Süleyman Eryiğit: ÜRKEK ATEİZM: AGNOSTİSİZM

ÜRKEK ATEİZM: AGNOSTİSİZM

Süleyman Eryiğit

Batı Düşünce Geleneği/Tarihi içerisinde 19’uncu yüzyıl, çok önemli bir dönemeci; bir başka ifade ile kırılmayı ifade eder. Çünkü, Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma’nın oluşturduğu  düşünce ikliminin ardından yaratılan bilgi ve bilimsel yaklaşımla ortaya çıkan Endüstri Devrimi’nin apaçık olan başarılarına rağmen bu yüzyıl, eski/geleneksel  olanın son hamlesi olacak olan Romantizm Akımı’nın, çok ağır bir yenilgi alarak sahneden çekildiği bir yüzyılı anlatır.  Bir başka şekilde söyleyecek olursak; Endüstri Devrimi’nin yarattığı mekanizme ve makineleşmeye karşı duyguyu, ruhu ve tinsel olanı savunan Romantizm Akımı,  çok geçmeden müthiş bir mağlubiyet alacak ve sahneyi insan zekâsının yaratıcı egemenliğine terk edecektir. Romantizm’in bu hamlesi ve yenilgisi, dilimize merhum Erol Güngör tarafından Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme ismiyle çevrilen, Paul Hazard’ın  “La Crise de la Conscience Europenne’  adlı eserinde çok etkileyici olarak anlatılmıştır.[1]

Avrupa/Batı Düşüncesi’nin bu yüzyılında, yani 19’uncu yüzyılda, artık Tanrı’nın yerini bilimin, inancın yerini de ateist felsefenin aldığını görürüz. Bu yüzyılın “Tanrı’sız ve “Din”siz iklimi, etkisini müteakip yüzyılda da gösterecek; makineleşmenin yarattığı mekanik güçle dünya, tarihinde görmediği hacim ve hasarla iki savaş yaşayacaktır. Gerçi bu savaşların zihnî/düşünsel arka planında, Avrupa/Batı Düşüncesi’nin iliklerine kadar işlemiş bulunan teolojik dogma ve kabullerin etkisi de görülür ama, bu savaşları yaratan dinamikler içerisinde en büyük etki ya da itkiyi yaratanın teknolojinin gücü ve  buna bağlı olarak pozitif bilime olan imanın yarattığı düşünce evreni olduğunu tespit etmek zorunda kalırız.   Çünkü bilim; yani pozitif bilimsel düşünme ve eyleme biçiminin yöntem ve araçları, askeri teknolojideki ve mühendislikte yarattığı güçle bu bilgilere sahip ülkelerin gücünü daha önce görülmediği biçimde artırmanın yanında, insan zekâsının doğayı anlamada ve onu dönüştürmede yakaladığı büyük başarı da, özellikle Batı’lı entelektüelin zihnî/ bilişsel evreninde de köklü dönüşüme neden olmuştur. Gelinen bu aşamada doğa artık insanı aşan bir hikmete, kutsallığa ve anlaşılmazlığa sahip değildir. Bu kanaatin/inancın oluşmasında, teknik bilgi ve mühendisliğin yarattığı makine ve mekanizasyonun başarısı, Kilise’ye karşı bilim adamı ile mühendisin, bunlar marifetiyle fabrika sistemini düzenleyen ve işleten girişimcinin hem meşruiyetini sağlamış hem de gücünü pekiştirmiştir. 19’uncu yüzyıl aynı zamanda Sanayii Kapitalizmi’nin meydanı; yani hem pazarı hem de siyasal alanı ele geçirdiği bir yüzyıldır.

Endüstri Devrimi’nin; yani girişimcinin, bilim adamının ve mühendisin yapıp ettikleri ile gerileyen Kilise yine de büyük darbeyi bunlardan değil, bir doğa bilimci olan Charles Darwin’den almıştır. Öteden beri var olanın; yani varlık olarak kendimiz, çevremiz ve evrene dair tüm telakkilerimiz; ister salt felsefeden, ister salt teolojiden ve ister bu ikisinin sentezinden hareket etsin, insanı kaçınılmaz olarak bir Yaratıcı Fail; yani Tanrı fikrine götürüyordu. Bu akıl yürütme ve bunun sonucu olarak bir “ilk Neden” veya  “İlk İlke”,  bizim “nasıl olduğunu” bilemeyeceğimiz şekilde, bu varlık âlemine vücud vermişti. Oysa bu defa bilimsel düşünce ve yöntem, doğada bu işleyişlerin ve oluşların nasıl olduğunu bize gösteriyordu. Öyleyse bilimin açıklayamayacağı hiçbir olgu ya da oluş söz konusu olamazdı. Ve dolayısıyla pozitif bilimsel araştırma yönteminin bulgularıyla açıklanamayacak olan telakkiler şüpheyle karşılanmalıydı ve öyle oldu. Bunlar  insanın vehimlerinden ibaretti. Tanrı inancı da bunlardan birisiydi. Evet O’na inanıyorduk ama O’nun varlığını ya da yokluğunu bilimsel araştırma yöntemleri ve araçları ile gösteremiyorduk. Bununla birlikte bu fikirden de kendimizi kurtaramıyorduk. Öyleyse yapılması gereken,  O’nun varlığının ya da yokluğunun bilinemeyeceğine karar vermek ve onu hayatın dışında tutmaktı.

