Hasan Cemal’in
“Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım”
kitabında marksist solun Türkistan’a
ve oradaki Rus emperyalizmine
bakışının çarpıklığı çok net şekilde
anlatılır:
***
(…)
Ölçü gerçekten kaçmış! Devrim’de çektiğiniz şu koca manşete bak:
“Türkistan, Batılı bir ülke oldu!”[1]
Olacak iş mi?Yıl 1970. Sovyet Orta Asyası’nı böyle anlatmışsınız.
Dergide emredici planlamaya dayanan devletçiliği, komuta ekonomisini savunurken, özellikle Sovyetler Birliği’nde geçerli ekonomik düzeni de başarılı, şirin göstermeye çalışırdık. Demek ki bu sefer biraz ileri gitmişiz.
Biraz değil, fazlasıyla! Avcıoğlu bir de başyazı yazmış, “Turan” diye. Orta Asya devletlerinin 1960’ların sonunda İtalya’yı geride bıraktıklarını iddia edebilmiş… Sence inanarak mı yazmıştır bütün bunları?
Bilemiyorum. Orta Asya ülkelerine benim ilk gidişim 1989’da. İkincisi 1992’de, yani Sovyetler’in tarihe karışmasından bir yıl sonra. Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Azerbaycan’da gördüklerim, yirmi yıl önce Doğan Bey’in yazdıklarını hiç de doğrulamıyordu. Türkiye’nin çok daha gerisindeydiler. Ekonomik açıdan perişan durumdaydılar. Otellerde, sokaklarda gördüklerime inanamamıştım. Her şey tel tel dökülüyordu. Yani “Batılı olan” Türkistan değil, Türkiye idi!
1998’de de gittin oralara, Aşkabat’a, Bişkek’e…
Evet. Çok değişmişti. 1992’de telefon edilemeyen, otel odasına girilemeyen, dünyadan tamamen kopuk, dışarıyla hiçbir bağlantısı olmayan yerlerdi. İlginçti: artık Türklerin yaptığı otellerde kalınıyor. İşlettikleri restoranlarda yenilip içiliyor. Açtıkları okullara gidiliyor. İnşa ettikleri yollarda seyahat ediliyor. Yaptıkları telefon santrallarıyla dünyaya bağlanıyor. Türk Hava Yolları’yla Batı’ya uçuluyordu.
Oysa otuz yıl önce neler yazabilmişsiniz!
Avcıoğlu, bazı konularda işine gelen tarafları alarak, inceden inceye eğerek kendi maksadına uygun düşen bazen ince bazen kalın saptırmaları severdi. Kimi zaman tarihi olayları da kendi amacına uygun düşecek tarzda kendine yontardı. “Yön’ün ilk yıllarında, Avcıoğlu’nun isteği üzerine, ona Londra’dan S. Finer’ın “At Sırtındaki Adam” kitabını özetleyerek çevirip yolladım. Bu, çeşitli ülkelerdeki askeri müdahaleleri destekleyen değil, tehlikelerine işaret eden bir kitaptı. Avcıoğlu, yazarın çıkardığı ‘hisse’leri umursamaksızın, anlattığı ‘kıssa’lardan hoşlanmış olacak ki, birkaç sayı boyunca, Yön’de bir yazı dizisi olarak yayımladı. ‘Londra muhabirimiz’ diyerek benim de imzamı koydu.”[2]
_____________________
[1]Devrim dergisi, 1 eylül 1970 sayısı.
[2]Mete Tunçay, Yapıt dergisi, sayı 47’2, aralık-ocak 1983/84, s. 94.
***
Hasan Cemal, “İlhan Selçuk ‘Turan’ı savunuyor, müthiş bir Türk milliyetçiliğine kapıyı açıyor.
Askerin müdahale etmesini istiyor, AB ve fazla demokrasiden korkuyor.
Bunları savunmak faşist bir rejimi savunmaktır” diyor
***
1981’de genel yayın müdürü oldum. 81’den itibaren küçük küçük olayları veriyorum. İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Ali Sirmen ve Oktay Akbal ile benim ve benim arkadaşlarımın arasında dünyaya, Türkiye’ye, ekonomik ve siyasal sistemlere bakıştaki farklılıkların, çekişmelerin bütün işaretlerini ortaya koyuyorum. Ben bu görüş ayrılıklarının gazetenin çerçevesi içinde tutulmasını savundum. Bu vazoyu kırmayalım, demokrasiyi savunan, yelpazesi geniş bir gazete olalım diyordum.500. sayfaya kadar İlhan Selçuk hakkındaki eleştiriler gayet makul gidiyor. Hatta kitap 500. sayfada bitmiş olsaydı, bir gün sizin İlhan Selçuk’la barışabileceğinizi düşünebilirdim. Fakat 500. sayfadan sonra İlhan Selçuk neredeyse faşist, Nazi, Miloşeviççi oluyor. Son bölümü çıkartırsak, bu kitap iletişim fakültelerinde yardımcı ders kitabı olarak okutulabilir. Çünkü aynı zamanda bir basın tarihi anlatıyorsunuz. Son bölümde ise korkunç bir öfke patlaması var İlhan Selçuk’a karşı.“Yeni Turan’ı savunuyor” Selçuk, Cumhuriyet’i nasıl bir çizgiye getiriyor? “Yeni Turan” diye Turan’ı savunuyor, müthiş bir Türk milliyetçiliğine kapıyı açıyor. Bu öylesine bir kapıyı açış ki, “Ben öteden beri Turancıydım” diyen ve Türkiye’deki faşist hareketin içerisinde yer almaktan gurur duyduğunu açıkça yazan bir Altemur Kılıç’a Cumhuriyet’in sayfalarını açıyor. Selçuk, Ziya Gökalp’ten, Kızıl Elma şiirlerinden alıntılar yapıp, “Yeni Turan” diye yazılar yazmaya başlıyor. “Sırtımızı AB’ye dönelim” diyen bir Devlet Bahçeli ile kapalı kapılar arkasında görüşmeler yapıyor.
