TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
TOPLUM VE SİYASET
(1960-1980)
TÜRK YURDU, Eylül 2006 – Yıl 95 – Sayı 229
Süleyman ERYİĞİT
Tarihsel Arka Plan
Türk milliyetçiliği fikriyatının Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu ideolojisi olduğuna dair genel bir kabul vardır. İslamcısından Kemalist’ine, Liberalist’inden Marksist’ine kadar Türk intelijansıyasının önemli bir kısmı, Türkiye Cumhuriyeti’ni ulus devlet olarak tanımlamaktadır. Bunlara göre yeni Türk Devleti, imparatorluktan ulus devlete geçişi ifade eder ve önceki döneme ait devlet ve siyaset alanında her ne var ise bunların hepsi artık eskide kalmıştır. Bunlara göre yeni devlet âdeta hafızasını sıfırlamış, 1923’le beraber yeniden oluşturmuştur. Yeni devlet yepyeni bir varlıktır; her şeyi ile yenidir; kültürü yenidir, dini yenidir, siyasal sistemi yenidir; kurum ve kuruluşları yenidir. Ama tüm bunlara rağmen devletin temel dayanağı, tüm bu unsurların hem öznesi hem de nesnesi konumundaki halk; yani egemenliğin kaynağı olan millet, ne yazık ki eskidir, eskide kalmıştır. Bununla birlikte halk aynı zamanda tarihsel hafızanın da taşıyıcısı olmasından ötürü, tüm bu formatlama girişimlerine direnmektedir. Bu ise hedefe ulaşmayı engellemektedir.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1960’lı yıllara gelinceye kadar Türkiye’de üç dönemden bahsetmek mümkündür ve konuyu bu şekilde ele almak, 1960 – 1980 dönemini doğru anlamak bakımından da gereklidir. Bu dönemleri, Mustafa Kemal’in etkin olduğu , İsmet İNÖNÜ’nün “Millî şef” olarak ülkeyi yönettiği ve Demokrat Parti ile başlayan gerçek anlamdaki çok partili dönem olarak belirtebiliriz.
Mustafa Kemal’le başlayan dönem, herkesin bildiği gibi üç kıtada siyasal sınırları bulunan Osmanlı İmparatorluğu’nun, imparatorluk anlamında tarih sahnesinden çekildiği ve yeni bir dünyanın kurulmaya çalışıldığı bir dönemdir. Dolayısıyla önceki yaşanmışlıkların, başta Mustafa Kemal olmak üzere kurucu kadro üzerinde hemen her şeyden daha çok belirleyiciliği bulunmaktadır.
Mustafa Kemal’in devletin ideolojisini belirlerken etkilendiği üç kaynaktan bahsetmek gerekir. Bunlardan birincisi tüm çocukluk ve gençlik dönemini kapsayan; yıkılmakta olan bir imparatorluğun ve hassaten doğup büyüdüğü Balkanların elden çıkması ve buralardaki Türk ahalinin uğradığı zulümler. İkincisi Osmanlı Devleti bünyesinden çıkan yeni devletlerin telkin ve mecbur ettiği düşünceler; tarih yorumları ve ideolojik yatkınlık, üçüncüsü ise yeni devletin kurulma aşamasında başta Ziya Gökalp olmak üzere bazı fikir adamlarının ve aydınların sistemleştirmeye çalıştığı Türk milliyetçiliği düşüncesi.
Kuruluş döneminde Ziya Gökalp’ın “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” formülü ile ifadelendirdiği yeni ideolojik çerçeve, Mustafa Kemal tarafından benimsenmiş ve uygulanmıştır. Bir yanda millet oluşturma hedefinin tabii bir sonucu olarak Türkçülüğe yapılan vurgu, öbür yandan muasırlaşma anlamında Batı kurum ve kültürlerine duyulan sempati, bir diğer yandan da devletin dayanmak zorunda olduğu millet unsurunun, kendi özel tarihleri içinde oluşmuş ve onları diğer farklılıklara rağmen aynı şey yapan İslâm unsurunun zihnî genlerimizdeki tesiri, yeni devletin temel belirleyicileri olmuştur. Nitekim şiddetli Batılılaşma çabalarının yanında İslam’ın temel kaynaklarından olan tefsir ve hadis çalışmalarının da bu dönemde yapıldığını biliyoruz.[1] Üstelik bu çalışmaların yapıldığı dönem, pozitivizmin hâkimiyetinin artarak devam ettiği; neredeyse bir din olarak kutsandığı bir dönemdir. Bu dönem aynı zamanda Türk kültür tarihinde “ Güneş Dil ve Tarih Teorilerinin de benimsendiği; teorinin ispatlanması için bir takım çalışmaların yapıldığı zamandır. Bu dönem keza Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından, Türk Ocaklarının Cumhuriyet Halk Fırkası’nın zaten Türk Ocaklarının misyonunun yerine getirdiği mülahazasıyla kapatıldığı bir dönemdir. 1935’lere kadar süren bu dönemin ardından, Türk siyaset ve kültür politikalarında Türkiye, Millî Şef (!) İsmet İNÖNÜ ve kadrolarının, sonuçları bu günlere kadar sürecek olan iktidar yıllarını yaşamıştır.
Bu dönemin temel kültür ve siyasal programlarında Mustafa Kemal tarafından benimsenen değerlerden ciddi anlamda bir farklılaşma ve sapma görülür. İnönü yönetimi ve kadroları, Türkçü ve milliyetçi değillerdir. Millî Şef’te şiddetli bir Atatürk kompleksi vardır. Millî Şef’in bu kompleksi, daha sonra paralardan Atatürk’ün resimlerini çıkartıp, kendi resimlerini basmaya kadar gelişerek devam edecektir.
İnönü dönemi dine karşı soğuk, pozitivist, Batıcı ve Türkçülüğe uzak bir dönemdir.Avrupai tarzda bir millet inşa edebilmek için “jakoben” devlet uygulamalarının zirveye ulaştığı bir dönemdir. Bu dönem dış politik konjonktürden kaynaklanan etkiler ile bir uçtan diğer uca savrulmaların yaşandığı bir dönemdir. Öyle ki ırkçı/kafatasçılığa varan saçmalıklar dahi sadece bu dönemde yaşanmıştır.
