Türk Milliyetçiliğinin
Arada Kalmışlığına
Dair
Çocukluk yıllarını benim gibi seksenlerin sonu ila doksanların başında tahsil edenler hatırlayacaklardır: Çocuk dünyamızda mühim bir yer işgal eden “Susam Sokağı”nın, kukla karakterlerinden birisi, iki canavarın arasında kalır ve içinde bulunduğu durumun vahametini küçük yüreklerimize duyurabilmek için şarkısını söylemeye başlar:
“Arada kaldım/Tam arada/Sıkıştım kaldım burada, arada/ Arada kaldım arada/ Anlarsınız/ Çok tatsız bir durum bu/ Arada kalmak/ …/ Başıma gelen en acıklı durumdur bu/ Arada kaldım/ Tam arada/ Biri önce bu yöne iter/ Diğeri öbür yöne/ Sıkıştırıp dururlar…”
Sanırım hâlâ biraz çocuk kalmış olmanın ve tabiî arada sırada bizim eski çizgi kahramanlar hâlâ yaşıyorlar mı, diye meraklanıp onların semtine uğramanın saikıyla olacak, küçük ve sevimli lakin bir o kadar da zavallı kuklamızın içerisinde debelendiği bu tatsız, bu acıklı, bu kötü, bu feci, üstelik kurtuluş ümidi de taşımayan durumun; arada kalmanın, iki kuvvetin arasında sıkışıp bunalmanın, bir sağa-bir sola çekilmenin bendeki karşılığı hep sarsıcı olmuş ve hep bir başka arada kalmışlıkla ayniyet kurmama vesile olacak çağrışımlar doğurmuştur.
Bu bir başka arada kalmışlık meselesini açmak, görünür kılabilmek için, “arada kaldım” nam şarkıyı sevimli kahramanımızın yerine herhangi bir Türk milliyetçisinin mırıldandığını düşünelim. Hatta meseleyi daha da somutlaştırmak için bu “herhangi bir Türk milliyetçisi” gibi müphem bir özne yerine doğrudan bir özel ismi yerleştirerek, bu ismin hikâyesinden hareket edelim. Bu isim öyle ortalama bir Türk milliyetçisi olmasın da tanınır, bilinir, eser sahibi, Türk milliyetçiliğini temsil edebilme kabiliyetini haiz bir düşünür olsun. Mesela“memleketimizde üç fikir cereyanı vardır” diyen, aslında cereyanlar ikiyken üçüncüsünün ortaya çıkışına omuz vererek kendi arada kalmışlığını hazırlayan Ziya Gökalp’ın trajedisine dikkat kesilelim.
Gökalp’a göre memleketimizdeki üç fikir cereyanı da hakikiihtiyaçlardan doğmuştu. Aydınlarımız önce “muasırlaşmak” sonra “İslamlaşmak”ihtiyacı duymuşlardı. Şimdi bu iki ihtiyaca bir de Türkleşmek emeli katılmıştı. Lakin Türkleşmek ihtiyacının da başta Gökalp olmak üzere bu ihtiyacı duyanların karşı karşıya kaldıkları şey, diğer iki cereyan arasında kalmanın dayanılmaz baskısıydı. Teferruatı bir kenara bırakırsak; ilk cereyan,yani muasırlaşmak/Batıcılık/Tanzimatçılık cereyanı değişimden; ikincisi ise, yani İslamlaşmak cereyanı “biz olarak kalmak” ihtiyacından neşet etmişti. Gökalp ve mesai arkadaşlarının arayışı ise “biz kalarak değişmek” üzerine kurulu bir üçüncü yoldu. Toplumsal bir hakikate tekabül ettiğini belirttiği bu üç ihtiyacı yeniden tanımlayan Gökalp, cereyanların ortaya çıkış sırasını esas alan klasik kronolojik yaklaşımı bir kenara bırakarak Türklüğü başa/merkeze alan bir formülasyona gitti ve kendi sistemini bir sacayağına oturttu: “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak”. Ne olduysa da bundan sonra oldu.