Bununla yetinmiyor, askeri yönetime müdahale çağrısı yapıyor. AB’ye karşı çıkan, Kıbrıs’ta çözümü vatana ihanet diye nitelendiren ve bunun için de birtakım karargahlarda vatan hainleri listeleri çıkartan bazı askeri odaklarla işbirliği içerisine giriyor. Bakıyorsunuz, Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman emekliye ayrılıyor, Cumhuriyet Vakfı Genel Kurulu’na üye oluyor; Jandarma Komutanı Şener Eruygur aynı şekilde.
İpler kopmadan önceki gece İlhan Selçuk, bütün farklılıklara rağmen sizinle bir uzlaşmaya varıyor. Sabah geldiğinde ise İlhan Selçuk zıvanadan çıkmış bir şekilde size saldırıyor. Sizden ayrıldıktan sonra Ali Sirmen ve Uğur Mumcu ile görüşüyor, siz onlar tarafından kışkırtılmış olabileceğini düşünüyorsunuz. Sanki siz de kitabı yazmışsınız yazmışsınız, 500 sayfaya kadar kimseyle konuşmamışsınız, sonra son anda birileriyle konuşmuşsunuz ve birileri de sizi İlhan Selçuk’a karşı doldurmuş ve patlıyorsunuz. Bununla da yetinmiyor, sırtımızı AB’ye dönelim, İran’la, Çin’le Rusya ile Orta Asya’ya açılalım diyen eski MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç Paşa ile birlikte oluyor. Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluğunun altına imza atmış Uzanların kurduğu Genç Parti’yi savunuyor. Öyle bir aydınlanma anlayışı var ki, Türkiye İslami bir düzene gidiyor. Bunun için asker gelsin ve biz Türkiye’de askeri bir yönetimle aydınlanmanın gereklerini yapalım ve ortalığı temizleyelim diye açık açık yazabiliyor. İlle de Hitler ve Franco olması gerekmiyor. Miloşeviç de komünistlikten geliyor, aşırı milliyetçiliğe kayıyor. Ben bir zihniyeti anlatıyorum. Bu anlattıklarınız faşist ve Miloşeviççi nitelemelerini haklı kılacak şeyler mi? Hitler, Mussolini, Franco faşizmine mi benziyor?
“Askere çağrı yapıyor”
Miloşeviç’in de vardı, o da komünistti. İlhan Selçuk’un komünizme olan bir hayranlığı var. Nasıl, komünizm bir ütopya? Komünizm son tahlilde bir ütopya. Fiiliyatta bir şey yapmadan da komünist olabilirsiniz. Ama faşizm bir ütopya değil. Faşizm çok reel bir şey. Burada şunu göz önünde tutmanız lazım. İlhan Selçuk’un nasıl bir aydınlanma, nasıl bir Kemalizm, nasıl bir milliyetçilik anlayışı var? Bugün siz Türkiye’de demokrasiye nasıl bakacaksınız? Ve bunlar sizi nereye götürebilir ona bakacaksınız. Bugünkü tabloda, “AB eşittir demokrasi”. Onlar ise, “AB’yi istemiyorum çünkü AB fazla demokrasi demek. Fazla demokrasi de ülkeyi böler” diyor. Hiçbir eylem yapmadan, hayatın içerisinde yer almadan bir ütopya ile yaşayabilirim. Ama faşizm öyle bir ideoloji ki fiiliyatta bir şey yapması lazım ve ütopyaya tahammül edemez.