Bu dönem aynı zamanda Mustafa Kemal’in Türkçü kültür politikalarından vazgeçilerek Grek ve Batı kültür ve politikalarına yönelinen bir dönemdir. Yine bu dönem, CHP’nin kendisini de milliyetçi/ulusçu tanımlamasına rağmen[2] Türk milliyetçisi aydınların koğuşturmalara, tutuklanmalara maruz bırakıldığı bir dönem olmuştur.[3] Bu dönem yine din ve dindara karşı politik devlet uygulamalarının çok sert, katı ve zaman zaman acımasız olduğu bir dönemdir. Bu bakış açısı ve uygulamalar daha sonra Türk seçmeninin, Demokrat Parti’yi ezici bir çoğunlukla iktidara taşımasına; bu iktidar eliyle Türkiye’de, daha sonraki birçok gelişmenin ve kırılmanın nedeni olacak olan bir dönemin alt yapılarının kurulmasına sebebiyet verecektir.
Demokrat Parti’nin kurulması ile Türkiye’de hakiki anlamda çok partili siyasi hayata geçilmiştir. Cumhuriyetin kurulmasından bu yana Cumhuriyet Halk Partisi tarafından yönetilen ülkede, Demokrat Parti kuruluşundan itibaren büyük ölçekte Türk seçmeninin teveccühüne mazhar olmuş, bu teveccüh (şaibeli 1946 seçimlerini dikkate almazsak) peş peşe üç dönem Demokrat Parti’yi seçim sisteminin de katkılarıyla tek başına hükûmet etmiştir. Cumhuriyetin kurucusu olan Cumhuriyet Halk Partisi ise Demokrat Parti’nin görmüş olduğu bu teveccühe karşı, demokratik hiçbir mukabil tedbir veya politika geliştirememiştir. 1950’den 1960’a kadar yapılan üç genel seçimde her iki partinin aldığı oylar aşağıdaki gibi olmuştur.[4]
Alınan Oy Oranı (%) Milletvekili Sayısı
Demokrat Parti
1950 4 241 393 53 408
1954 5 151 550 57 490
1957 4 372 621 47 419
Cumhuriyet Halk Partisi
1950 3 176 561 40 69
1954 3 161 696 35 30
1957 3 753 136 41 173
Demokrat Parti dönemi, Türk siyasi tarihinde siyasi merkezin dışında tutulmuş çevrenin, siyasetin sunmuş olduğu imkânlarla siyasette söz sahibi olduğu; olmaya başladığı bir dönemdir. Yeni Türk Devleti’nin millet yaratma hedefine matuf uygulayageldiği politikalar yerine bu dönemde, millet siyasete kendi özgün varlığı ile katılma imkânı bulmuş; Demokrat Parti, politikalarını siyasal müşteri olarak tanımlanabilecek olan seçmenin taleplerine göre belirlemiş; “müşteri/seçmen odaklı” bir siyaset takip etmiştir. Dolayısıyla bu tercih, Demokrat Parti’yi muhafazakâr, dindar ve biraz da milliyetçi yapmıştır. Ancak Demokrat Parti’yi esasen, Anglo-Sakson siyaset geleneğine yakın; muhafazakâr ama aynı zamanda liberal ve Batıcı bir parti olarak tanımlamak gerekmektedir. Bu bakış açısı tabii olarak yine Batıcı, ancak Jakoben bir anlayışı temsil eden Cumhuriyet Halk Partisi ile asker-sivil bürokrasi ve üniversite muhitini rahatsız etmiş; bu rahatsızlıklar şiddetli gerilimlere neden olmuş, bu ise herkesin bildiği 1960 askerî müdahalesini doğurmuştur. Demokrat Parti dönemi aynı zamanda, Yeni Türkiye Devleti için sakıncalı görülen ne kadar toplum kesimi ve düşüncesi var ise bunların tamamının demokratik siyaset yoluyla, yönetme iradesine ortak olduğu, meclise taşındığı bir dönemin adıdır. Yine Demokrat Parti dönemi, Türk dış ve ekonomi politikalarında, Cumhuriyetin kuruluş ideolojisinden önemli bir farklılaşmaya tekabül anlamında, ABD’nin Türkiye üzerinde etkisinin arttığı; hatta Türkiye’nin bugünkü dış politik ve ekonomik sıkıntılarının kaynağı olduğu iddia edilebilecek temellerin atıldığı, ittifakların kurulduğu bir dönemin adı olmuştur.
1960-1980 Döneminde Türk Milliyetçiliğinin Siyasetteki Yeri ve Önemi
1960-1980 döneminde Türk Milliyetçiliği Hareketi veya hareketlerinin toplum ve siyaset alanındaki yeri ve etkilerini herhangi bir tartışmaya mahal vermeden gösterebilmek, çok kolay değildir. Bunun nedeni hemen başta sivil toplum söz konusu olduğunda hangi teşkilat, dernek ya da cemaatlerin; siyaset söz konusu olduğunda ise hangi siyasi parti ya da partilerin Türk milliyetçiliğini temsil ettiği konusudur. Yine de bu güçlüklere rağmen aşağıdaki değerlendirmeler yapılabilir görünmektedir.
1960-1969 döneminde Türk siyasetine baktığımızda şu siyasi partilerin faaliyette olduğu ve genel seçimler ile mahallî idare seçimlerine katıldıklarını görüyoruz: Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, Millî Selamet Partisi, Türkiye Birlik Partisi, Türkiye İşçi Partisi, Yeni Türkiye Partisi. Bu partilerden 1970’lere gelindiğinde ise Türk Siyasetinde, Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, yeni kurulan Cumhuriyetçi Güven Partisi (CHP içinden doğmuştur), Millet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Türkiye Birlik Partisi, Türkiye İşçi Partisi, Yeni Türkiye Partisi’nin faaliyette olduğunu görürüz.
