman o gerçekten ölmüş olurdu. Yani yok olurdu. Hoca’yı hatırlatacak şeyler onun yaşarken belki, bazılarınca beş para etmeyen erdemleriydi..
-AYTMATOV HAKKINDA-
Hoca’nın Aytmatov’la ilgili bir yazısını okuyunca (Doğumunun 75.Yılı İçin Armağan, Cengiz Aytmatov Edebiyat Meydanında Yeni Yeni Boy Gösterdiğinde) yeni bilgilere sahip oldum. Aytmatov’un edebiyat dünyasına nasıl ayak bastığını, kimler tarafından teşvik görüp kimler tarafından silinmek, yok edilmek istendiğini Hoca, örnekleri ve belgeleriyle çok iyi anlatmıştı. Elbette Türkiye’de eserleriyle tanıdığımız Aytmatov’un edebî macerası benim için ilgi çekiciydi. Arka plan ve derin yapı (aysberg) gerçekten önemlidir. Yargıların bir mahkûmiyete dönüşmemesi için muhatap şahsın çok iyi tanınması ve bellenmesi şarttır. Doktrinci politik bakışın arkasına saklanıp ne naneler yendiğini ve edebî gerçeklerin nasıl kepaze edildiğini, bir kere daha o hâllere düşmemek üzere öğrenmek ve ders çıkarmak gerekir. Salican Hoca, bu dersin büyük Hocasıydı. Engin ve derin bilgisini harika bir mizahi üslupla kullanıyor ve dinleyenin belleğinde yer ediyordu.
Onunla bir gün fakülte çıkışından marşrutka (dolmuş) durağına kadar yürüdüm. Ara ara Aytmatov’la ilgili kısa vurucu ve düşündürücü eleştirilerini ve yargılarını da bildiğim için Hoca’yı bu yürüyüşte yine aynı mindere çektim.
Aytmatov’un Türkiye’de sıkı bir Turancı kimliği sergilediğini, Türkiye Türkçesinin ortak yazı dili olmasını savunduğunu aynı düşünce ve tutumu Kırgızistan’da ve başka ülkelerde pek göstermediğini hatırlatarak kışkırttım Hoca’yı. Bu keşfimi desteklercesine “Aytmatov kendisini çok zeki, başkalarını ise aptal sanıyor.” dedi. Pürdikkat kesildim. Bu büyük Hoca’nın çok iyi tanıdığı, edebî macerasını arka planıyla bildiği bu büyük romancı ile ilgili her sözü, her kaydı benim için çok çok değerliydi. Ona göre Aytmatov roman yazmasını iyi biliyordu. Bunun tekniğini almış ve kabiliyetiyle telif etmişti. Bundan kimsenin şüphesi yoktu. Ama Aytmatov’un romanlarında canlandırılan Kırgız karakterleri ve tipleri gerçek hayattaki Kırgızlara benzemiyordu ona göre. Bu düşüncesine itiraz ettim. “Ama Hoca’m, tabii ki roman kahramanlarında bu farklılık olur. Yoksa roman gerçeğin kaba taklidi olurdu ve işe yaramazdı.” benzeri şeyler söyledim. “Önemli olan itibari (fiktif) yapının romansı karekteri ve verilen mesajdır bana göre.” diye devam edip Hoca’nın damarına bastım. Hoca nezaketen dinledi ama tatmin olmadı. Tabii ki olmazdı. Benim anlattıklarımı o bilmiyor muydu yani? Aslında sosyalist gerçekçiliğin romanda ütopyaya dönüştüğünü ve bu anlayışın bir “romanlık manipülasyon” olduğunu anlatmak istedi Hoca. Aytmatov’un romanlarını okuyanların kafalarında billurlaştırma ile sitilize edilmiş bir Kırgız imgesinin yerleşmesi doğru değildir, görüşündeydi. Öyle şeyler söylüyordu ki bu kısa yol bitmesin diyordum. Bir ara, romancılığı dışındaki Aytmatov’u sordum. “Hoca’m, sizce Aytmatov bir entelektüel mi?” Entelektüel sadece bir kabiliyet ve kalite değil aynı zamanda irade idi. Aytmatov, Hoca’ya göre irade ortaya koysaydı entelektüel olabilirdi. Olcas Süleyman, Soljenitsin vb. Ama Aytmatov “oportünizm”i seçti. Merkezde yer aldı ve akçaya çalıştı. Sadece Kırgızistan için değil bütün Orta Asya ve Asya halkları için çok gerekli olan bir demokratik kültürü yerleştirmek için çalışabilirdi. Bunları yapmadı. Dünya menfaatlerine daldı.
