En Büyük Tehlike: Okumak
Tarık BUĞRA
Tercüman, 1969
Biz, “Can boğazdan gelir” diye baklavaya, böreğe, mantıya yumulan bir toplumduk. Çoğunlukla gene de öyleyiz ya, “Can boğazdan gider” demesini öğrenenlerimiz de var artık. Karaciğer veya safra keseleri içinmiş gibi, tencereleri, tabakları için reçete yazdırtanları, perhiz üzerine tartışmaya girişenleri görüyoruz. Sözün kısası -geri veya ileri- insanlar beslenmenin de bir bilim konusu olduğunu anladılar. Herkes gücüne göre buna uymaya çalışıyor. Bu bir gerçek.
Ama daha çok ilgi çekici bir gerçek var: İnsanların çoğu ve insanlarımızın hemen hemen hepsi, sıra okumaya gelince, hâlâ “Can boğazdan gelir” anlayış ve tutumuna bağlı.
Okuyanlarımız az. Hele “okuma oburları”mız? Onlar büsbütün az. Fakat bunların, işte bunların Türkiye için büyük bir tehlike olmadığını söyleyebilir misiniz?
Şu güzelim “somun pehlivanı” sözünü biz bulmuşuz. Bana soracak olursanız, bu sözü okuma alanına aktarmanın sırası çoktan gelmiştir, hem de eni konu bir problem olarak:
Gencecik delikanlılar görüyorum. Hepsi de çıta gibi şeyler. Kasları sırımlaşmış. Ama konuşuncaya kadar. Konuşunca değişiyorlar, onlar gidiyor, yerlerini ‘somun pehlivanları’ alıyor. O biçim okumuşlar, “can boğazdan gelir ‘ demiş, mantıya, baklavaya, böreğe yumulmuşlar. Okudukça yağ bağlamış, kalça, göbek koyvermiş beyinleri.
Suçlamıyorum. Söylemek istediğim daha başka bir şey: Okumanın da bir hijyeni var, okumak da bir sanat. İşte bunu öğretmemişler onlara. Eğitimimiz hâlâ “can boğazdan gelir” dönemini yaşıyor. Söylemek istediğim işte bu. Ve demek istiyorum ki, bu eğitim “okuma oburları”mızı oldukça cahilleştirmektedir. Açıklamaya değer mi bilmem? Cahillik bilgisizlikten çok daha ötede bir şeydir. Bilgisize acı, ama cahilden kork. O yalnız bilmediğini bilmeyen değil, bildiğine, hattâ yalnız kendisinin bildiğine, gerçekleri ve hakikatleri tapulu malı yaptığına inanandır. Yobazları ve yobazlıkları türeten şovdur bu.
***
Okumak, okumak, oburcasına okumak, ama tek yönde, tek görüşe bağlı kalarak okumak! Cahilleşmek için harcanan hazin çabadır işte bu. Sonunda da bir bakıyorsunuz “can boğazdan” uçup gitmiş, önce katmer katmer yağ bağlayan beyin, çok geçmeden lapacının biri, bir somun pehlivanı olup çıkmış.
Politikadan ne kadar uzağım bilseniz. Politik tutumlar bana yalnız vız gelmiyor, yararsız da buluyorum onları. İnsanı kurtaralım biz, önce kendimizi kurtaralım, kuralım. Bunun da ilk şartı yakamızı politikacılara kaptırmamaktır.
Bu basit hakikate karşılık, bizim “okuma oburları”mız, korkunç bir psiko-tekniğin, propagandanın baskısı altında okudukça cahilleşiyor, okudukça politikanın milisleri arasına katılıyorlar. Sanat mı? Şiir, hikâye, roman veya tiyatro mu? Bütün okudukları -ne demekse o- sosyal gerçekçi, Marksist-sosyalist propaganda kitapları yâni. Kırk paralık sinemamız bile öyle. Öyle olunca da sanata gömüldükçe sanattan uzaklaşmazlar da ne olurlar? Sanat, bu insanı insan yapan, entellektüel çaba insanı köleleştirmekten, robotlaştırmaktan başka bir işe yaramaz artık. (İşte Mao gençliği ve bütün diktatörlüklerdeki gençlik.)
Karşı anlayışlara ve düşünce tarzlarına pencerelerini sımsıkı kapatan alternatifleri bilmeyen “okuma oburu” mu? Fakat onun Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan zavallıdan ne farkı vardır? İkisi de ancak bir tek şeye inanır, ikisi de kabilenin sihirbazına göre yaşar ve savaşır.
Bir “okuma oburu” tanıyorum. Bir gün kendisine beş, on isim sordum. Hemen hemen hepsi de Nobel almıştı. Hayır, hiçbirini bilmiyordu; çünkü hiçbirisi de Marksist-Sosyalist değildi onların. Böylece de bizim “obur’’ koşulduğu dolabı dünyaya değişmiş oluyordu. Anlar gibi oldu ve isyan etti. Memnundu artık çevirip durduğu dolaptan: O çemberin dışı uçurumdan beterdi onun için.
Eğitimcilerimizin, yâni Türkiye’nin kaderini ellerinde tutanların bu denemeyi daha geniş çapta yapmalarını ne kadar isterdim. Hattâ işe kendilerinden başlamaları ne kadar iyi olurdu. Çünkü bu deneme yapılınca Türkiye’nin nereye sürüklenmek istendiği, hattâ sürüklendiği ortaya çıkardı. Çıkardı da şöyle bir silkinirlerdi.. belki.
Umut işte.
***
Bomboş bir umut ama. İstediğiniz kadar acı, istediğiniz kadar küçültücü bulunuz, size iki kere iki dört eder diyorum: Türkiye bugün eğitimi bilmeyen veya bilmek istemeyen eğitimciler yüzünden “beyin”lerini propagandaya kaptırmıştır. Daha acısını söyleyebilirim: Teslim etmiştir. Hesabını biz sormazsak kim soracak?
Yok Marksizm, yok sosyalizm veya şeriatçılık., lâftır bunlar. Bunların hiçbirisi, hiçbir toplumda kendi başlarına ve öyle oldukları için tehlikeli olamamışlardır. Olamazlar da. İşte komünist partilerin, kralcı partilerin, dinci partilerin vızır vızır çalışmakta oldukları cumhuriyet ülkeleri! Hangisi bizim yasaklar ülkesinden daha kötü durumda? Hangisi -bu bakımdan- kötü durumda? Söz buraya geldi mi, “Eee, onlar..’’ deriz de, neden “Eee, onlar” demek zorunda kaldığımızı düşünmeyiz, eğitimi düşünmeyiz.
Onlar bizden kötü durumda olmamışlardır. Olmazlar da. Çünkü hiçbirinde “beyinleri propagandaya teslim eden, satan bir eğitim yoktur. Çünkü hiçbirinde “can boğazdan gelir ’ tutumunu başıboş bırakan eğitim yoktur.
Sözün kısası bu bir eğitim meselesidir. Beslenmek mi? Elbette. Ama beslenmek nedir? Baklavaya, böreğe, mantıya, bulgur pilâvı ile kurufasulyaya yumulmak mı, yoksa?
Beslenmek yaşatır ve öldürür.
Sorunuz şimdi sorumlulara, yâni eğitimcilere, yâni o müsteşarlara, genel müdürlere, talim terbiye üyelerine: Yaşatmak mı istiyorlar, yoksa yora yora, yıprata yıprata öldürmek mi?
(Düşman Kazanmak Sanatı, s.24)