İlhan Selçuk için komünist deseniz daha makul. Ama faşist demeniz insanın tüylerini diken diken ediyor. “Alan temizliği istiyor” Sadece AB değil. Askere, “Seçim sandığından karşı devrim çıkıyor. Müdahale edin, elinizi çabuk tutun. Demokrasiyi askıya alalım; aydınlanmanın, laikliğin gereğini yapalım” çağrısı yapıyorlar. Şimdi bu demokrasiyle bağdaşır mı? Kim gelecek ve neye göre, neyi düzeltecek? Yani kırılma noktası AB… “Askerin müdahale etmesi, demokrasiyi askıya alması, bir alan temizliğine girmesi, laiklik şudur böyle olmalıdır, demokrasi budur, böyle olmalıdır, AB fazladır, Kürtlere verilen haklar fazladır, Aleviler şöyle bir kenarda dursun” demesine siz otoriter rejim diyebilirsiniz. Ben bunun adına faşist bir rejim diyebilirim. Bu aynı zaman faşist bir rejim de olur. 12 Eylül’ü, 12 Mart’ı nasıl niteleyeceksiniz? Askere yaptığı çağrı, “MHP ile ilişkileri” faşizm mi? Askere çağrı yapmak demokrasi değil ama “otoriterci” anlayışla ilgili Popper’dan yaptığınız alıntılar var. Otoriterci demeniz yeterli değil miydi?
“Cumhuriyet yaşamalı”
Bunu ona sor. Kim verdi o istihbaratı? Ali Sirmen ile yakındı, ondan mı aldı bilmiyorum… İlhan Selçuk’lar ayrıldıktan sonra Melih Aşık’ın “Cumhuriyet’in başyazılarını Mehmet Barlas yazıyor” yazısı son derece ters bir etki yapıyor. Hiç karşılaşınca sordunuz mu? Ne kadar ayakta tuttuğu görülüyor. İlhan Selçuk’u eleştiririm ama kurum olarak Cumhuriyet’in yaşamasını da temenni ederim. Bu ikisinin çelişik olduğunu sanmıyorum….
“Uğur Mumcu yaşasaydı bazı konularda birbirimize daha yakın olurduk”
Bilmiyorum. Bunu İlhan Selçuk’a soracaksınız. TKP’ye daha yakın olduğu muhakkak ama kendisine sorun. Size göre Selçuk gizli TKP’li mi? Ne Troçki oldum ne de başka bir şey. İlhan Selçuk’un Stalin’i savunan yazıları var. Selçuk’a “son Stalin” diyorsunuz. Siz de Troçki mi oluyorsunuz? “Hep şal örtüyor” Siyaset bilimi kitabı yazmadım. Neden “takiyeci” diyorum? Hem Stalin’i seviyor hem sevmiyor. Bunu çok üstü kapalı yazıyor. Bazı şeylerin üzerine hep bir şal örtüyor. Daha vurgulayarak anlatmak için bu terimleri kullandım.Bir siyasi terimler sözlüğünde olumsuz diye niteleyebileceğimiz her terimi Selçuk için söylemişsiniz: “Dengeci, komplocu, takiyeci, beyin yıkayıcı vb.” Şimdi Handan Selçuk’un ölümü ile ilgili yazım “Dostluklar ve ideoloji” başlıklı bir yazıydı. Tabii çok insani bir şeydi. Çok uzun yıllar yakın olduğun birileriyle koptuktan sonra, bunun insanda bıraktığı bazı şeyler var. İdeolojik ve siyasal açıdan çok eleştirebilirsin fakat o dostlukları andığın zamanlar olur. Selçuk’un eşi Handan hanım hayatını kaybedince bir yazı yazıyorsunuz. Daha sonra da sizin anneniz vefat ediyor. O kadar insani durumlar ki siz İlhan Selçuk’tan bir telefon bekliyorsunuz ama gelmiyor. Bilinçaltı okumak yanlış ama hâlâ eski bir dosttan bir ses duymak istiyorsunuz. “Askerlere çağrı yapan” Selçuk’tan her şeye rağmen bir telefon bekliyorsunuz…Ben ayrıldıktan sonra Selçuk’un tek adamlığı var. Her şeye damgasını vuruyor. Hep sermaye korkusu verirdi. Kendisi gazeteyi sermayeye açtı. Mehmet Emin Karamehmet, Uzanlar… Bize kızdığında, “Cumhuriyeti Sabah’laştırmak istiyorlar” derdi. Kendisi Sabah’ın sahibi Turgay Ciner’i Cumhuriyet’e ortak yaptı, hem de Sabah’ın binasına götürdü Cumhuriyet’i.Siz ayrıldıktan sonra, “Selçuk, gazetede tek hakim olmanın getirdiği bir etkiyle siyasi görüşlerini daha açığa vuruyor” diyorsunuz.
“Artık bu bir darbeydi”
Bütün basın porselen tabak çanak veriyordu. Genel yayın müdürlerinin odaları züccaciye odasına dönmüştü bir dönem. Bunu belirtmiştim. Ama ayrıldıktan sonra bir yerde çalışmak zorundaydım ve ayrıca Sabah’ta da keyifle çalıştım. Gerçi siz de Sabah için “zücaciye dükkanına döndü” dediniz ve Sabah’ta yazar oldunuz. Birçok şeye farklı bakardık. Uğur Mumcu o kadar devletçiydi ki özel televizyona da karşı çıktı, anti Amerikancıydı, ben değildim. Yaşasaydı, Uğur Mumcu ile bazı konularda birbirimize daha yakın olurduk.
