“…Ve eşcardan kapusı ile ve dehliziyle odalar yapmışlar, berg-i sebze ile puşide olmuş eşcarı ve guna-gun şekillere komuşlar ve biir vaz’u hey’et üzre tertib etmişler ki, bi’t-tab rü’yetinde ferah ve sürur müşahade olunur. Bu bağçeyi temaşa etdikde, “ed-dünya sicnü’l-mü’min ve cennetü’l-kafir” mazmun-ı münifinin nükte-i latifi aşikar oldu” … Günümüz Türkçesine çevirir isek : “Ayrıca ağaçlardan kapı ve dehlizleri bulunan odalar yapmışlar. Yeşil yapraklarla örtülmüş ağaçları türlü şekillere koymuşlar ve öyle düzenlemişlerdi ki, gönüllere sevinç ve ferahlık dolduğu görülebilirdi. Bu güzel bahçeyi dolaşırken, “Dünya mü’minlerin hapishanesi, kafirlerin ise cennetidir” (Hadis-i Şerif, Kütüb-i Sitte, nr 1943) sözündeki latif nükte çok daha iyi anlaşıldı…”
Yukarıdaki ifadeler Türk modernleşmesinin başlangıç safhası olarak ifade edilebilecek olan 1718-1730 yılları arasında, Osmanlı tahtında oturan Sultan III. Ahmed dönemini kapsayan ve Lale Devri olarak anılan devirde “Fevkalade Elçi” sıfatıyla Fransa’ya gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’ye aittir. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, Versailles Sarayı’nın bahçesinde gördüğü manzara karşısında etkilenip Batı’yı cennet olarak tarif etmekten kendini alamamıştır. Türk modernleşmesi 1720’den itibaren mağrurluk ve kıskançlık -çoğunlukla aşağılık kompleksini de içinde barındıran bir mahçuplukla- arasında gidip gelen bu gerilimli hatta seyredecektir.
1829 yılına gelindiğinde de Aleksandr Puşkin, Erzurum seyahatini konu alan bir yazısında o ana kadar yapılmaya çalışılan modernleşme yani Batı’yı yakalama çabalarının sonucunu Osmanlı özelinde şöyle ifade edecektir : “Asya şaşaası sözünden anlamsız bir şey bilmiyorum. Bu deyim Haçlı Seferleri sırasında çıkmış olmalı. Kalelerin çıplak duvarlarını, meşe odunundan sandalyelerini bırakarak sefere katılan ve Doğu’nun kırmızı divanlarını, renk renk halılarını, kabzaları değerli taşla süslü hançerlerini gözleri kamaşan yoksul şövalyelerin işidir bu. Bugün Asya yoksulluğundan, Asya ilkelliğinden söz edilebilir ancak. Şaşaa, hiç kuşkusuz, Avrupa’nın sahip olduğu şeydir artık, Pskov ilinin ilk taşra kasabasındaki küçük bir bakkal dükkanında bulabileceğiniz herhangi bir şeyi, Erzurum’da dünyanın parasını dökseniz satın alamazsınız…”
Yukarıda verilen biri bizden diğeri yakalamaya hatta yeniden geçmeye çalıştığımız medeniyete mensup kişiden alıntılanan ifadelerin metin altı okuması Batı’ya tartışılmaz üstünlüğünü veren modernleşmenin iki temel ayağına atıf yapar; teolojik bakış ve teknik ilerleme… Türk modernleşmesi de bir bakıma “kafirlerin cenneti”ne girme yani dünyevi saadeti yakalama girişimidir.
Modern terimi ilk ortaya çıktığı dönemde Pagan Roma ile Hristiyan Roma’yı ayırt etmek için kullanılmıştır. Paganlıktan ayrılıp İsa’nın müjdesi ile tanışan Roma’nın bu yeni dönemi modernus olarak adlandırılmıştır. Modernus da Latince Modo kelimesinden türetilmiş olup, “şimdi, şu anda” anlamını taşır. Batı ; Türklerin de hala öykündüğü modernleşmesini Rönesans-Reform-Bilimsel Devrim-Aydınlanma-Fransız İhtilali gibi siyasi ve düşünsel dönüşümlerle tamamlayarak bugünlere uzanan üstünlüğünü yine modern olarak tanımlamıştır. Binaenaleyh modernleşmek Batılılaşmaktır. Türk toplumunun trajedisi de bu noktada ağırlık kazanır. Türk modernleşmesi Batıyı geçmek yani kafirlerin cennetine girmek için “kafir” gibi olmak zaruretinden kaçamamanın aczini bugünlere kadar getirmiştir.