Muasırlaşmak cereyanının salikleri Gökalp’in formülünü bir eksik modernleşme olarak telakki ettiler, ziraonların nazarında Avrupa medeniyeti gülü ve dikeniyle bir bütündü. Ayrıca içlerindeki Osmanlıcılar Türkleşmeye, Türklüğü Osmanlı sınırları dâhilinde algılayanları Türkleşmenin zorunlu neticesi olan Turancılığa, materyalist eğilimlileri deİslamlaşmaya mesafeli durdular. Gökalp’in sistemini fazla modernist ve seküler bulan İslamcıların ise bir kısmı muasırlaşmakla, bir kısmı da hem muasırlaşmak hem de Türkleşmek ilekavga ettiler. Türkçüler, mesele “biz olarak kalmak” olduğunda İslamcıların tarafına meyletmiş gibi görünüp Batıcıların tazyikine maruz kaldılar, söz konusu muasırlaşmak olduğunda da “Batıcılaşmış” gibi algılanıp İslamcıların taarruzuyla karşılaştılar.
Hikâyenin başladığı yer burasıdır ve o günlerden bugüne diğer iki cereyanın mensuplarının ayrı taraflardan Gökalp’a ve Türk milliyetçiliğine izafe ettikleri, hem “dinsizlik” hem de “şeriatçılık/dincilik” gibi bir kişinin ve bir cereyanın aynı anda nefsinde cem edemeyeceği, çelişik, dolayısıyla birbirini hükümsüz kılan vasıflar bu arada kalmışlığın manidar bir tezahürüdür. Gökalp’ın trajedisi,Türk milliyetçiliğinin kaderi olmuştur. Meşrutiyet günlerinden zamanımıza kadar Türk milliyetçiliğinin tarihini,“bir arada kalmışlık tarihi” şeklinde okumak mümkündür ki,Türk milliyetçiliği daima“İslamcılar ile Batıcılar”, “muhafazakârlar ile inkılapçılar”, “laikler ile dindarlar”, “devlet ile millet”, “merkez ile çevre”arasında sıkışıp kalmıştır. Gökalp’ın her biri hakikiihtiyaçlardan doğmuştur dediği üç cereyanın üçü de bugün epey şekil değiştirmiş olsalar da sıklet merkezlerini muhafaza etmek suretiyle tarihi yolculuklarına devam etmektedirler. Bugün siyasi yapımızın üzerine oturduğu üçlü yapı, büyük ölçüde bu tarihi devamlılığın eseridir. Arada kalmış bulunan Türk milliyetçiliğini, arada bırakıp merkeze koyarsak, diğer iki cereyanı sağ ve sola yerleştirmekte hiç bir sakınca yoktur. (Yazının bundan sonraki kısmında sağ ve sol kavramları bu tasnif çerçevesinde kullanılacaktır.) Türk milliyetçiliği elan bu iki cereyanın sağdan ve soldan tazyikine maruz kalmaktadır. Türk milliyetçileri de elan bu iki cereyanın tazyikleri karşısında muhtelif aksü’l-ameller geliştirmektedirler.
Gökalp’ın sistemleştirdiği Türk milliyetçiliği, diğer iki cereyanın sıklet merkezlerini teşkil eden“muasırlaşmak” ve “İslamlaşmak” temayüllerini dışlamadığı, aksine yeniden tanımlayarak kendi sıklet merkezine kattığı için değişen dozajlarda ve dönüşüme uğramış bir şekilde de olsa bu iki cereyana ait bazı zihnî unsurları, hassasiyetleri, kaygıları da ihtiva etmektedir. İkinci olarak milliyetçiliğin kuşatıcılığından naşi, Türk milliyetçiliğinin tabanındaki sosyolojik çeşitlilik milliyetçi kümedeki her bir elemanın ferdî kimyasında da bu eğilimlerin, hassasiyetlerin, kaygıların farklı derecelerde bulunduğunu göstermektedir. İki cereyan da bu müşterek zihnî unsurlar üzerinden Türk milliyetçiliği kümesi üzerinde itme ve çekme olmak üzere iki ayrı kuvvet uygulamaktadır. Yakın elemanlar cazibe alanına çekilirken diğer elemanlar itilir ve iki çatışan cereyan Türk milliyetçiliği üzerinde uyguladıkları bu iki kuvvetle, ilgili elemanları birbirlerine doğru iterek pratikte milliyetçi kümeyi aralarında paylaşmak hususunda bir ortaklık tesis ederler, birbirlerini beslerler.Kısacası diğer iki cereyanın müşterek zihnî unsurları kullanarak Türk milliyetçiliğine yaptığı çağrılar dönemsel şartların da yardımıyla bazı hâllerde müspet cevaplar alabilmekte, daha önemlisi üç temel ihtiyaç ve eğilimin Türk milliyetçilerinin ferdi kimyalarındaki dağılımının müsavi olmaması sebebiyle bu çağrı ve tazyikler aynı anda hem menfî hem de müspet karşılıklar bulabilmekte ve nihayet iki taraftan iki ayrı kuvvete maruz kalan Türk milliyetçiliği kümesinde sarsıcı dalgalanmalar, kırılmalar, savrulmalar yaşanabilmektedir.