Nadir Bey ölünce bütün uzlaşmaları ben sağladım. Yayın kurulu başkanı olarak İlhan Selçuk’u ilan etmek gibi… Buna rağmen, Osman Ulagay siyaset yazmayacak, başyazıyı Hasan Cemal değil sadece İlhan Selçuk yazacak gibi kararlar gelince, bu artık bir darbeydi. O zaman, “Bu olmaz. Yönetim kuruluna götürürsem sizin istediğiniz karar çıkmaz” dedim.
Hasan Cemal’in “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim Cumhuriyet Gazetesi’ndeki ‘İç Savaş’ın Perde Arkası” adıyla yayımladığı kitabındaki anılarından bazı bölümler şöyle: Uğur Mumcu, kaçakçılık konularına girdikçe, bazı durumlarda devlet istihbaratının, askerin destek ve işbirliğini aradı. Örneğin, Ankara Hukuk’tan arkadaşı ve eski MİT başkan yardımcılarından Mikdat Alpay, “Uğur’la sabahlara kadar konuşurduk” demişti 1990’ların ikinci yarısındaki bir sohbetimiz sırasında bana… Alpay’ın MİT’teki ilk görevi ise “Madanoğlu cuntası”yla ilgili dosyaydı.
* * *
Uğur gazetemizin “ahlak zabıtası”dır! Hepimizin özel hayatını takipte tutar. Bir keresinde, “Oğlum dikkat et, Başbakanlık’ta kimin evini kullandığın konuşuluyor” diye uyarmıştı Yalçın Doğan’ı… Mumcu devletten destek arıyordu Nadir Bey uluslararası bir kongrenin açılışında bir konuşma yapacağımı öğrenince, yüzüne ve sesine bazen gelip oturan o alaycı titreşimler ve küçümseyici mimikleriyle sordu: “Peki sen nece konuşacaksın?..” “İngilizce efendim” demekle yetindim, başka bir şey söylemeden kalkıp gittim. Kırılmıştım Nadir Bey’e… Berin Hanım da kaç kez, “Ayol, sen nasıl İngilizce konuşma yapacaksın?” dedi. Vasat Fransızcası yüzünden İlhan Selçuk’un da benzer muameleyle karşılaştığını kendisinden dinlemiştim. Sen, nece konuşacaksın 1976 ya da 1977 yılı olmalı.İlhan Selçuk’un Etiler’deki evinde bir kavga yaşamıştık. Yazı İşleri Müdürü Bülent Dikmener, bana ve Şükran Ketenci’ye kızardı. İlhan Selçuk’tan da son yıllarda fazla hazzetmiyor ama pek belli etmiyordu. Bana hem İlhan Selçuk’un hem de Genel Yayın Müdürü Oktay Kurtböke’nin adamı diye kızıyordu. O gece Dikmener, Ketenci’yle bana laf atınca Kurtböke sinirlendi. Bir anda birbirlerine girdiler, yerde alt alta üst üste, yumruk yumruğa yuvarlanmaya başladılar. Hepimiz şaşırdık. Allah’tan güçlü kuvvetli Ali Sirmen vardı, araya girip yönetmeni ile yazı işleri müdürünü ayırabildi. Bu arada İlhan Selçuk’un eşi Handan Hanım’ın çok sevdiği koltuklarından biri kırılmıştı. İlhan Selçuk’un evinde yumruklar konuştu 1970’li yılların ikinci yarısı olmalı. Salonda bir gürültü koptu. Baktım, şair Ataol Behramoğlu ile kardeşi şair Nihat Behram yüksek sesle tartışıyorlar. Ali Acar, Nihat’ın bir şiirini kısaltmış! Şiirin yarısı yok. Ali Acar diyor ki: “Ne olacak sizinki de Kuran mı? Her yazı kısaltılıyor da, sizin şiir neden kısaltılmasın?”
Ali Acar bir keresinde de karikatür kısaltmaktan başımı belaya sokmuştu. Sabah telefon, yılların büyük karikatürcüsü Ali Ulvi avazı çıktığı kadar bağırıyor: “Benim karikatürüm dört atlıydı. Biri yok olmuş, üçe inmiş. Nasıl olur bu?” Acar sayfa bağlanırken, bir de bakmış ki, hesap yanlış. Uçak saati de yaklaşıyor, kaçabilir. Acar, karikatürdeki bir atı kesiveriyor. Her zamanki sakin haliyle, “Uçağı kaçırmaktansa, benzer bir kareyi atarak kısaltma yaptım” diyor gülerek. Ali Acar 4 atlı karikatürü 3’e indirdi 1980’lerin sonlarıydı.