1970’lerden 1980’lere gelinceye kadar geçen sürede yukarıda belirtilen bazı partilerin siyasetten çekildiklerini, ayrıca bazı yeni partilerin de siyasete katıldıklarını görmekteyiz. 1960-1980 dönemini, 1971’de dönemin AP Hükûmetine karşı Silahlı Kuvvetlerin verdiği muhtıra nedeniyle ikiye ayırarak değerlendirme yapmak daha doğru bir yöntem olmakla beraber, bu devreye genel olarak baktığımızda şu sonuçları elde ederiz: 1970’lere geldiğimizde yukarıda sayılan partilerden Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi’ne tahavvül ederek siyasete devam etmiş, Yeni Türkiye Partisi ise siyasetten çekilmiştir. 1960 yılında Silahlı Kuvvetlerin müdahalesinin arkasından, Anayasa başta olmak üzere, yeniden düzenlenen hukuk sistemine bağlı olarak oluşan Türk siyaset arenasında faaliyet gösteren partilere baktığımızda, Marksist/Komünist olan İşçi Partisi dışındaki tüm partilerin bir şekilde kendilerini milliyetçi (ve muhafazakâr) olarak tanımladıklarını; seçmene kendilerini böyle takdim ettiklerini görürüz. Bir başka ifade ile tüm siyasal partiler asıl politik tercih ve tanımların yanında mutlaka Türk milliyetçisi olduklarını söylemek zorunda kalmışlardır. Bunun nedeni, Türk seçmeninde var olan muhafazakâr/geleneksel değerlerin millî/milliyetçi sıfatları ile kavranıyor ve kapsanıyor olması; bu sıfatların bu değerlere dair siyasal bir karşılığının bulunmasıdır. Bununla birlikte 1970’lerden sona tanımların netleştiğini, her siyasi partinin daha bir yerli yerine oturduğunu ve 1980’lere bu şekilde gelindiğini görürüz. Bu nedenle 1960-1980 döneminde Türk milliyetçiliğinin Türk siyasetindeki rolü ve etkisini ele almak gerektiğinde, özellikle 1970 yılından sonrasının incelemeye konu yapılması yanıltıcı olmayacaktır. Çünkü her ne kadar sivil hayatta; tüm dünyada ve Türkiye’de, 1960’lı yılların ikinci yarısında meydana gelen, siyasi literatürde “68 Olayları” olarak anılan ve masum öğrenci heyecanı olarak mütalaa edilen olaylar, hususiyetle Türkiye bağlamında masum öğrenci isteklerini aşarak, Marksist/komünist ve yıkıcı öğrenci olaylarına dönüşmüş, bu olaylar Türkiye’de 1971 askerî muhtırasına giden süreci hazırlamışsa da bu gelişmelerin siyasi partiler bakımından etkisi ve sonuçları, daha çok 1970 sonrasında ortaya çıkmıştır. Hakikaten 1970 sonrası Türk tarihi bakımından hem sivil toplum, hem de siyaset açısından çok özel ve önemli bir dönemi ifade etmektedir.
Türk milliyetçiliği fikriyatının bu dönemde Türk siyasetindeki etkilerini ve yerini araştırmak istediğimizde şu sonuçları elde ederiz: Siyasi ekiplerin kavramdan anladıkları ya da kavrama yükledikleri anlamlar itibariyle aralarında farklar bulunmakla beraber, az önce ifade edildiği gibi “milliyetçilik”, Türkiye’de kendisini komünist/Marksist (Türkiye İşçi Partisi) veya etnik bir temele vurgu yapan (Türkiye Birlik Partisi gibi) partilerin dışında kalan siyasi guruplarca kabul edilen ve savunulan bir değer olmuştur. Veya bazıları için en hafifinden bir “meşruiyet aracı” olarak kullanılagelmiştir. Aydoğdu’nun da ifade ettiği gibi, “Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren kurucu kadronun da tercihiyle milliyetçilik devleti kuran bir fikir olarak takdim edildi ve bu minval üzere meşrulaştırıldı. Dolayısıyla bu meşruiyetten istifade etmek isteyen herkes kendini önce milliyetçi olarak takdim etti. Herkes önce milliyetçi sonra başka bir şeydi.[5] Bununla birlikte bütün siyasi hareketlerin ortak yanı milliyetçilik olmakla beraber, bu partilerin kavramdan anladıkları ya da kavramdan kastettikleri arasında önemli farklar ortaya çıkmaktaydı. Örneğin, Cumhuriyeti kuran parti olarak siyaset yapan Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilkelerini gösteren altı oktan birisi milliyetçilikti. Keza adı da milliyetçi olan Milliyetçi Hareket Partisi’nin temel dünya görüşünü aksettiren ve partinin genel başkanı tarafından kaleme alındığı iddia edilen Dokuz Işık Doktrinindeki temel ilkelerden birini yine milliyetçilik oluşturuyordu. Aynı şekilde dönemin önemli partilerinden, Millî Selamet Partisi[6] adında millî sıfatını kullanıyor, bununla milliyetçiliğe bir tür göndermede bulunuyor ya da milliyetçi kavramına sığınıyordu. Keza Millet Partisi de milliyetçi bir partiydi. Dönemin sağdaki en büyük partisi olan Adalet Partisi ise, hem liberal, hem Batıcı, hem milliyetçi, hem muhafazakâr, hem kapitalist, hem de köylü olarak, siyasette kullanılabilecek ne kadar değer varsa bunların hepsini siyasi söylemlerinde kullanıyor, seçmenin dinî ve millî hassasiyetlerinin sahibi ve takipçisi olduğunu vurgulayarak siyaset yapıyordu.
Tüm bu karmaşa içerisinde milliyetçiliğin Türk siyasetindeki yerinin ve rolünün ne olduğunun ortaya konulması söz konusu olduğunda şu tespit rahatça yapılabilecektir: Türk siyasetinde milliyetçilik ortak bir değerdir; onsuz siyaset yapmak mümkün değildir. Bunun nedeni ise tek parti döneminde, Batıcı-laik ve pozitivist iktidar/devlet uygulamalarına karşı, muhalefetin millî ve milliyetçi kavramlarına yüklediği, halkın dinini, imanını, ahlaki telakkilerini; kısaca geleneklerini ifade eden muhtevadır. Millet de bunu böyle anlamıştır. Halka göre de millî olan, dünden bugüne intikal eden; dinî olan, imani olan, ahlaki olan her ne var ise bunların tamamıdır. Yani kendisini tanımladığı ve benimsediği ve bozulmalara karşı böylece korunduğunu düşündüğü; bir başka ifade ile özgürlüğünü ve özgünlüğünü sağlayan tüm anlamlardır. Bu halka göre millî olandır.
Ancak, millî ve milliyetçi sıfatlarından Türk seçmenlerinin anladığı, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız geleneksel olan tüm değerler olmakla beraber, dönemin tüm (milliyetçi) siyasal partilerinin kavramdan anladıkları aynı şeyler değildir. Mesela yukarıda, Cumhuriyet Halk Partisi’nin de milliyetçi olduğunu belirtmiştik. Lakin Cumhuriyet Halk Partisi’nin milliyetçiliği, geleneğe yaslanan, onu temsil eden bir milliyetçilik olmamıştır. Bu durum aslında bugün de pek değişmiş değildir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin milliyetçiliği 1923’le başlayan tarihten üretilen, hafızası olmayan bir milliyetçiliktir. Bu milliyetçilik, dinle, imanla, tarihle kavgalı bir milliyetçilik olmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi’nin milliyetçiliği, Batıcı-laik, pozitivist bir milliyetçilik olup, bunun tabii sonucu olarak irrasyonel Jakoben bir tavır olarak kendini göstermiştir. Bu milliyetçiliğe göre, 1923 öncesi hafıza silinmelidir; yeniden biçimlendirilmeli, yüklenmeli, bu şekilde toplum yeniden inşa edilmelidir. Toplum, cehalet ve karanlıklar içindedir. Toplumun kültüründe hiçbir irfan ve kültür pırıltısı yoktur; o nedenle toplumun, Avrupa uygarlığını yarattığına inanılan, laik-pozitivist ve aydınlanmacı zihniyeti üreten Grek ve Latin kültür değerleri etrafında yeniden üretilmesine ihtiyaç vardır. Tek parti yönetiminde bu yapılmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla bu “milliyetçilik”-ki ancak tırnak içerisinde ifade edilebilir- tarihe ve tarih içinde oluşmuş olan kültür ve irfana uygun değildir. Bu nedenle millet tarafından benimsenmemiştir.