Türk milliyetçiliğinin zaman zaman muasırlaşma taraftarları canibinden “İslamcılara, muhafazakârlara, dincilere, gericilere, devlet ve ordu düşmanlarına” destek olmakla, zaman zaman da İslamcılar tarafından “laikçilerin, vesayetçilerin, millet düşmanlarının, jakobenlerin, statükocuların, darbecilerin, ulusalcıların” kuyruğuna takılmakla itham edilmesi, daha da önemlisi bu ithamların milliyetçi kümede bazı hâllerde ciddi manada diğer iki kümeye doğru bir savrulmaya delalet edecek derecede karşılık bulması, bir kısım Türk milliyetçisinin diğer bir kısım Türk milliyetçisini “sola(!) kaymakla”, diğer kısmın da bu beriki kısmı “sağa(!) yanaşmakla” suçlaması, hadi lafı eğip bükmeyelimiçeriden sürekli “CHP’lileşmek” ve “AKP’lileşmek”seslerinin yükselmesi, bazen aleni bazen kısık sesle AKP’nin mi, yoksa CHP’nin mi Türk milliyetçiliğinin daha uzağında, yani daha yakınında olduğu üzerine zihni egzersizler yapılması, hatta ve hatta 3 Mayıs 1944 olaylarının her sene-i devriyesinde “milliyetçiler günü mü?Türkçüler günü mü?” tartışmalarının tazelenmesi, “Gökalp’ın trajedisinin”, Türk milliyetçiliğinin bazı zorunlu ortak hassasiyet ve kaygılardan dolayı diğer iki cereyanın arasında kalmasının, bu ortak hassasiyet ve kaygıların da milliyetçi kümenin bütün elemanlarında aynı düzeyde bulunmaması sebebiyle tazyik altında kalan milliyetçi kümenin zaman zaman iki yana doğru esnemesinin neticesidir.
Türk milliyetçiliğini sıkıştıran, boğan, bunaltan ancak tersten mantık yürütünce de toplumun merkezine oturtan bu arada kalmışlık, Türk milliyetçiliği için bir imkânlar dünyası yaratabilir mi? Diğer iki cereyanlada bazı müşterek unsur, hassasiyet vekaygılara malik olan Türk milliyetçiliği, bu vasıtalarıkullanmak suretiyle diğer iki kümeye aynı anda sirayet ederek merkezden iki yana doğru genişleyebilme kabiliyetini kazanabilir mi? Tam da Gökalp’ın yapmaya çalıştığı gibi bütün toplumu kuşatacak, bir arada yaşatacak bir, biz bilinci inşa edebilir mi? Toplumdaki bütün kaygı ve hassasiyetleri uzlaştırarak temsil edecek bir büyük küme hâline gelebilir mi?Kümesindeki elemanların sosyolojik çeşitliliği itibarıyla aslında küçük bir Türkiye olan, değişen ölçülerde de olsa Türkiye’nin hemen bütün renklerinden bir parça ihtiva eden Türk milliyetçiliği, kendi sosyolojisinden hareketle bölünmüş, parçalanmış, kamplara ayrılmış toplum yapımız üzerinde bir millî restorasyon ve hatta bir millî rehabilitasyon yapabilir mi?Hiç olmazsa bu arada kalmışlık pozisyonunu, toplumun farklı kesimleri, farklı kaygıları, farklı hassasiyetleri, farklı toplum ve tarih tasavvurları arasında rabıta kuracak bir aracılık vazifesine dönüştürebilir mi? Bütün bunlar mümkün mü? Böyle bir model en azından teorik düzeyde kurulabilir mi? Üzerinde düşünmeye değmez mi?İsterseniz,menfi ya da müspet bir cevaba bağlanmadan önce,gelin bir kez daha sevimli dostumuzun şarkısına kulak verip arada kalmanın hüznünü duyalım…