Çekoslovakya’da Kadife Devrim’in lideri Vaclav Havel yüzünden bir akşam İlhan Selçuk’la kavga etmiştik. Bana bir ara o kadar kızmıştı ki, işaret parmağını neredeyse gözümün içine sokarak, “Çerkezler aptal olur!” demişti. Masada Okay Gönensin, Hikmet Çetinkaya, Yalçın Bayer de vardı. Hayata bakışımızdaki uçurum apaçık ortaya çıkmıştı o akşam. Karl Popper’dan sonra Vaclav Havel’i de “karşıdevrimci” ilan etmişti. Ben de Havel’e olan sempatimi ve onun Marksizm’i “laik din” olarak tanımladığı görüşlerini savunmuştum. O da bana yüzü kireç gibi bembeyaz kesilerek tıslamıştı: “Marksizm’e laik din diyenler karşıdevrimcilerdir.”
Kapatıldıktan sonra sansürcübaşı kesilmiştim. Nadir Bey odama geldi, yazısını uzattı. Yine Nadir Bey’in böyle bir başyazısı yüzünden kapatılmıştık. “Çok güzel” diye söze başladım, “ama”yla devam ettim: “Bu yazıyı koymasak daha iyi olur. Hazretler şu günlerde zaten son derece sinirli. Kapatırlarsa, Cumhuriyet’i ekonomik bakımdan kurtaramayız.” Bir an durdu, “Takdir senin Hasan Cemal.”
Doğan Nadi’nin eşi Mary Elizabeth’in iki kızı da Amerikan vatandaşı… Emine’nin kız kardeşi Zeynep de Washington’da yaşıyor. Dünya Bankası’nda çalışıyor ve bir Amerikalı’yla evli… Emine’nin dedesi Halit Ziya Uşaklıgil. Uşakzadelerden Latife Hanım, Atatürk’ün eşi… Cemal Paşa’nın torunu İngiliz Kemal’e karşı
Yalçın geldi. Benimle her şeyi her zaman açık açık konuştuğunu söyleyince, ben de Emine’yle yaptığı gizli kahvaltıdan söz ettim. Her seferinde olduğu gibi tepesine kadar morardı. Kendisine olan güvenimi sarstığını belirttim. Gözleri doldu. İstifasını, istersem hemen yazabileceğini söyledi. Bir yıl süreyle de hiçbir yerde çalışmayarak, bana bir komplo kurmadığını kanıtlayabileceğini ekledi. Bir süre önce gelip bana demişti ki: “Güneri’nin (Cıvaoğlu) teknesi var, bizim neden olmasın?..” Ev tut demiştik. O da gitti 860 dolara tutunca, bütün gazete karıştı, bu da ne oluyor böyle diye.
Salı, 28 şubat ’87.
Yalçın’la bugün Ankara’da konuştum. Kendisiyle artık çalışamayacağımı söyledim. İlhan Selçuk dün İstanbul’da Yalçın’ın gitmesini engellemek istemiş yine. “Sermayenin oyununa geliriz” demiş. Uğur da, “Asıl Yalçın’ı muhafaza etmek olmaz mı, sermayenin oyunu?” diye yanıtlamış… Cumartesi, 13 aralık ’86
***
İlhan Selçuk, Hasan Cemal kendisine “darbeci, cuntacı, askerci, Stalinci, takiyyeci, faşist” dediği için kızıyor. Ama Selçuk kendisine sorulan soruya bakın ne demişti?
İlhan Selçuk, 1994’teki bir röportajında “Cuntacı mısınız?” sorusuna şu cevabı vermişti: “Bir insan cuntacı olabilir. Bu, o insanın fikrî ve siyasal eğilimleridir.”
Rahmi Koç, dünya turunun Singapur ayağında, Nazenin yatında ağırladığı Vatan gazetesi muhabiri Devrim Sevimay’ın, “Türkiye’den nasıl haberdar oluyorsunuz?” sorusuna cevap verirken, internetten indirip okuduğu gazeteleri saydıktan sonra şöyle diyor: “Cumhuriyet bulabilirsek o zaman da İlhan Selçuk’u kaçırmam. Hele de Cumhuriyet’in karikatüristleri… Turhan Selçuk, Tan Oral, Musa Kart, Semih Poroy, İsmail Gülgeç. Hepsi harika çiziyor.”
Fehmi Koru’nun deyimiyle İlhan Selçuk ve Çetin Altan, 1960’lı ve 70’li yılları adeta ipotekleri altına alan, ortalığı kasıp kavuran iki “silahşor” kalemdi. O yüzden İlhan Selçuk’un Cumhuriyet’teki ‘Pencere’si, bir zamanlar bu gazeteye sahip olma arzusu da bilinen ve beş karikatüristin ismini bir çırpıda sayan Rahmi Koç için hâlâ kaçırılmaması gereken bir köşe.