Bunları dinliyor ve hayretten hayrete düşüyordum. Bir büyük bilim adamı, bir büyük eleştirmen, bir büyük sanatçı kimliğiyle Hoca, dünya çapında bir Kırgız yazarıyla ilgili başkalarından pek duymadığım şeyleri söylüyordu.
Kendilerinden menkul bazı şöhretler (politikacı, hoca, bilim adamı, sanatçı veya düşünür) başkalarını hep fethediyor. Bir şöhretin fethetmesi, kolunun kuvvetlenmesi demek. Gerileme çağında Şark dünyasının en büyük açmaz ve gafletlerinden birisi bu. Gerçek ya da yalan bir hayranlıkla fethedilen insanlar, müstemleke bir ülkenin sakinleri gibi esirdir, marabadır. İnsanlara maraba gözü ile bakan bir yazar, düşünür veya bilim adamı artık eleştiri oklarına karşı zırhlanmak ihtiyacını duymaz. Milyonlarca köleye veya marabaya sahip bir ağa, tek bir itiraz görmeden kendisine tabi ve muti insanlar sayesinde kayıtsız kuyutsuz yaşar, her işte her durumda istediği gibi davranır, başkalarını (iradi köleleri) küçümser, ezer geçer ama karşılığında alkış alır.
Salican Hoca, Şark insanındaki ataleti, kaba çıkarcılığı, uyuşukluğu, tembelliği, akılsızlığı, köylü kurnazlığını, onulmaz ve olumsuz bir kaderciliği yerinde tespit ve tahlillerle, zaman zaman ileri gidip acımasız neşterler vurarak eleştiriyordu. Böyle toplumların uyanması için şoklamalar gerekiyordu. Aytmatov bunu yapacak bir güçteydi. Ama Salican Hoca’ya göre o merkeze yaslanıp rahatı tercih etti. Toplumun vicdanı olmadı. Belki olamadı. Hoca “Olamadı.” kısmına katılmıyordu. Olması zaruriydi. Aydınlar yerden mantar gibi bitmiyorlardı. Onları dolaylı veya dolaysız olarak çevre ve toplum yetiştiriyordu. Sosyal bilimler bakımından pekiyi durumda olmayan bir ülkenin aydını “tuzum kuru” diyemez. Şöyle hesap yapmak gerekiyor. Böyle toplumlarda bir aydının yetişmesi için, acaba kaç insanın bilerek ya da bilmeyerek, dolaylı ya da dolaysız yardımı ve fedakârlığı gerekiyor? Aydın aldığının hiç olmazsa bir kısmını geri ödemelidir. Salican Hoca, yüreği yanık bir insandı. Aytmatov için “Küçük ülkenin büyük yazarı.” dendiği gibi Onun için de parelel bir ifadeyle “Küçük ülkenin büyük bilgini.” denilebilir. İşte bu büyük bilgin ülkesini ve Orta Asya’yı ataletten kurtaracak bir rüzgâr estirilmesini istiyordu. Çarkın dönmesi için gerekli hodrosferik enerji o ülkenin Aytmatov gibi, Süleymanov gibi, Çolpan gibi, Galiyef veya Feyzullah Hoca gibi aydınlarıdır.
Bilgi, tecrübe ve meziyet bir toplum ve insanlık için kullanılmasa fosilleşmeye uğrar. Aydın bir “bilgi turşusu” olmamalıdır. Geri ve orta insanlarda ifade edilmesi zor, hatta tehlikeli olan “hakikat”in dünya çapında tanınmış insanlarca, aydın olmanın bir hamlesi ve ceremesi olarak söylenilmesi gerekiyordu. Hiçbir şey birbirinden habersiz, ilintisiz ve ilgisiz değildir. Dünya bir çarhıfelek, dönen ve gösteren bir ayna, bir ontolojik arenadır.