Kendisini bir şekilde ve bir tarafından milliyetçi olarak tanımlayan diğer partilere baktığımızda bunlar arasında da ciddi ve önemli farklar müşahede edilir. Örneğin; Cumhuriyet Halk Partisi’nden koparak oluşan Cumhuriyetçi Güven Partisi kendisini, “Atatürk milliyetçisi” olarak tanımlamıştır. Siyasi çalışmalarında bu kavrama çok sık vurgu yapmış ve böylece milliyetçi olduğunu, ancak diğer partilerden farklı bir milliyetçilik anlayışı olduğunu ifade etmek istemiştir. Toplumun değerleriyle çatışmaktan ve onlarla ayrı düşmekten özenle kaçınmış olmasına rağmen, Batıcı-laik ve sol gelenek içinden gelmiş olması, büyümesi yönünde ayakbağı oluşturmuştur. Nitekim 1960 yılında %6.6 oranında oy alan parti, müteakip 1973 seçimlerinde %5.3, 1980 öncesinin son genel seçimi olan 1977 yılındaki seçimde ise sadece %1.9 oy almıştır.
Millet Partisi de milliyetçi bir partidir. “Yeniden Millî Mücadele” dergisi etrafında toplanan hayli entelektüel bir kadro tarafından kurulan partinin, Türk tarihine ve özellikle Müslümanlaşma sonrası Türk tarihine kutsiyet derecesindeki ihtiramı, partinin temel karakteri olmuştur. Bu tarih süreci içinde Anadolu Türk tarihi, çok özel bir yer işgal etmiştir. Esasen Milliyetçi Hareket Partisi ile bu parti arasında büyük benzerlik ve yakınlık müşahede etmek hemen her zaman kolaylıkla mümkün olabilmiştir.
Millî Nizam Partisi olarak kurulan, ancak bu partinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması sonucu Millî Selamet Partisi olarak Türk siyasetinde faaliyet gösteren bu siyasi gurup, millî kavramına daha çok “İslami” olan değerleri yükleyerek siyaset yapmıştır. Bir başka ifade ile yasalar gereği kullanılması mümkün olmayan “İslami” kavramı yerine millî kavramını kullanmış; bununla hemen her zaman “İslami” olanı kastetmiştir. Millî Selamet Partisi geleneği laik, Batıcı, pozitivist ve dine karşı olan tüm siyasi hareketlere karşı “İslami” olarak kabul ettiği değerlerin siyasetini yapmış; bu nedenle zaman zaman “milliyetçi”lik kavramının, Batılı ve gayri İslami olduğu mülahazasıyla bu kavramla ve kendisini bu kavramla tanımlayan tüm siyasi guruplarla da çatışmaya düşmüştür. Bu çatışmanın dozunu zaman zaman ayarlayamamış; kendi adında esasen milliyetçilik kavramının bir başka ifadesi olan millî sıfatına rağmen, milliyetçiliği küfür olarak tanımlamış; buradan hareketle devlete ve onun dayandığı tüm değerlere karşı hasmane bir pozisyon belirlemiştir. Bu siyasi ekibe göre tarih, Cumhuriyet Halk Partisi’nin bakışının tam tersi olarak 1923’te sona ermiştir. Dolayısıyla yeni devletin dayandığı temeller batıldır. Batıl ise yok olmaya mahkûmdur.
Millî Selamet Partisi katıldığı ilk genel seçimi olan 1973 yılı milletvekili seçiminde %11,8 oy alarak 48 milletvekili çıkarmış, ancak müteakip seçim olan 1977 yılı genel seçimlerinde, %8,6 alarak meclisteki sandalye sayısını 48’den 24’e düşürmüştür.
Millî Selamet Partisi geleneği, Türk siyasetinde sonuçları bugünü etkileyen önemli bir kırılma meydana getirmiştir. Bu kırılma, Millî Selamet Partisi’nin propagandalarının etkisiyle, dindar- muhafazakâr Türk insanının zihninde bir devlet düşmanlığı fikrinin meydana gelmesidir. Düzen ve düzenin aksayan yerleri bu siyasi parti yetkililerince ve bunları destekleyen aydın ve yazarlarca hemen her zaman, devletin kötü ve yanlış olduğu şeklinde işlenmiş; bu da ülkenin önemli bir kesiminde “devlet” fikrine düşmanlığa dönüşmüştür. Bu partinin Kur’an’i kavramları ve bir takım ayetleri siyasi alanda siyasi bir dil olarak kullanması, muhaliflerinde öfkeye, mensuplarında ise zihnî ve fikrî sıhhat kaybına neden olmuştur.[7]
Millî Selamet Partisi geleneği, o güne kadar özellikle birtakım dernek, vakıf, dergi, ocak vs. gibi sivil ilim, kültür ve fikir muhiti tarafından geliştirilen, belirli bir olgunluğa kavuşturulan; Türkiye’deki bazı toplum kesimlerinin ve mahfillerin çok hususi hassasiyeti ve katılığından dolayı duyarlı olduğu ve ürktüğü birtakım geleneksel değerleri yerli yerine oturtan, bu değerlerin toplumsal ve yasal çatışmalara meydan vermeyecek şekilde, tabii kaidelere uygun olarak seyretmekte olan gelişme sürecinde bir kırılma yaratmıştır. Bu fikrî ve kavramsal (ıstılahi) kırılmanın etkileri bugün hâlâ sürmektedir: Kendisini “İslamcı” olarak tanımlayan bu geleneğin bu günkü temsilcilerinde, devletsiz, vatansız ve bayraksız bir eğilim hâkimdir. Bu tavır bu kişileri, milliyetçi olanlar hariç olmak üzere hemen herkesle (ateist, liberal, bölücü, postmodern) kolayca iş birliğine götürebilmekte; başta, “statüko” olarak tanımlanan devlet olmak üzere, “ortak kötü” olarak adlandırdıkları yapı ve değerlere karşı müttefik bir mücadeleye sevk edebilmektedir.