İlhan Selçuk, öylesine Cumhuriyet’le özdeş bir isim ki, bu gazeteyi cumhuriyetin ilânından hemen sonra, 1924’te çıkaran Yunus Nadi ve bugünlere getiren oğlu Nadir Nadi’den çok, onun ismi akla gelir. Pek çok kişi için onsuz bir Cumhuriyet düşünmek hemen hemen imkansız. Nitekim Hasan Cemal-İlhan Selçuk iktidar savaşının doruğa çıktığı 1992 Şubat’ında Cumhuriyet’i satın almak için Nadi ailesi mensuplarından Emine Uşaklıgil’le görüşen Aydın Doğan da İlhan Selçuk’un köşe yazmayacağı bir Cumhuriyet istemiyordu. Doğan, “Hasan Cemals’iz bir Cumhuriyet olmaz. İlhan Selçuk da gelir, yazılarını evden faksla geçer.” demekteydi.
Hasan Cemal’in, 11 yılı genel yayın müdürlüğü olmak üzere Cumhuriyet’te geçirdiği 18 yılını yazdığı “Cumhuriyet’i çok sevmiştim” kitabı da, beklendiği gibi İlhan Selçuk odaklı. Cemal’in darbeleri öylesine sarsıcıydı ki, ilk önce “Onun seviyesine inmem, kitabı da okunmaya değer mi bilmiyorum” diyen Selçuk, Doğan grubu gazeteleri geniş Hasan Cemal röportajları yayınlayınca, bu tavrından vazgeçip yayınevinin sahibi Aydın Doğan’a Cumhuriyet’in birinci sayfasından şöyle seslendi: “Pazar günü, basın tarihimizde görülmemiş bir olay yaşandı… Doğan Medya Grubu’nun bütün gazeteleri, birinci sayfalarından başlayarak Pazar eklerini bu kitaba ayırdılar… Bu gazetelerin sayfaları Cumhuriyet’e ve bana saldırı ve sövgülerle donandı… Tek başına bir gazete olan Cumhuriyet’e Türkiye’nin satış ve reklamda en büyük medya grubu olan Doğan Holding gazetelerinin ortaklaşa saldırı ve sövgü harekâtı ortadadır… Dost bildiğim ve sevdiğim Aydın Doğan’ın bu harekâttan haberi var mıydı?.. Yok muydu?”
Aydın Doğan, cevabını İlhan Selçuk’a aynı gün gönderdi. Tamamı Cumhuriyet’in birinci sayfasından yayınlanan cevabında Aydın Doğan şöyle diyor: “Herhangi bir kişiye veya müesseseye karşı kasıtlı, örgütlü kampanyaya dönüşen bir harekât, ilkelerimle bağdaşmaz. Böyle bir şeye asla müsamaha etmeyeceğimi bilmenizi isterim. Hele hele bu kişi İlhan Selçuk ve bu müessese Cumhuriyet gibi bir gazete ise, buna bigâne kalmam mümkün değildir. Cumhuriyet gazetesinin önemi ve yaşaması gereği konusundaki düşüncelerimi en iyi bilen insanlardan biri olduğunuza eminim. Bu sektörde birlikte yürüdüğümüz yıllarda, bu hissiyatımın sadece bir nezaket ifadesi olmadığını size de ispat ettiğimi düşünüyorum. Ben gazeteleri eve geldikten sonra okurum.”
Demir gibiyim, değişmem
Peki 80 yaşında olmasına rağmen bugün Cumhuriyet gazetesinin tepesinde olan ve Hasan Cemal’in bu kadar ağır eleştirilerine maruz kalan İlhan Selçuk kim, nasıl bir gazetecilik macerasının kahramanı? 1925’te Aydın’da dünyaya gelen Selçuk, bir subay çocuğu ve ailesi aslen İzmirli. Baba Kasım Bey, Birinci Dünya Savaşı’nda Suriye cephesinde görev aldı ve Kurtuluş Savaşı döneminde Ege’deki Kuvva-i Milliye oluşumlarına dahil oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Selçuk, bir süre avukatlık yaptıktan sonra gazeteciliğe başladı. Kardeşi Turhan Selçuk ile “41 buçuk” ve “Dolmuş” mizah dergilerini çıkardı. İlk yurtdışı gezisini yaptığı İran’dan döndüğü 1962’de Cumhuriyet’te köşe yazmaya başlamasını sağlayan kişi ünlü romancı Yaşar Kemal. Hasan Cemal’in kitabında yer alan anlatımında Kemal, “İlhan’ı ben soktum Cumhuriyet’e. Her gün onun yazısını Nadir Nadi Bey’e getirip okuturdum. Alın bu adamı Cumhuriyet’e derdim. Yoksa Nadir Bey İlhan’ın yazılarını nereden okuyacaktı?” diyor.