Buna mukabil Türk modernleşmesi Osmanlıdan Cumhuriyete uzanan evrede yukarıda belirtilen acziyeti bertaraf edip moral anlamda Modernleşme=Batılılaşma denklemini boşa düşürmek adına çeşitli entelektüel çabalara da girmiştir. Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” formülasyonu ve kültür-medeniyet ayrımına verdiği özel önem bu çerçevede ele alınmalıdır. Haddi zatında Ziya Gökalp henüz 18 yaşındayken bir intihar girişimine kalkışır. Daha sonra Gökalp anılarında intiharına sebebiyet veren düşünsel çelişkileri şöyle sınıflandıracaktır: Mistisizme karşı doğa bilimleri, ideallere karşı pozitif olgular ve nesnel koşullar, zihne karşı madde, duyguya karşı akıl, doğal yasaların zorunluluğuna karşı iradenin özgürlüğü.. Bu ayrımlar ve karşıtlıklar Aydınlanma ile başlayan Batı düşünce yapısıyla Doğu düşüncesi arasında açılan makasın kavşak noktalarını belirtmesi açısından mühimdir. Batı’nın modernleşme serüveni de bu kavşaklardan beslenecektir. Dolayısıyla Doğu’nun özelde Türklerin modernleşme süreci bu kavşaklarda sergileyeceği tercihlerdeki başarıyla kaimdir. Gökalp bu keskin kavşakları yukarıda belirtilen fomülasyonla aşıp, modernleşmeye yumuşak bir geçiş yapma çabasını geliştirmiştir.
Aynı çaba dönemin siyasi yelpazesinde yer alan bütün fikirlere çeşitli tonlarda sirayet etmiştir. Temel mesele Batılılaşmaktır, fakat bunun pahası ve ödenecek bedel konusunda yoğun çekinceler mevcuttur. Bu çekinceler de modernleşme hususunda “Türk Tipi” bir modelin hasıl olması sonucunu doğurmuştur. Böyle olması normaldir; zira Batı’nın modernleşme yolunda geçirdiği safhalar gerek sosyolojik, gerek iktisadi, gerek siyasal anlamda Türk toplumunda vuku bulmamıştır. Bu durum da Türk modernleşmesinin siyasi elitler eliyle tepeden inmeci bir tavırla gerçekleştirilmesi sonucunu doğurmuştur. Halk ile devlet arasındaki daha doğrusu merkez ile çevre arasındaki makası da bu tutum açmıştır. Zira Batı modernleşmesi siyasal anlamda çeşitli sınıflararası çatışmaların bir ürünüdür. Batı da başı çeken aristokrasi, ruhban, burjuva ve halk sınıfları arasında vuku bulan düşünsel ve erksel mücadele Batı’nın modernleşme çizgisini belirler iken Türk toplumunda bu tip keskin sınıf ayrımlarının olmayışı modernleşme için gerek şart olan sosyolojik boyutun Türk toplumunda olmaması neticesini doğurmuştur. Evrimsel anlamda bir modernleşme olmamasının çaresi de Türk elitleri tarafından devrimsel yöntemlerle giderilmeye çalışılmıştır. Lale Devri, Islahat, Tanzimat, Meşrutiyet safhaları, içinde ürkek bir devrimciliği saklarken hala evrimsel bir sosyo-siyasi gelişim ümidini de içinde barındırır. Türk Modernleşmesine tepeden inmeci bir devrimci anlayışla ivme kazandırılması Cumhuriyet dönemine nasip olacaktır.