Türk siyasetinde Türk milliyetçiliğinin etkisi ve rolünü anlamak istediğimizde zorunlu olarak üzerinde odaklanmamız gereken siyasi hareket/parti, hiç şüphesiz Milliyetçi Hareket Partisi olacaktır. Kendisini hem isminde, programında ve tüm siyasi söylemlerinde Türk milliyetçisi olarak tanımlayan bu parti, 1970-1980 döneminde Türk siyasi tarihi bakımından üzerinde özenle ve önemle durmayı hak etmektedir. Bu nedenle, devletin kurucu ideolojisi olarak iddia edilen Türk milliyetçiliği anlayışına ve kendisini bir tarafıyla milliyetçi kabul eden, soldan sağa tüm diğer siyasi gurupların milliyetçilik anlayışına nazaran, Milliyetçi Hareket Partisi’nin Türk milliyetçiliği anlayışının ne olduğunun ortaya konulması gerekmektedir.
Hindistan dönüşü Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Genel Başkanı seçilerek siyasete giren, 1960 Askerî Müdahalesinin Milli Birlik Komitesi üyesi, askerî dönemin bir süre başbakanlık müsteşarı (fiilen başbakanı) olan Alparslan TÜRKEŞ ve arkadaşlarının Türk milliyetçiliği ile temayüz etmeleri: (ve bu yüzden yargılanmaları) 1944’lere kadar gitmektedir. 1944-1945 yıllarında Türkçü-Turancı davasında Alparslan TÜRKEŞ de askerî kimliği ile yargılananlar arasındadır. Yargılamalar sonucu dava beraatla sonuçlanmıştır ama, söz konusu Türkçü-Turancı davalarındaki sanıkların dünya görüşlerine bakıldığında, bu aydınların Türk milliyetçiliği anlayışı ile devletin (İnönü Dönemi) milliyetçilik anlayışı arasında önemli ciddi farkların bulunduğu görülür. Aksi olmuş olsaydı, yani devletin (hükûmetin) milliyetçilik anlayışları ile bu aydınların milliyetçilik anlayışları arasında bir paralellik olsaydı, bu yargılamaların olmaması, bu aydınların hükûmet uygulamalarına karşı muhalif söylemlerinin bulunmaması gerekirdi. Ancak böyle bir anlayış farkı vardır ve bu önemlidir.
Biraz yukarda da belirtildiği üzere, Cumhuriyet Dönemi Türk siyasi tarihine biraz dikkatlice bakıldığında, Yeni Türk Devleti’ni kuran kadronun yaşanmış olan tarihten çıkarttıkları tecrübelerin ve Avrupa’da olup bitenlerin de etkisiyle laik/seküler, pozitivist, Batıcı ve karanlık içinde kabul edilen bir halkı yeniden tasarımlayarak biçimlendirmek amacıyla, onlara karşı soğuk (yabancı) ve Jakoben bir tavır içinde; tarihten ve gelenekten kopuk (ve hatta tarihî ve geleneği suçlayan) bir milliyetçilik (esasen ulusalcılık) ideolojisine sahip olduğunu görürüz.[8] Bu genel görüntüye karşı olarak Mustafa Kemal’in toplumun zaten var olan, bilimsel olarak da ihmali mümkün olamayacak olan dinine verdiği önem ve buna dair çalışmalar, diğer devlet bürokrasisi tarafından yeterince kavranamamış ve bu nedenle yeni rejim bu yönüyle eksik kalmıştır.
Buna karşılık hem verili durumdan hareketle hem de sosyolojik (bilimsel) olarak, devleti kuran ve yöneten kadroya karşı 1940’lı yıllarda ortaya çıkan tamamen sivil milliyetçi aydın muhalefeti, tarihle barışık, geleneği yok saymayan, halkın tümünü kavramaya ve kapsamaya çalışan, ideolojik anlamıyla pozitivizme karşı, ancak bilime ve bilimsel gelişmelere kutsiyet derecesinde önem veren ve bunlara ilave olarak Türkiye dışındaki Türklerin istiklal mücadelelerini ve durumlarını da programlarına, ilgi alanlarına alan bir milliyetçilik anlayışı olmuştur. Devlet ideolojisi dışında sivil karakterli bu hususiyetleri ve özellikle Türkiye dışındaki Türklerin meseleleri ile ilgilenmek anlamında Turancı görüşleri, devlet (iktidar) aygıtı ile bu aydınları çatışmaya götürmüştür. Bu çatışma yukarıda kısaca bahsedilen 1944-1945 Türkçü-Turancı davasını sonuç vermiştir. İşte 1970’lerdeki Milliyetçi Hareket Partisi’nin yeni yönetimi bu gelenek içinden gelen aydınlardan oluşmuştur. Ancak yine de bu insanlar arasında tüm hususlarda mutabık kalınan bir milliyetçilik anlayışından bahsetmek de pek mümkün görünmemektedir. Rahmetli Dündar TAŞER’in tarihten beslenen, geleceğe uzanan, bugünü dünle anlayan emperyal vizyonuna karşı, biraz daha Türkçü Atsız geleneği arasında var olan farklar, belirtilmeyi hak etmektedir. Partinin meşhur Adana İl Kongresinde bu farklar etkili olmuş ve parti görüşleri, Dündar TAŞER’in anladığı milliyetçilik anlayışı etrafında oluşmuş, hareketin siyasi bakışı “ Türklük Gurur ve Şuuru, İslam Ahlak ve Fazileti” şeklinde formülleştirilmiştir. 1980’lere doğru ise Ülkücü teşkilatların tesiriyle bu formülasyon “Nizam-ı Alem” ülküsüne tahvil olmuş, bu ise askerî müdahale sonrası yargılamalarda, Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü kuruluşların, Sıkıyönetim Askerî Mahkeme Savcılığınca “şeriat devleti kurmakla” suçlanmalarını getirmiştir.