Kendilerini agnostik olarak tanımlayanlar böyle yaptılar. Bunların başında Darwin’den ilham ve cesaret alan Thomas Huxley gelir. Ayrıca, kavramın kendisi değil, bu tarz düşünce biçiminin başlangıcı Yunanlı antik filozof Protogoras’a kadar götürülebilirse de[2], agnostisizm kavramı ve konusu ile ilgili kaynaklar, kısacı agnostisizm olarak Batı Düşünce Evreni’ne dahil olan bu isimlendirmenin/kavramın da ilk kullanıcısının, Darwin’in arkadaşı olan Thomas Huxley olduğunu söylemektedir.[3]

Yine kaynaklara göre kendisini agnostik kavramının tanımı içinde gören Darwin,[4] kendisi böyle amaçlamamış olsa bile Batı Düşünce Geleneğinde, Tanrısız ve dinsiz bir felsefenin ve bilim anlayışının “ilk etkeni” gibi görünmektedir. Bu konuda Warburton şöyle demektedir: “Darwin’in ortaya attığı bu bilimsel teorinin bir sonucu da Tanrı’nın olmadığı fikrine inanmanın, hiç olmadığı kadar kolay bir hale gelmesi oldu. Zoolog Richard Dawkins, Türlerin Kökeni kitabının yayımlandığı tarih olan 1859 yılından önce ateist olmayı hayal bile edemem der.”[5] Bu tespiti yaptıktan sonra Warburton, Darwin’in tüm bilim ve felsefe insanlarını etkileyen teorisi hakkında kendisi de şu bilimsel(!) yorumda bulunur:

“Evrim akılsız bir süreçtir. Arkasında bilinç ya da Tanrı yoktur ya da en azından, arkasında bunun gibi bir şeyin olmasına ihtiyacı yoktur. Kişisel değildir; otomatik olarak çalışmaya devam eden bir makinedir. Nereye gideceğini bilmeyen, ortaya çıkardığı hayvanlar ve bitkiler hakkında düşünmeyen kör bir süreçtir. Onları umursamaz da. Ürünlerini –bitkiler ve hayvanlar- gördüğümüz zaman, biri tarafından zekice tasarlanmış olmadıklarını düşünmek zordur. Darwin’in teorisi daha basit ve ayrıntılı bir açıklama sağlar. Ayrıca yaşadıkları çevreye adapte olan farklı türlerle birlikte neden bu kadar fazla canlı türü olduğunu açıklar.”[6]

Evrim Teorisi’nin Darwin’den önce Lamarck ve Darwin’in büyükbabası tarafından daha önce savunulduğunu belirten Russel ise Darwin’in modern pozitif bilim paradigmasına yaptığı etkiyi de şöyle ifade etmektedir: “Galileo ve Newton 17’inci yüzyıl için neyse Darwin 19’uncu yüzyıl için oydu.”[7]

İşte, agnostisizmin en azından Batı Düşüncesi bakımından isim babası olarak gösterilen Huxley’in, bir biyolog ve Darwin’in arkadaşı olarak bu teoriden çok etkilendiği ve bu etkiyle agnostik olmayı tercih ettiği anlaşılmaktadır. Kitab-ı Mukaddes’in özellikle yaratılışa ve dünya tarihine dair verdiği bilgilerle, evrenin ve dünyanın yaşına dair hesaplamaların bilim tarafından onaylanmaması, ayrıca Kilise’nin dünya merkezli evren modeline dair kabulünün ve öğretisinin Kopernik, Galileo ve Kepler tarafından yıkılması nedeniyle, Batı’lı entelektüellerin dine karşı oluşmuş olan negatif tavırları için Darwin’in teorisi bir açıklama getiriyordu.