Sevgili Dursun, Orta Asya’da, Manas Üniversitesi merkezli bir entelektüel çevre oluşturma ihtiyacından söz edince “Hayhay, ne güzel olur; ama var mı o kadar entelektüelimiz?” diye sormuştum. O kadar entelektüelimiz yoktu belki ama Salican Hoca benim görüp tanıdığım gerçek bir entelektüeldi. Ama bir entelektüelin zemini bütün bir dünya olduğu hâlde küçük oyunlar ve ayak bağlarıyla buna fırsat bulunamayınca herhâlde içeride biriken düşünce metanı çok şiddetli patlamalara, indifalara sebep oluyordu. Hoca bilgilerini ve düşüncelerini metana dönüştürmemek için aslında içinde çok ince istihzalar taşıyan kahkahalar atıyordu. Bir tavrın, bir mesajın ve bir kültürün kahkahalarıydı bunlar.
Hoca bir ara Kırgızistan’ın Özbekistan büyükelçisi olmuş. Diplomat tarafı da vardı yani rahmetlinin.
Taşkent’teki görevi sırasında düşüncelerini diplomasinin zırhı arkasına saklamamış ve çok meraklı Batılı büyükelçilere bölge ile ilgili bazen komikliğe kaçan şeyleri bile anlatmış. Derdi ki “Canı sıkılan büyükelçiliğime gelip benden bilgi sorardı.” İşte böyleydi Salican Cigitov. Diğer büyükelçiler bölgede ilk defa görev aldıkları için olsa gerek tabii ki Hoca’mıza göre acemi hatta şaşkın hâlde imişler. Hoca onlar için bir limandı. “Ben dobra dobra konuşurdum da onlar kahkahaları basarlardı.” demişti bir defa.
Rahmetli Hoca,1968-1978 yılları arasında yani tam on yılda “Elegiya” başlığıyla bir hüzün şiiri yazmıştı. On yılda da şiir mi yazılırmış? Salican Hoca bu, yazar. Belki değişen duygularına nezaret etmek için uzatmıştır süreyi. Belki Ali Akbaş gibi birazını yazıp ambara atmıştır, gününü beklemek için, belki de işlerinin yoğunluğu sebebiyle oturamamıştır başına. Kim bilir kim bilir? Ama Kırgız edebiyatında klasik olmaya aday bir şiir bu. Bestesi de yapılmış ama bugünlerde icra edilmiyor. İçi yanmış bu şiirde Hoca’nın. Dışavurumcu bir tarzda içindeki yangını ve hüznü yansıtmış. II. Selim’in meşhur beyitini söylemenin yeridir: “Biz bülbül-i muhrik-dem-i güzar-ı fırâkuz/Âteş kesilürgeçse sabâ gülşenümüzden.”
Hoca uçup gidince bizim de gülşenimizden geçen sabah rüzgârı ateş kesildi. Daima kahkahalar atarken gördüğüm şen şakrak Hoca’mız Elegiya’da bakın nasıl ağlamaklı oluyor:
Şuuldaba, teregim, terekterim,
Şuuldasan, ıylagım kelet menin.
(Şûldama kavağım, kavaklarım / Şûldasan benim (de) ağlayasım gelir.)
Ağlama büyük Hoca. Sana kahkahalar yakışır.
Bizse müsade edersen biraz ağlayalım!
__________________________________
Kimdir?
Salican Cigitov
(d. 17 Mart 1936 / ö. 11 Şubat 2006)
Akademisyen, Emekli Büyükelçi, Şair, Tercüman
(TEİS Yeni Edebiyat / 20. Yüzyıl / Türkiye Dışı)
Prof. Dr. Salican Cigitov, Oş’a bağlı Özgön ilçesindeki Köldük köyünde dünyaya geldi. (Rıspaevvd 1989: 231) ) Büyük dedesi Rus istilasına karşı ayaklanan Basmacı liderlerindedir. Dedesi ve dayısı Stalin’in baskı rejimi döneminde hapishanede hayatlarını kaybetmiş, babası ise “Halk Düşmanı” suçlaması ile iki yıl hapis yattı. (Cigitov 2004: 8) Köldük köyü ayrıca ünlü Basmacı liderlerinden Canıbek Kadı’nın köyüdür. Bu köy 1928 yılına kadar Sovyetler Birliği rejimine karşı meydana gelen ayaklanmaların merkezinde yer aldı (Cigitov, 2004: 9).