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin 1970-1980 döneminde Türk siyasetinin en önemli partisi olduğunu söylemek bir mübalağa olmayacaktır. Bunun nedeni Partinin sayısal gücünden daha çok siyasal etkisinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Parti ve onun paralelindeki gençlik teşkilatları mahiyetindeki tüm dernek, vakıf ve benzeri kuruluşlar, 1970-1980 döneminin siyasal kavga ortamında kavganın bir tarafı olmak mecburiyetinde kalmışlardır. Fakat aynı zamanda bu kuruluşlar, bölücü ve komünist solun aksine, toplum kesiminin önemli bir kesiminin temsilcisi olarak etkinliklerini sürdürmüşler, döneminin önemli sivil toplum kuruluşları olmuşlarıdır. Partide her seçimde kavga ve kargaşa ortamına rağmen oylarını yükselterek gelişmesini sürdürmüş, bu arada hükûmet ortaklıkları yapmış, 1980 öncesi son seçim olan 1977 seçimlerine gelindiğinde oylarını %6,4 gibi hatırı sayılır bir yüksekliğe taşımayı başarmıştır. Göstergeler, askerî müdahalenin olmaması hâlinde Milliyetçi Hareket Partisi’nin ciddi bir oy patlaması yapacağını işaret etmekte iken 1980 Askerî Müdahalesi olmuş; müdahale o günkü ABD yönetimi tarafından “bizim çocuklar işi başardı” şeklinde değerlendirilmiş; askerî yönetim döneminde ezilen tek parti Milliyetçi Hareket Partisi, en ciddi sivil hareket ise “Türk Milliyetçiliği” hareketi olmuştur. Bu son gelişme, bazı siyasi analistler tarafından askerî müdahalenin, yükselmekte olan “Türk Milliyetçiliği”nin önünün kesilmesi amacıyla gerçekleştirildiği yorumlarının yapılmasına neden olmuştur. [9]
Türk siyasetinde Milliyetçi Hareket Partisi gibi bir partinin varlığı, zaten var ve gelişmekte olan milliyetçi bir hareketin siyaseten temsil imkânını sağladığı gibi, böyle bir partinin bizzat varlığı, zaman zaman da iktidar ortağı olmanın sağladığı imkânlar, sivil alandaki milliyetçi kadroların yetişmesi, varlığını sürdürmesi, saldırılara karşı direnebilmesi, umutların geleceğe taşınması ve toplumda milliyetçi reflekslerin oluşması açısından son derece önemli olmuştur. Her ne kadar milliyetçi düşünce ve etkilerin tek bir partiyle temsili, onun aynı zamanda herkesin ortak paydası olması gereken değerlerinin aşırı politikleşerek sınırlanması anlamına geleceği çok tartışılmışsa da 1970’li yılların o çok özel ortamında, bu iddianın gerçekçi olduğunu söylemek pek mümkün görülemez. Ayrıca milliyetçiliğin siyaseten güçlü temsili, diğer partilerin de en azından, politik kazanç açısından bile olsa milliyetçi siyasetler geliştirmek zorunda kalmasına, devlet yönetiminde milliyetçi rengin tonunun artmasına neden olarak olumlu bir etki yapmıştır. Milliyetçi Hareket Partisi’nin Türk milliyetçiliğine dair politik tavrı ve vurgusu, sağdaki diğer partileri milliyetçi çizgiye yakın durma gibi bir pozisyona mecbur etmiştir. Kaldı ki Milliyetçi Hareket Partisi her zaman ciddi miktarda toplumsal bir tabana dayanmıştır. Ayrıca Milliyetçi Hareket Partisi hiçbir döneminde Batı’daki anlamıyla “nasyonalist” bir parti olmamış, ancak bu hep görmezden gelinmiş, kasten ve bilinçli olarak hem içerde hem de dışarıda muhalifleri tarafından böyle tanıtılmıştır.
1960-1980 Döneminde Türk Milliyetçiliği ve Sivil Toplum
Öteden beri Türk milliyetçiliği fikriyatına inanan veya kendisini böyle tanımlayan teşkilat veya sivil kuruluşlar, sol (ve şimdilerde liberal) kesimler tarafından “derin devlet”in ya da bu satırların yazarının benimsediği ifade olarak “devlet düzeneği”nin, sivil toplumdaki eli olarak propaganda edilegelmişlerdir. Bu propaganda aslında solun ve bölücü çevrelerin bilinçli politik bir taktik çalışmasından başka bir şey değildir. Bu iddianın sahipleri tezlerini, NATO üyesi ülkelerde devletlerin (veya ABD’nin), “gladio” adı verilen bir örgütlenme ile bu ülkelerde komünizmin yayılmasına karşı sivil toplum kesimleri içinde gizli yapılanmalara gittikleri, ülkenin işgal edilmesi hâlinde bu gizli yapıların refleks hâlinde mücadeleye girecek şekilde gayri nizami bir savaş için örgütlendiklerini, bu yapılanmaların sadece bununla sınırlı kalmayıp, normal zamanlarda da toplum içinde komünizmle mücadele adı altında siyasi bir oluşum yürüttüklerini; devletle gizli ilişkiler içinde bu tarz eylemlerde bulunduklarını iddia ederler. Türkiye bağlamında konuşulduğunda, bu yapılanmanın Türkiye türünün “Özel Harp Dairesi” şeklinde olduğunu ve halk tarafından “kontrgerilla” olarak tanındığını söylerler. Bir başka şekilde Türkiye’de kötü ve muzır bir “derin devlet” vardır ve bu “derin devlet”, ülkenin demokratikleşmesinin, özgürleşmesinin ve zenginleşmesinin önündeki asıl engeli oluşturmaktadır. Bu derinlikten kurtulmak gerekmektedir.
Ancak bilinmesi gerekmektedir ki her devletin bir derinliği olmak mecburiyeti vardır. Veya bir başka ifade ile “derinliği”, yani “ devlet düzeneği” olmayan bir yapı zaten devlet olamaz. Onun için bugün Orta Doğu ülkeleri başta olmak üzere birçok devlet, bu derinlikten yoksun olduğu için devlet olamamıştır. Mevcut siyasi dünya konjonktürün sunmuş/sağlamış olduğu şartlardan istifade ile devlet gibi görünen bir yapıdan öte bir anlam ve ağırlık ifade etmemektedirler. Devleti hizmet sunan bir firma gibi mütalaa eden bu görüş sahipleri, firmaların dahi bir derinliği olduğunu, olmak zorunda olduğunu göremezler, görmezden gelirler.
1980’den sonra ortaya çıkan fikrî travmalardan sonra Türk milliyetçilerinin kendi içlerinden ve muarızlarından “Türk Milliyetçiliği Hareketi”nin sivilliği hususunda şu tarz sorular veya değerlendirmeler gelmiştir:
- Türk milliyetçilerinin devlet ve onun örtülü operasyonlarında rolü var mıdır? Varsa bu rolü nedir? Bu rol öteden beri manuplatif (ve derin) bir ilişkiyle vardı da Türk milliyetçileri bunun farkında olmayarak 1980’lere kadar devam eden bir sürecin figüranları mı oldular?
- Dolayısıyla Türk milliyetçileri bağımsız ve sivil yapılanmalar değil, aksine “devlet düzeneği”nin sivil toplum içindeki uzantıları mı idiler?
- Ve yine dolayısıyla çeşitli gizli işlerin içinden ülkücü Türk milliyetçisi olarak malum şahısların (A. Çatlı gibi) çıkması, bu ilişkilerin tabii bir sonucu mudur?