Selçuk, 1964’te Amerikan hükümetinin davetiyle ABD’ye gitti ve iki ay on gün süren gezinin notlarını “Güzel Amerika” kitabında yayınladı. O günlerde ABD’nin ilerlemesini Amerikan toplumunun değişime ayak uydurmaktaki hız ve başarısında gören Selçuk şöyle diyor: “Hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi çevrelerine bakanlar, yalnız kendilerini değil, okurlarını da aldatırlar. Toplumsal değişimin bunca hızla değiştiği bir çağda insanoğlu ne çevresini dondurabilir, ne de toplumsal değişimi durdurabilir.” Ama, Cumhuriyet’te 28 Şubat 1990 tarihli köşesinde, “Haydi oradan arkadaş, ben değişmem. Eskisinden de daha iyiyim, demir gibi…” diyecekti.
Cuntacı mısınız sorusuna cevabı
Amerikan halkının gündelik hayatından da epey etkilenmişti Selçuk: “Ben Amerikan halkını pek sevdim. Amerikan toplum disiplinini pek beğendim. Amerikan toplum hayatında sade bir halk terbiyesinin çizgilerini gördüm.” Yıllar sonra bu sefer, “İşkence gördüğüm günlerde üstüme örtülen battaniyelerde yemek yediğim tabak, kaşıklarda Amerikan damgası vardı. Bunu hiç unutabilir miyim?” diyecekti. “Şimdi yükselen değerler, Amerika’nın Türkiye’ye empoze ettiği bir çerçeve içinde duruyor. Bu çerçevenin içinde ben yokum. Gayet kesin. Çünkü ben serbest piyasa ile insanlığın bütün sorunlarının çözüleceğine inanmıyorum.” sözleri de İlhan Selçuk’a ait.
ABD gezisinden iki yıl sonra bu sefer Sovyetler Birliği’nden davet alan ve Aralık 1966’da Rusya’yı gezen Selçuk, o yıllarda Doğan Avcıoğlu, Cemal Reşit Eyüpoğlu, Mümtaz Soysal ve İlhami Soysal ile birlikte Yön hareketini başlatan kişilerden. İlhan Selçuk ile Hasan Cemal’in yolu bu dönemde Yön dergisinde kesişiyor. 9 Mart 1971 günü ihtilalle yönetime el koymak isteyen cuntanın içinde yer aldığı gerekçesiyle tutuklandı ve ayrıntılarını “Ziverbey Köşkü” kitabında anlattığı işkenceli sorgulardan geçti.
Eşi Handan Selçuk o günleri anlatırken, “İlhan çok işkence gördü, ama başkaları gibi konuşmadı.” derken; İlhan Selçuk, Hasan Cemal’e “Eğer 9 Mart cuntası başarılı olsaydı, 27 Mayıs’ın devamı olacaktı” itirafında bulunuyor.
Selçuk-Cemal ikilisinin Cumhuriyet’te buluşması 12 Mart’ın ertesinde 1973’te gerçekleşiyor. İlhan Selçuk’a bakarsanız, Cemal’in bütün gazetecilik kariyerinde o var: “Suç bende, çünkü Hasan’ı gazeteciliğe Yön dergisinde ben başlattım. Cumhuriyet gazetesine girmesini sağladım. Cumhuriyet Genel Yayın Müdürü olmasını Nadir Nadi nezdinde ben sağladım. Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başlamasını da ne yazık ki ben sağladım. Bu yoldaki rolümün ne olduğunu rahmetli Uğur Mumcu şöyle dile getirmişti: Herkes yazmak için ilham bekler, Hasan ise İlhan bekler.” Ama Cemal’e göre durum farklı: “Beni gazeteciliğe yönlendiren İlhan Selçuk’un eşi Handan hanımdır. 1968’de elimden tuttu, İlhan Selçuk’la, İlhami Soysal’la, Doğan Avcıoğlu ile, Mümtaz Soysal’la tanıştırdı.”
“İlhan Selçuk kafası”
Cumhuriyet’teki iktidar savaşı, 12 Eylül ihtilalinden sonra 1981’de Hasan Cemal’in Genel Yayın Müdürü olmasından kısa bir süre sonra başlıyor. Gazetenin alacağı istikamet konusundaki örtülü savaş, 11 yıl boyunca sürüyor. Ve nihayet 1991 sonunda İlhan Selçuk ve onu destekleyen Uğur Mumcu, Ali Sirmen gibi kişiler istifa ederek gazeteyi terk ediyor. O günlerde Selçuk öylesine kızıyor ki, bir defasında yüzü bembeyaz kesilerek, “Şimdi kalp krizi geçirebilirim” diyor. Ama Hasan Cemal’in tek başına iktidarı sadece dört ay sürüyor. Selçuk ve arkadaşları geri dönerken; Cemal için Cumhuriyet macerası bitiyor.