Ancak tüm bu “kanıt” ve gerekçelere rağmen dini reddetmek, içinde bulunulan sosyo-kültürel ve insan psikolojisinin doğası yüzünden,  öyle çok kolay yapılabilecek bir iş değildi. İşte bu nedenlerden dolayı olsa gerek örneğin Huxley dahi şöyle konuşmaktadır: “

“Entelektüel bir olgunluğa ulaşıp, kendi kendime bir ateist mi, teist mi, yoksa bir panteist mi; bir materyalist mi yoksa bir idealist mi; bir Hıristiyan mı yoksa bağımsız bir düşünür mü olduğumu sorduğumda gördüm ki, daha çok öğrendikçe ve daha çok düşündükçe bu soruya cevap vermeye daha az hazır oluyorum. Sonunda şu sonuca vardım: Bu gruplardan sonuncusu [bağımsız bir düşünür] dışında hiçbirinin ne ürünü ne de mensubuyum. Bu gruplara mensup insanların çoğunun üzerinde uzlaştığı tek bir şey vardı ve ben o şeyde onlardan ayrılıyordum. Hepsi de kesin bir “gnosis”i elde ettiklerinden ve varoluş sorununu çözdüklerinden çok emindiler. Bense böyle bir bilgiye sahip olmadığımdan ve varoluş sorununu çözemediğimden neredeyse eminim. Ayrıca bu sorunun çözülemez olduğuna güçlü bir inancım var.”[8]

Agnostisizmin Epistemolojik Tutarsızlığı

Agnostisizm,”Tanrı’nın varlığı veya yokluğu” da dâhil olmak üzere, metafizik konuların insan aklı/zekâsı tarafından asla bilinemeyeceğini ve/veya mantıksal olarak da temellendirilemeyeceğini savunur. Bu hususta yine Huxley’e müracaat edersek o, bu inancını şöyle ifade eder:

“Aslında agnostisizm, bir inanç değil bir yöntemdir. Bu yöntemin özünde tek bir prensibe sıkı sıkıya bağlılık bulunur… Söz konusu prensip, pozitif olarak şöyle ifade edilebilir: Zekânı kullanman gereken konularda aklını seni götürdüğü son noktaya kadar, başka hiçbir şeyi dikkate almadan kullan. Negatif olarak da şöyle: Zekânı kullanman gereken konularda, kanıtlanmamış veya kanıtlanması mümkün olmayan sonuçlara kesin doğruymuş gibi sarılma. İşte bunu ben agnostiğin inancı olarak benimsiyorum.”[9]

Görüleceği üzere; bilgi felsefesi bakamından Huxley, mantıkçı bir pozitivizmi ve pozitif bilimsel yöntemi esas almakta; buradan, bu iki yöntemle ulaşılamayan bilgiyi yok saymaktadır. Bir başka şekilde söyleyecek olursak kısaca; gözlem, deney ve sınama konusu yapılamayan tüm bilgi imkânlarını Huxley yok saymaktadır. Ve her ne kadar “agnostisizm, bir inanç değil bir yöntemdir” demiş olsa da[10] aslında içinde bulunduğu durum bir inanca; yani dogmaya tekabül eder. Çünkü eğer bilgi konusu olarak insan zihnini ve aklını meşgul eden bir konu varsa; bu aynı zamanda bunun bilgisinin elde edilmesinin gerekliliğini de içerir. Bu durumda bu bilginin elde edilmesinin elimizde araç ve yöntemlerinin bulunmaması durumunda; bu konuların bilinemez/bilinemeyecek olduğunun kabulü, aslında bir bilme halidir. Yani, bilinemeyecek olanın bilinmesi, bir bilme halidir. Öyleyse bu bilme halinin, kendi iç tutarlılığı için, kendi önermeleri üzerinden temellendirilmesi gerekir. Oysa agnostisizm bunu yapamaz. Çünkü itibar ettiği araç ve yöntemler bu bilgiyi elde etmede yeterli ve yetkin değildir. Dolayısıyla elinizde bulunan araç ve yöntemlerin, herhangi bir bilgi konusuna dair bilgiyi elde etmede yetersiz ve yetkinliksiz kalması, orada bir bilginin bulunmadığını göstermez. Kaldı ki, “burası bilinemez” önermesi veya kabulü, bu alanın bilinemeyecek olduğuna dair bir bilgi halini ifade eder ki, agnostisizme, bunu nasıl bildiği sorulunca, buna da kendi yöntem ve araçları üzerinde temellendirilebilecek bir cevabı olamayacaktır. İşte bu durum agnostisizmin bir inanç/dogma olduğunu gösterir. Konuyu tahlil ve tespit etmeye biraz daha devam edersek, şunları da ilave etmemiz gerekir:

Agnostisizm, kendi durduğu yeri ve duruşunu pozitif bilimsel bilginin yapıp ettikleri ve gücü üzerinden temin eder ve buradan tahkim etmeye çalışır. Ancak biraz dikkatli bakıldığında bunda başarılı olmadığı ve olamayacağı görülür. Çünkü, pozitif bilimsel bilgi paradigması gözlem, deney, sınama biçimde tamamen olgusal/nesnel olandan hareketle oluşmuştur ve yine buradan ürettiği teori ve kabullerle/yasalarla yoluna devam eder. İnsan üzerinde dururken ve çalışırken de insanın biyolojik ve hormonal boyutuna yaslanır ve insanı bu özellikleriyle anlamaya açıklamaya çalışır. Burada bir hakkı tespit etmek gerekir. Modern pozitif bilimsel bilgi paradigması, bu araç ve yöntemlerle insanoğlunun bu günkü uygarlığını yaratmış; onun kendi dışında bir başka otoriteye gerek duymayacağı gibi bir yanılsamayı da üretmiştir. Ancak olgusal alandaki tüm başarılarına rağmen modern pozitif bilimsel bilgi anlayışı ve yöntemi,  varlığın varlık olarak nedeni ve onun mahiyeti ve Tanrı inancını veya Tanrı fikrini; yani felsefenin metafizik olarak tanımladığı soruları sormasını, insanoğlunun zihninden tasfiye edememiştir.

Bu tespit bizi bir tartışma ve bilgi felsefesi konusuna getirmektedir: İnsan düşüncesinin nesnesi olan soru ve sorunların nedeni ve varlığı nedir? Bir başka şekilde söyleyecek olursak; olgusal/nesnel âlemdeki araç ve yöntemlerle gözlenemeyen, deneylenemeyen ve sınanamayan düşünce nesnelerinin varlığı ve bunların anlamı nedir? İnsan zihni bunları niçin üretmekte ya da sormakta ve bilmek istemektedir? Düşünce nesneleri bir yanılsamadan mı ibarettir? Bu hükme varmak öyle kolayca mümkün müdür? Çünkü, insan bu ihtiyaç ve düşüncelerden kendisini kurtaramadığına göre, bu düşünce nesnelerini -bir yanılsama değil de- insan için olgusal/nesnel âlemin bilinme imkân ve araçlarıyla  bilinemeyen ve ancak  inanca karşılık gelen bir bilgi/bilme hali olarak kabul etmek gerekmez mi?[11]

Her bir insanın tamamen kendi özel ve öznel tecrübeleri üzerinden baktığımızda bu soruya cevabımız, kaçınılmaz olarak “evet, kabul etmek gerekir!” olacaktır. Öyleyse agnostisizmin bir yöntem ya da bir inanç olarak amentüsü olan; “tecrübe ile; nesnel ve olgusal olarak bir şeyi gösteremiyor ve açıklayamıyorsam o şey bilinemez” önermesi geçerliliğini kaybedecektir. Çünkü bu önerme, insanın kendi iç âlemindeki metafizik soru ve arayışlara karşılık gelen boyutunu yok saymakta; üstelik de bunu “objektif olma tavrı” olarak kendince bilimsel bir temele oturtmaktadır. Oysa açıkça görüleceği üzere bu yaklaşım,  modern pozitif bilimsel bilgi anlayışının/paradigmasının tavrının aynısıdır ve ideolojiktir.

Metafizik Bilginin İmkânı

Yukarıdan bu yana yapmaya çalıştığımız tartışma bizi şu noktaya getirmektedir: İnsan metafizik bilgi ve itminan içinde olmak isteyen bir varlıktır. Bununla birlikte insan, tüm muktedirliğine rağmen, metafizik bilgiye açlık duyuyorsa; yani bu ihtiyaç tamamen insanî bir ihtiyaçsa; bu halde metafizik bir alan ve bunun bilgisi olmalıdır. Bu bilginin gözlem, deney ve tekrar sınama ile gösterilemiyor olması, böyle bir varlık ve bilgi alanının olmadığını değil; böyle bir varlık ve bilgi alanına dair bilgi edinme imkânının, elindeki araçları ancak ve sadece gözlem, deney ve sınanma olan bilimin yol, yordam ve yöntemleriyle olamayacağını gösterir.