Türk milliyetçiliği fikriyatı “devlet ebed-müddet” yani sonsuza kadar devlet inancı ile devlet fikrine çok mümtaz bir mevkii verir. Devlet fikrinin bu derece mümtaz bir mevkiye sahip olması onun, ta Bilge Kağan’dan bu yana gerekli, toplum için zaruri olduğu fikrinden gelir. Çünkü Türklere göre devlet, Batı’dakinin aksine toplumun, geleneği, töresi (hukuk sistemi), ahlakı, namusu, onuru, bağımsızlığı ve özgürlüğü anlamına gelmektedir. Yani faşizmin, kutsallaştırmakla beraber, bireyi kendi varlığı için bir aksesuar olarak gördüğü ve gerektiğinde ezen, onu yok sayan anlayışı yerine, Türk devlet geleneğinde devlet anlayışı, devlet başkanı ile herhangi bir vatandaşı, aynı töre (hukuk sistemi) ile bağlı sayan, meşruiyetin bu töreye uygunluk hâlinde söz konusu olduğu bir anlayışa dayanır. Keza devlet başkanının, yani yöneticinin, bir diğer meşruiyet kaynağı, töreye bağlılığın yanında “aç milleti tok yapmak, az milleti çok kılmak, çıplak milleti giydirmek”tir. Görüleceği gibi bunu başaramayan yönetici meşruiyetini kaybedecektir.
İşte bu anlayıştan dolayı Türk milliyetçilerinde aksayan tüm yönlerine rağmen devlet, her hâl ve şartta korunması ve yaşatılması gereken bir kurum olarak mümtaz ve müstesna mevkiini korumuş bu da Türk milliyetçilerinin devlete karşı “yumuşak karnını” oluşturmuştur. Devlete olan bu bağlılık, 12 Eylül hapishanelerinde işkence görmeleri nedeniyle ölümlere, sakat kalmalara ve insanlık dışı muamelelere maruz kalmalarına rağmen, Türk milliyetçilerini uluslararası kuruluşlardan sırf bu konuları incelemek amacıyla gelen temsilcilere, “devlet”i şikâyetten alıkoymuştur. Bu çok yüksek, takdire şayan ama o derecede “ironik” bir durumdur. Çünkü Türk milliyetçisi olduklarını iddia eden “bizim çocuklar”, bu milletin tarihten gelip geleceğe akan asıl damarının mümessilleri olan hakiki Türk milliyetçilerini mahkûm etmişlerdir.
Bu değerlendirme hatası kanaatimizce şuradan kaynaklanmaktadır. Milliyetçi teşkilat ve guruplarda olduğu gibi, tüm siyasal ve sosyal faaliyetlerde devlet görevlileri, mevzuatlarının izin verdiği oranda yer alırlar. Bir başka şekilde polis de, asker de istihbarat görevlisi de oy kullanmaktadır. Bütün bunlar siyasal tercih anlamına gelmektedir ve o kişiyi desteklediği tarafın bir şekilde mensubu yapar. Bu insanların solu ve başka eğilimleri desteklemesi, bu eğilimlerin niçin derin devletle olan ilişkileri olarak mütalaa edilmiyor da, milliyetçi kuruluşlarda yer almaları veya bu tür partileri desteklemeleri “derin ilişki” olarak kabul ediliyor? Bunun nedeni siyasal akımların devlet fikrini verdiği önem ve anlamdan kaynaklanmaktadır. Marksist olduğunuzda teorik, felsefi ve ideolojik olarak devlet fikrine karşı olduğunuz için, devlet görevlisi olarak bu tür siyasal faaliyetlerde bulunmak, derin ilişki suçlamasını getirmemekte, buna karşılık ideolojik olarak devlet fikrine mümtaz bir mevki veriyorsanız ve eğer aynı zamanda devlet görevlisi iseniz bu kolaylıkla derin ilişki suçlamasını mümkün kılmaktadır. 12 Eylül öncesini yaşayanlar bunu çok iyi bilirler. Pol-Der isimli dernek polisler tarafından kurulan bir dernekti; komünist bir dernekti ama kimse bu derneği ve mensuplarını “derin ilişki” içindeler şeklinde suçlamamıştı. Buna mukabil Türk milliyetçisi olan bir diğer polis derneği olan Pol-Bir ise hep bu suçlamaya maruz kalmıştır.
“Türk Milliyetçiliği hareketi”, 1912 yılında bir grup tıbbiyeli askerî okul öğrencilerinin kurduğu Türk Ocağı ile başlayan süreçte, bu ocak kurulurken de 1932 yılında M. Kemal tarafından kapatılmasının istendiği tarihte de sivildir. Keza Türk milliyetçileri 1944 yılında Türkçü-Turancı davasıyla yargılandıkları dönemde de sivildir. Çünkü bu tarihlerde ne NATO vardır ne de “Gladio”. Fakat aynı yıllarda hem komünizm vardır; hem de komünizmi yaymak isteyen ülkeler ve bunların yerli uzantıları .
1960’lı yılların ikinci yarısından 1980’e kadar gelinen dönemde, sivil toplum içinde etkili olan Türk milliyetçisi kuruluşlar olarak artık ülkücü kuruluşları görmekteyiz. Özellikle 1971 Askerî Muhtırasını takiben ülkücü kuruluşların, başta üniversiteler olmak üzere toplumsal alanın tüm kesimlerindeki teşkilatlanmaları ve varlıkları, bu kuruluşları ve mensuplarını, ülkeyi komünist yapmak isteyen tüm odakların hasmı hâline getirmiştir. Bu karışıklık içinde, komünist olan olmayan tüm sol tarafından, Türk milliyetçiliğinin siyasi alandaki mümessili olan Milliyetçi Hareket Partisi ile birlikte, başta ülkücü teşkilatlar olmak üzere tüm milliyetçi kuruluşların, bir mücadele taktiği olarak “kontrgerilla” olarak suçlanması söz konusu olmuştur. İşin tuhaf yanı, bu suçlamanın “dış güçler”in Türkiye içindeki yerli iş birlikçileri görevini üstlenen liberal, kapitalist, sosyalist basın-yayın kuruluşları tarafından da devamlı yapılması olmuştur. Yani, bir hareket sol ağızlara göre “iş birlikçi” olacak ama, aynı iş birliği içinde mütalaa edilen “iş birlikçi yerli basın” tarafından da, (sola göre kendi dışında kalan basın iş birlikçidir) aynen sol ağızla suçlanması, itham edilmesi söz konusu olacaktır. Bu bir çelişkidir. Çelişkidir; nedeni ise daha önce olduğu gibi bu yıllarda da “Türk Milliyetçi Hareketi”nin, ülkenin yegane yerli, bağımsız ve tutulamayan gücü olmasından kaynaklanmıştır.