Selçuk-Cemal kavgası öylesine derin ki, “İlhan Selçuk kafası” diye başlayan Cemal’in şu sözleri yenilir yutulur cinsten değil: “Senin aydınlanmacı kafan totaliterdir. Senin Aydınlanmacı kafan Stalinizme, Nazizme, Hitler’in toplama kamplarına, Pol Pot’un ölüm tarlalarına, Saddamcılığa, Baasçılığa açıktır. Senin aydınlanman faşizmdir.” İlhan Selçuk, kendisine “darbeci, cuntacı, askerci, Stalinci, takiyyeci, faşist” dediği için Cemal’e kızıyor. Ama Selçuk, 2 Ocak 1994 günü Hürriyet’te tam sayfa yayınlanan röportajında, “Siz medyadaki kirlenmeden bahsediyorsunuz. Medyada başka türlü kirlenmeler de olamaz mı? Mesela sizi de cuntacılıkla suçlayanlar var?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Olabilir. Bir insanın cuntacılıkla suçlanması, komünistlikle, faşistlikle ya da herhangi bir fikir ve siyasetle suçlanması farklı bir şey, bir insanın çıkarcılıkla suçlanması, ajanlıkla suçlanması başkadır. Herhangi bir insan faşist, komünist, Maoist, cuntacı olabilir. Bunlar o insanın fikrî, siyasal eğilimleridir.”
Cemal’e göre İlhan Selçuk, kendilerini “ulusalcı” olarak tanımlayan ‘Kızılelma koalisyonu’nun perde gerisindeki mimarı. Çünkü, Selçuk’un Cumhuriyet’te 22 Haziran 1992 tarihli yazısının başlığı “Yeni Turan”. Selçuk, bu tarihten tam 13 yıl sonra 28 Şubat 2005 günü ise “Pencere” köşesinde şunları yazdı: “Kemalistler, Milliyetçiler, Milli Görüşçüler (ya da Radikal İslamcılar) sağın ve solun laik kesimleri muhalefette birleşiyorlar. Halkın şikayetlerini arkasına alan bu ilginç gelişme, Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğine duyarlı güçler tarafından da izlenmektedir.” Cemal, Selçuk’un Avrupa Birliği karşıtı demeçler veren Kara Kuvvetleri eski Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman ve Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’u Cumhuriyet Vakfı Danışma Kurulu’na davet edip onları arkasına alarak fotoğraf çektirmesini de hatırlatıyor.
2 Ocak 2004 günü, “Aytaç Paşa, analarımızın ak sütü kadar halkımıza helal sivil doğruları dile getirdi.” diye yazan da İlhan Selçuk. Bu arada Selçuk’un Cumhuriyet Vakfı’na aldığı kişiler arasında Çevik Bir, Atilla Kıyat, İlhan Kesici ve Uğur Dündar gibi kimseler olduğunu da hatırlatalım.
Ergun Göknel yazıları
Sık sık “medya kirlendi” diyen İlhan Selçuk’un, 1993’te patlak veren ve siyaset tarihimizde özel bir yeri olan İSKİ skandalı sırasında takındığı tutum da çok dikkat çekici. 29 Ağustos 1993 günü Pencere köşesinde skandalın başaktörü İSKİ Genel Müdürü Ergun Göknel için şunları yazdı: “Linç yasası işledi… Ergun Bey’i önce astık. Şimdi yargılayacağız. Peki medyanın pompaladığı toplumsal öfke dindi mi? Eğer bu öfke durulursa acırım; çünkü asıl büyük suçlular, rüşvetçiler, hırsızlar, soyguncular, Ergun Bey’i linç edenlerin arasında gizleniyorlar. Bu kargaşada kendilerini kurtarırlarsa, yazık bu ülkeye…”
Cumhuriyet 1990’lı yıllar boyunca yüz binin üzerindeki satışıyla en etkili gazetelerden biriydi. Dönemin Başbakanı Turgut Özal, “Yazarlarının yazdığına katılmam, ama haberleri en iyi Cumhuriyet veriyor” demekteydi. Etrafındaki gazetecilere takılırken, “Kendinize Cumhuriyet’i örnek alın” diyen de Özal’dı. 1991’deki iç savaşla Cumhuriyet’in satışı 40 bine kadar düştü, o günden bugüne de 50 binlerde devam ediyor.
Buna rağmen Cumhuriyet’in sembolik değeri her zaman önemli oldu. Sadece Rahmi Koç ve Aydın Doğan değil, Cem Uzan, Korkmaz Yiğit, Turgay Ciner, Haldun Simavi, Erol Simavi ve Dinç Bilgin de 1990’lardan günümüze kadar Cumhuriyet’in sahibi olmak istediler. Cumhuriyet ekonomik krize her girişinde Mehmet Emin Karamehmet, Turgay Ciner, Aydın Doğan gibi kişilerin “taze para” biçiminde, ya da başka türlü desteğini gördü. Uğur Mumcu’nun deyimiyle Cumhuriyet İlhan Selçuk-Hasan Cemal savaşıyla karnıyarık gibi ortadan ikiye bölündü ve bu 80 yaşındaki İlhan Selçuk, iktidarın tartışmasız tek hâkimi. Bir zamanlar Hasan Cemal’in de ‘İlhan Abi’siydi, ama Cemal için o artık bir ‘şeker abi’si…
Faruk Mercan