Metafizik bilgi açlığının ve arzusunun en temel düşünce nesnesi, Tanrı’dır. Felsefî ya da teolojik olsun, metafizik alanına dâhil edilebilecek olan diğer tüm hususlar tartışma konuları Tanrı’dan sonra ve özünde O’na bağlı olarak var olurlar. Bununla birlikte ister felsefenin yöntemi olan akıl yürütmeyle varılmış olsun, ister bir teolojinin verdiği haberle/bilgiyle/vahiyle olsun, Tanrı inancı bizde verili olan iç sesimizin bizi götürdüğü bir bilgidir. Modern pozitif bilimsel bilginin veya agnostisizmin kabulleri, bu gerçeği/gerçekliği ortadan kaldıramaz; kaldıramamaktadır.

Bununla birlikte; yani aklın ve iç sesin bir verisi olmakla beraber Tanrı, kanıtlamanın değil imanın konusudur. Bu iç ses,  şeksiz şüphesiz bir bilgi verisidir ve insan bu bilginin neye tekabül ettiğini merak etmekte; bu bilgi verisinden bilginin de kendisine ulaşmak istemektedir. Buna karşılık modern pozitif bilimsel bilgi anlayışı, kullandığı araç ve yöntemleri ve ürettiği sonuçlar ile insanı bu bilgiye götürememektedir. Çünkü modern pozitif bilgi paradigmasının doğası buna muktedir değildir ve olamaz. Bu hükmün/yargının veya kabulün kaçınılmaz sonucu ise şu olacaktır: Peki o halde metafizik bilgi ve bilmenin imkânı var mıdır ve varsa bu bilgi nasıl elde edilebilir?

Bu bilgiye ulaşmanın yolu ve imkânı,  her biri tarihsel birer gerçek şahsiyet olan nebilerin/resullerin/peygamberlerin getirdiği haberlere; yani vahyî bilgiyle mümkündür. Kaldı ki,  bu bilgi kaynaklarına ve bunların getirdiği bu bilgilere itibar etmemek, gerçekliğin metafizik bir mahiyeti olduğunu da ona fısıldayan bu sesi susturmak için kafayı kuma gömmek, aklı ve onun kullanımını esas alan bir insan için rasyonel bir davranış olmayacaktır. Nitekim bu hakikatinden dolayı aleti sadece akıl olan felsefenin en temel başlığını da metafizik oluşturmuştur.

Nihayet; agnostisizm, bilimsel bir duruş ya da yaklaşım değil, kendisini bilimsellik ambalajına büründürmüş bir ateizmdir. Bir başka ifade ile agnostisizm son tahlilde,  ideolojik tercihten ibaret olan ürkek bir ateizmden başka bir şey değildir.

[1] Paul Hazard, Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, Çeviren; Erol Güngör, Tur Yayınları, İstanbul 1981.
[2] Bakınız: TDV İslâm Ansiklopedisi; Lâedriye Maddesi, Yazan İlhan Kutluer,  http://islamansiklopedisi.org. (ErişimTarihi: 14.01.2022).,Ferit Uslu, Agnostisizm, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/1, c. 11, sayı: 21, ss. 5-28.  https://dergipark.org.tr.( Erişim Tarihi: 14.01.2022).
[3] Bakınız: S. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara, 1996., Uslu, s.7.
[4] Nigel Warburton, Felsefenin Kısa Tarihi, Çeviren: Güçlü Ateşoğlu, Alfa/Felsefe, İstanbul 2019, s. 226-227.
[5] Warburton, s. 220.
[6] Warburton, s. 225.
[7] Bertrand Russel, Batı Felsefesi Tarihi: İlkçağ-Ortaçağ-Yeniçağ, Çeviren, Muammer Sencer, Say Kitap Pazarlama, İstanbul 1983, s. 712.
[8] Thomas Huxley, “Agnosticism”, Collected Essays: Volume V: Science And Christian Tradition, D. Appleton and Company, New York 1902, s. 238’den nakleden, Uslu, s.12.
[9] Huxley, “Agnosticism”, Collected Essays’den nakleden Uslu, s. 9-10.
[10] Aslında yukarıdaki alıntıda görüleceği üzere Huxley son cümle olarak; “işte ben bunu agnostiğin inancı olarak benimsiyorum” diyerek, içinde bulunduğu halin bir tavır alma, bir tercih olduğunu söylemektedir.
[11] Burada zikredilen düşünce nesneleri kavramı ile kastedilen şey; somut olgusal ve oluşsal âlemde karşılaşılmayan veya somut olgusal ve oluşsal âlemden elde edilen imgelenimlerle tasavvur edilen (örneğin kanatlı at gibi) şeyler değildir. Burada kastedilen, aşkın olan ve biçim kabul etmeyen ve fakat varlığını; var olması gerektiğini düşünmekten kendimizi alamadığımız düşünce nesnelerdir: Örneğin Tanrı.