1951 yılında Köldük köyündeki ilköğretim okulundan mezun olan Cigitov, 1954 yılında Puşkin isimli ilköğretim okulunun lise bölümünden, 1959 yılında ise Kırgız Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesinden mezun oldu. Cigitov, 1962-65 yılları arasında Kırgızistan İlimler Akademisi Dil ve Edebiyat Enstitüsünde doktora programında okudu ve 1966 yılında doktor unvanını aldı. 1992 yılında ise “Sovyetler Birliği eğitim sisteminde doktora tezi” olarak adlandırılan çalışmasını savunarak profesör unvanını aldı. Salican Cigitov Kırgız Milli Üniversitesinde öğretim üyeliği, Kırgız Sovyet Ansiklopedisinin redaktör yardımcılığı, Dil ve Edebiyat Enstitüsünde Ana Bilim Dalı Başkanlığı görevlerinde bulundu. 1992-93 yılları arasında Kırgızistan Cumhurbaşkanı başdanışmanlığı ve 1993-95 yılları arasında Kırgızistan’ın Özbekistan Büyükelçisi oldu. 1996 yılında başladığı Kırgızistan –Türkiye Manas Üniversitesi rektör yardımcılığı görevini 2000 yılına kadar sürdürmüş daha sonra aynı kurumda Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü ve Türkoloji Bölümü Başkanlığı yaptı. (Cigitov 2006: 20).Cigitov 11 Şubat 2006 yılında Bişkek’teki kendi evinde vefat etmiştir.
Şiirleri, poemaları ve parodilerden oluşan kitabı Cıldar Cangırıgı adıyla 1987’de basılmıştır. Cigitov’un şiirlerindeki lirizm, kullandığı iç dünya imgeleri ve duygu yoğunluğu ilk bakışta göze çarpan özelliklerdendir.
Kırgız edebiyatı araştırmalarında var olan iki farklı ekolden birinin kurucusu Salican Cigitov, Kırgız edebiyatını oluştuğu yıllardan itibaren farklı bir gözle ele alarak yeniden yorumlamıştır. Cigitov’un dünya görüşünün şekillenmesinde Aytmatov’un önemli etkisi olmuştur. Babası “Halk Düşmanı” suçlaması ile hapsedilerek Stalin dönemi büyük terör zamanında öldürülen Cengiz Aytmatov’un kaleme aldığı ilk önemli eserler Yüz Yüze ve Cemile etrafında meydana gelen kalem kavgaları nedeniyle Kırgız aydınlar arasında oluşan gruplaşmalarda Cigitov Aytmatov’u destekleyen tarafta yer almıştır. (Cigitov, 2004: 26) Bunun başlıca sebepleri arasında kendi babasının da Aytmatov’un babası gibi Halk Düşmanı suçlaması ile hapsedilmesi, dedesi ve dayısının ise aynı dönemde hapishanede ölmeleridir.
Cigitov’un Kırgız edebiyatının kurulduğu ve şekillenmeye başladığı başlangıç dönemi ile alakalı hazırlamış olduğu doktora tezi Kırgız edebiyatı araştırmacıları arasında hâlâ devam etmekte olan tartışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Salican Cigitov yaptığı çalışmalarla Kasım Tınıstanov, Sıdık Karaçev, Alıkul Osmonov ve Cengiz Aytmatov’un gerçek değerlerinin anlaşılmasına katkı sunmuştur.
Kaynakça
Cigitov, Salican (1987). Cıldar Canırıgı (Irlar, poemalar, poeziyalar). Bişkek: Kırgızstan Bas.
Cigitov, Salican (2004). Cengiz Aytmarov Doğumunun 75. Yılı İçin Armağan. “Cengiz Aytmatov Edebiyat Meydanında Yeni Yeni Boy Gösterdiğinde” çev. A. Çelikbay. Bişkek: Manas Ünv Yay.
Cigitov, Salican (2006). “Çağdaş Kırgız Edebiyatına Dair”. çev. K. Göz. Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Cilt III, Sayı 1:7-20
Rıspaev, B, vd. (1989). Pisateli Sovetskogo Kirgizstana, Frunze: Adabiyat Bas.
Cigitov, Salican (2006) Salican Cigitov ve Dünyası. hzl. O. Söylemez ve K. Göz. Bişkek: Manas Ünv Yay.