Türk milliyetçiliğinin (ve Türk milliyetçilerinin) biraz yukarıda bahsedilen nedenlerle devlet fikrine, dolayısıyla mevcut devletin (düzeninin değil) bekasına dair telakkileri, hasım güçler tarafından daima “faşizm” olarak, “kontrgerilla” olarak vasıflandırılmıştır. Türk milliyetçilerinin her ne pahasına olursa olsun öncelikle devletin yaşatılması gerektiği, düzenle ilgili hususların sonraki mesele olduğuna dair bakış açıları, hep görmezden gelinmiş; Türk milliyetçisi güçlerin sosyal, kültürel ve politik tavırları, sola göre halkın demokratikleşmesi, özgürleşmesi önündeki engel olarak kamuoyuna takdim edilmiştir. Bu takdimde o günkü sol iktidarın da önemli bir payı olmuştur. O günkü sol iktidar, devlet aygıtının gücünü ve imkânlarını kullanarak Türk milliyetçisi tüm grup ve teşkilatların üzerine acımasızca gitmiş, onlara göz açtırmamaya çalışmış; ancak bunda başarılı olamamıştır.
1970-1980 dönemi Türk milliyetçiliği hareketi, Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu en temel mesele olan “Kürtçü-Bölücülük” probleminin çözümüne dair devlet düzeneği de dâhil en çok kafa yoran, mesai sarf eden ve çözüm üreten, bunda da başarılı olan tek siyasi harekettir. Dönemin siyasi iktidarının “halklara özgürlük” sloganlarına ve bunu siyasal projeye dönüştürerek bugünkü bölücülüğün temelini atan siyasal tavrına karşılık Türk milliyetçileri, 1980 yılına gelinceye kadar ülkedeki tüm farklılıkları tarihsel anlamı ve muhtevasıyla “Türk-İslam” ülküsü hedefinde buluşturmayı, buradan tüm bu farklılıkları tarihten tevarüs ettiği muhtevasıyla Türk ismi altında toplamayı başarmışlardı. Bu doğal ve tarihe uygun süreç, önce 12 Eylül yönetiminin hatalı politikaları, 1990 yılından bu yana da yaşanan küresel cereyanların etkisiyle kırılmaya uğramış bulunmaktadır.
Türk milliyetçiliği fikri etrafında oluşan faaliyetler, 1980’lere gelinceye kadarki süreçte en kuvvetli (hem sayısal, hem siyasal hem de kültürel bakımdan) sivil toplum hareketini oluşturmuştur. Başta üniversiteler olmak üzere toplumun türlü kesimlerinde, çok büyük taraftar ve sempatizan kitleleri ile dönemin önemli sivil toplum gücünü temsil etmişler, bu güç aynı zamanda siyasal bir güce dönüşerek, Türk siyasetinin millileşmesi yönünde çok önemli etkilerde bulunmuştur. 1980 öncesinde yaşanan anarşi ortamının tarafı olmuş olmak bu gerçeği bozmamakta, tersine teyit etmektedir. Türk milliyetçilerinin bu husustaki taraf olma tavrı, tamamen bu kişilerin millî ahlak, millî kültür ve millî devlet hassasiyetlerinden kaynaklanmıştır. Herhangi bir gücün etki veya manüplasyonu şeklinde ortaya çıkmamıştır.
Türk milliyetçiliği, 1960-1980 döneminde, ilim, fikir ve sanat faaliyetleri bakımından üretken bir dönem yaşamıştır. Üstelik bu dönem, anarşinin her tarafa hâkim olduğu bir dönemdir. Buna rağmen üretkenlik artarak devam etmiştir. 1980 sonrasıyla mukayese edildiğinde bu gerçek, daha açık olarak görülebilecektir. Bu üretkenliğin nedeni, Türk milliyetçiliğinin yaslanmış olduğu tarihî süreçteki medeni ve entelektüel birikimin zenginliği olmalıdır. Çünkü Türk milliyetçiliği geleneğinin entelektüel bir muhitte ortaya çıkması kanaatimizce böyle üretken bir altyapıya imkân vermiştir: Bir taraftan zengin bir tarih ve entelektüel birikim, öbür yandan Türk insanının günlük hayatını ve anlam dünyasını dolduran duygu, düşünce, inanç ve estetik anlayışları, Türk milliyetçisi aydınlara ciddi bir malzeme sunmuştur.
Türk milliyetçiliği kent muhitinde ortaya çıkan, ancak milletin değerleri ile kendisini oluşturan bir düşünce sistemi olduğu içindir ki sınırlı bir aydın hareketi olarak kalmamış, tersine millete mal olmuştur. Nitekim Türk Ocağı hareketi bir aydın hareketidir. Bu nitelik 1960 yılından sonra da devam etmiştir. Dönemin önemli milliyetçi entelektüel kuruluşlarından olan Aydınlar Ocağı da tamamen ilim ve fikir adamı akademisyenlerinden ve diğer insanlardan oluşan bir teşkilat olarak 1960-1980 dönemine; özellikle 1980’lere doğru (ve daha sonra) döneme âdeta damgasını vurmuştur. Türk Ocağının ve Aydınlar Ocağının kültürel muhitlerinden çıkan ilim, fikir adamları ve siyasetçiler, Türk kültür, bilim ve siyaset, birikimine ciddi katkılarda bulunmuşlar, 1960-1980 döneminin Ülkücü Türk Milliyetçiliği hareketinin fikrî beslenmesi, bu ocakların ürettiği fikirlerle gerçekleşmiştir.
Yine bu dönemde Türk milliyetçiliği fikriyatında bir farklılığı temsil etmekle beraber, döneme damgasını vuran fikir hareketlerinden birisi olan “Anadoluculuk” hareketi de özel bir ilgiyi ve bahsi hakikaten hak etmektedir. Felsefeci bir akademisyen olan Nurettin TOPÇU’nun, Fransa dönüşü ülkemizde, İslam/Kur’an referanslı oluşturduğu “Hareket Felsefesi” etrafında toplanan bu aydın gurup, Türklerin sadece Anadolu’daki tarihini veri alarak Anadolu milliyetçiliği (Anadoluculuk) adı altında bir düşünce geliştirmişler, bu düşünce de Türk milliyetçiliği fikriyatına ciddi katkılar sağlamıştır.
Genel olarak bakıldığında 1980 sonrası gelişmeler, 1980 sonrası yaşananlar ve Türkiye’nin bugün karşı karşıya bulunduğu şartlar tartışmasız biçimde Türk milliyetçilerini haklı çıkartmıştır. Haklılık tabii ki her zaman zaferle ya da başarıyla taçlanmıyor ama haklılığı değerli kılan zafer ya da taç değil, hiç kuşkusuz bizatihi haklı olmanın kendisidir.
KAYNAK: TÜRK YURDU