Bu dönemde arkasına milli mücadeleden zaferle ayrılmış bir halaskarlık rüzgarı alan askeri bürokratik seçkinler Fransız İhtilali’nin Jakoben-Jironden ayrımının benzerini Jakobence bir uslupla modernleşme çerçevesinde Türk toplumuna dayattılar. Buradaki “dayatma” ibaresi bir olumsuzlama ifadesinden ziyade zaruri bir yönelimdir. Bu yönelimin en çok itirazlara neden olmuş tutumlarının başında modernleşmeyi şekli bir anlayışla ele alma durumudur. Bu durum içsel/düşünsel bir değişim ve dönüşümden ziyade tamamen şekilci bir tarzda ele alınan Batılılaşma çabalarına yönelik makul bir eleştiridir. Fakat Cumhuriyet elitleri bu eleştirilere dışı ve içi kapsayan bütüncül bir değişim zorlamasıyla cevap vererek modernleşmenin iki yönünü de hızlandırmıştır. Zira Yirmisekiz Çelebi Mehmed’in Fransa’da bir saray bahçesinden aldığı “gerikalmışlık” intibası ve kabullenişinin kısa vadede giderilmesi süreç içerisindeki pansuman tedbirlerle giderilememiş Batı ile aradaki uçurumun kapatılması daha radikal uygulamaları hayata geçirmeyi zorunlu kılmıştır.
Cumhuriyetin ideolojik sıfatını zaman içerisinde Kemalizm olarak kodlaması ve modernleşme çabasının –haklı olarak- seküler bir yörüngede seyretmesi Osmanlıdan kalan halk ve bürokratik-asker sınıfından gelen elitler arasında inanç eksenli kırılmaları arttırmıştır. Cumhuriyetin “ulus yaratma” çabası İmparatorluk bakiyesi çeşitli etnik unsurlarda rejime karşı kırılganlığı da arttırırken, İslamcı cenahta da “kafirlerin cenneti”ne girme hususundaki tedirginlikler arttı. Halbuki ulus yaratma projesi yapay bir proje değil İttihat ve Terakki’den Cumhuriyete uzanan asli unsur/millet-i hakime/egemen toplum perspektifinin Türk milli kimliği öznesinde doğal bir aslına rücu seyridir. Bütün bunlarla beraber Cumhuriyet ile hızlanan Türk modernleşmesi eldeki mevcut imkanlar nispetinde modernleşme safhasında yani muasır medeniyetin üzerine çıkma hususunda samimi bir çaba göstererek epey yol kat etti.
İster muasırlaşma, ister muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma, ister Batılılaşma, ister Çağdaşlaşma olarak isimlendirilsin bütün bu modernleşmeye alternatif olarak ortaya koyulan kelime oyunlarının gösterdiği nihai hedef modernleşmektir. Modernlik de Batı’da neşvünema etmiş bir olgu olmasından ötürü bütün bu adlandırmalar Batı gibi olmaya hatta daha özelde Batılılaşmaya tekabül eder. Türkiye gibi Asya’lı bir toplumun ve skolastik (teolojik) düşüncenin hakim olduğu uzun yüzyıllar boyunca Hristiyanlığın (Batı) anti-tezi olmuş olan İslam (Doğu) medeniyet dairesi içinde bulunmuş olan bir ülkenin bu tercihi yapması elbette zor olacaktır, olmuştur ve olmaktadır. Bu zorluk çeşitli paradigma önermeleri ile aşılmaya çalışılmıştır. Örneğin medeniyetin en ileri safhası olarak bütün insanlığa bir Kızıl Elma şeklinde sunulan Batı değerlerinin, salt anlamda Batı’ya ait olmadığı ve bütün insanlığın ortaklığına şamil olduğu görüşü veya bu değerlerin ne kadar idealize olduğu konusunda ortaya atılan eleştirel görüşler buna benzer önermelerdir.
Bu iyiniyetli ama kompleksli önermelere verilecek en kestirme cevabı Batı modernleşmesinin yapıtaşlarından olan Rönesansın vaaz ettiklerinde görmek mümkündür. Rönesans, Batı özelinde dünyaya ; skolastiğin yerine sekülerizmi, despotizmin yerine demokrasiyi, mutlak otoritenin yerine halk egemenliğini, ön yargıların yerine ideolojileri, dogmatizmin yerine amprizmi sunarken, rasyonalizm ve pozitivizmi de bu önermelerin ana tahkimi yapmıştır. Zaman içerisinde bu öneriler idealize edilmiş ve ekonomiye kapitalizmi, siyasal örgütlenme biçimine de demokratik ulus-devleti armağan ederek izlenmesi gereken yolu ve nihai “modernleşme” reçetesini sunmuştur.
Bütün bu istikametleri önüne koyup, yine de “ben Çağdaşlaşmak/Batılılaşmak/Muasırlaşmak istemiyorum” diyen bir toplum için kullanılacak yegane itham riyakarlık olacaktır. Çünkü bu olguların yeryüzündeki izdüşümü Batıdır. Eğrisiyle, doğrusuyla Batıdır. Bu bakış açısına bütün bunların insanlığın ortak birikimi olduğu yönünde itirazlar gelebilir. Buna mukabil yine de, insanlığın bugün kutsanan ortak birikiminin ana aktörünün, baş rol oyuncusunun Batı olduğu gerçekliği inkar edilemez bir gerçekliktir. Batı modernleşmesinin yapıtaşlarının ve nihai kurumlarının yerine alternatif bir düşünsel form oluşturmadan ve bu düşünsel formları ete kemiğe büründürüp kurumsallaştırmayan hatta bu kurumsallaştırmayı insanlığa idealize bir şamillikle sunamayan her toplum (biz de dahil) “kafirlerin cenneti”ne girmek zorundadır. Bu zorundalıktan rahatsız olanlar için post-modern dönem yeni bir fırsat sunmuştur, değerlendirebilmek ise bize kalmıştır… Türk Milliyetçilerinin de yerel iddia ve önermelerini evrensel bir modele dönüştürebilme başarısı post-modern dönemi okuyabilme ve yönlendirebilme kabiliyetleri ile doğru orantılı olacaktır. Yerelliğin/milliliğin evrensel modeller sunup sunamaması ayrı bir bahis olmakla beraber yukarıdaki anlatılar ışığında böyle bir düşünsel ve eylemsel çaba yarın karşımıza çıkacak olası yeni gerilimleri gidermek adına elzemdir. Aksi takdirde dünya kafirler için cennet, mü’minler için cehennem olmaya devam edecektir.
Hazır Türk milliyetçileri üzerinden bir bakış açısı geliştirmişken bu yönde bir parantez açmak faydalı olacaktır. Modernleşme çabalarının yukarıda anlatılan boyutlarıyla Cumhuriyet döneminde devrimci bir tavırla hız kazanması, bu çabayı Kemalizmin kucağında bırakmıştır. Modernleşme kavramının zaman içerisinde Çağdaşlaşma kelimesiyle karşılanması ve bu Çağdaşlaşma yönünde yapılan devrimlerin doğası gereği Türk Silahlı Kuvvetleri eliyle yapılan ara darbelerle koruma altına alınma kaygısı milliyetçi cenahta “çağdaşlaşma” olgusuna karşı olumsuz bakış açılarının gelişmesine neden olmuştur. Bununla beraber Batıya modernliği bahşeden düşünsel, siyasal ve iktisadi olgulara milliyetçi cenahtan bir olumsuzlama gelmeye başlamıştır. Sürecin başında modernleşme, milliyetçi bir zaruret iken zaman içerisinde militan Kemalizmin uygulamaları milliyetçilikle çağdaşlaşma hedefi arasında bazı anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına neden olarak milliyetçiliği siyasal anlamda muhafazakarlaştırarak çağdaşlaşma hedefine temkinli bir bakış açısının gelişmesine neden olmuştur.
Son olarak Batı gibi olmadan Batılılaşmaya çalışan idealistler için iki veciz söz ve bu sözler üzerinden iki ayrı sonuç sunmak gerekir. İlki Victor Hugo’ya ait; “Gerçeklikle temas ettiklerinde idealler çöker”… Diğeri de Batı gibi olmadan Batı’yı geçeceklerini sananlar için bir ümit ışığı olması ümidiyle Alfred Fouillee’den ; “Tüm idealler sonunda gerçekliğe dönüşür…”
KAYNAKÇA
Fransa Seyahatnamesi, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, Dergah Yayınları-2017
Seyahat Diyen Kitaplar, Zafer Saraç, Post Yayınları-2020
Ziya Gökalp Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, Taha Parla, Metis Yayınları-2018
Kapitalizmin Kavram Haritası, Can Mustafa Çebi, Deli Dumrul Kitap-2019
Türkokratia, Esra Özsüer, Kronik-2019