Türkçedeki Vatan-I
Hilmi Özden
Hünkar Hacı Bektaş; din adamı, mütefekkir, mutasavvıf ve bir Türk Milliyetçisi idi. Bu özellikleriyle insanların gönüllerini fethetti. Hacı Bektaş, Suluca Karahöyük’ü bir irfan mektebi hâline getirdi. Geleceğin birçok mutasavvıf ve bilginleri de burada yetişti. Bunları çeşitli diyârlara gönderdi. Bunlardan Yunus Emre’nin hocası olan Taptuk Emre, Sarı Saltuk, Geyikli Ahmet Baba, Abdal Musa, Ahî Evren, yıllar sonra aynı gönül ırmağından su içen Balkan ülkelerinde büyük hizmetler gören Kızıl Deli Sultan (Seyyid Ali), Anadolu’da Kaygusuz Abdal ve Pîr Sultan Abdal bunların arasında idiler.
Yunus Emre, millî dili ve tasavvufi fikirleri ile Türkçe konuşan unsurun “Kutup Yıldızı ” oldu. Türk unsurunu yıkılmaktan ve yok olmaktan kurtardı. Kardeş kavgalarını önledi. O dönem Yunus’un dünyaya geldiği Anadolu coğrafyasında millî dili, millî kültürü ihmal edenler vardı ve bunlar Selçuklu sarayında, devletin ve hükümetin içinde idiler.
“Anadolu’ya Selçuklular gelmeden önce; Milleti ve onun devletini parçalamak isteyenler, milletin içine, ayrı iki kültür demek olan yabgu (millî kültür) ve sultan (yabancı kültür) ikiliğini sokmuşlardı. Tuğrul Bey, 1063’de Bağdat’a gelip Halifenin kızı ile evlendi. Kendi kızını Halife ile evlendirdi. Millî kültürden, zaman içinde uzaklaştı. Yabgu kültürü (millî kültür) hor görüldü, saraydan uzaklaştırıldı. Yabgular, millî kültüre sahib olanlardı. Musa Yabgu etrafına toplanan kalabalık Türkmenler’le; (1064) ve aynı milli zihniyet ve düşüncede olan Kutalmış Yabgu da, etrafına toplanan Türkmenler’le 1065’de Sultan Tuğrul’a isyan etti. 1071 Malazgirt savaşından sonra Yabgular ve bu arada Kutalmış Yabgu’nun oğlu Süleyman Yabgu, Hasan Yabgu ve İbrahim İnal Yabgu, etraflarındaki Türkmenler’le beraber, tabir caiz ise, imparatorluğu kuranlar, imparatorluğun batı sınırlarına (uçlara) sürüldüler. Bir İranlı olduğu halde Nizam-ül Mülk, bu ikiliğe, dolayısı ile dahili isyanlara bir son vermek, daha kurulurken, yıkılışı önlemek için imparatorluğu kuran Yabgular’ın da, imparatorluk idaresine katılmasını, Türkmen askerlerinin de sarayda ve orduda bulunmasının yararlı olacağını, bu devlette onlarında hisseleri bulunduğunu söyledi. Fakat sultanlardan fazla dinleyen olmadı. İmparatorluğun batı sınırına sürülmüş olan Yabgular, başlarında Süleyman Yabgu (Şah) olduğu halde, Anadolu’ya girip 1078’de Anadolu Selçukîlerini kurdular. Büyük Selçukiler de önce dörde bölündüler. Sonra 1157’de İran ve Arap kültürü içinde eridiler ve yok oldular. Bir devlet veya imparatorluk da, milletin, millî ve dinî kültürünü dejenere etmek, onun idare ettiği unsuru asli olan milletin yabancı kültürü içinde temessül (şekillenme) edilmesine lakayt kalmak, onu yok etmek için yeterli ve kâfidir. Büyük Selçukiler bu hatayı yaptıkları, yabancı kültür içinde yıkıldıkları gibi, Anadolu Selçukiler’i de aynı hatayı tekrar ettiler. Yabancı kültür içinde yıkıldılar. Ebül Gazi Bahadır Han, Secere-i Türki’sinde “Büyük Selçukiler, Türkmenler’ e karındaşız dediler. Fakat karındaşlarına bir faydaları dokunmadığı gibi, karındaşlarını Anadolu’ya sürdüler. Karındaşlarının kendilerinden uzak tuttular. Düşmanlarını, karındaş edindiler” diyor” (1)
“Bu arada, Karamanoğulları’nın Milli Kültür açısından 1235-1500 arasında 265 sene devam eden (ekonomik, sosyal, siyasî ve özellikle millî kültür ve yabancı kültür mücadelesinde olan ve bundan kaynaklanan tarihi oluşum ve gelişim mücadeleleri zinciri içinde) rollerini unutmamak gerekir. Anadolu Türk’ünün, yabancı kültür ile eriyip yok olmak üzere iken, millî dil, millî kültür, millî âdet, ananeleri, ile yabancı kültürün karşısına çıkmaları, onunla hayatları bahasına mücadele etmeleridir. Böyle bir mücadele zincirinde Karamanoğulları devri altın bir halka devridir. 13-15. asırlarda, Anadolu Türklüğü, İran Selçukileri, Suriye Selçukileri gibi Arap ve İran kültürü içinde yok olurken ve de buna mâni olacak etrafta kimse de yokken, bir avuç Oğuz Türk’ünün başına geçen Karamanoğlu Mehmet Bey,”milli kültür ve istiklâli, millî gelenekler içinde ortaya atılmış ve 1277’de Konya’yı zabtetmiştir. Bir ferman ile “Bugünden itibaren Divânda, Dergâhta, Bargâhta, çarşıda, pazarda, yolda ve sokakta Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır” diyerek Arapça ve Farsça dillerini yasaklamış, Türkçe’yi resmî dil ilân etmiştir. Mehmet Bey’den sonra gelen evlâtları ve torunları Şemseddin, Fahreddin, Bedreddin, Burhaneddin, Seyfeddin gibi unvanlar kullandıkları gibi medreselerinde Arapça, edebî eserlerinde Farsça dil kullanmaya devam etmişlerdir.
Büyük çoğunluğu Oğuz boylarından Salurlar’ın Karaman uruğundan gelen Karamanoğulları kimlerdi? Miladî 920’den sonra Harzem Maveraünnehir ve Horasan havalisine inerek muhtelif Müslüman Türk devletlerinin hizmetlerinde çalışmaya başlayan Kınık Oğuzları ile birlikte, Karamanlılar’ın mensub olduğu Salur Oğuzları’ da, Kınıklarla karışık ve onlarla beraber aynı havaliye indikleri, aynı devletlerin hizmetlerinde çalıştılar. Bu arada 984 tarihinde İslâmiyeti kabul etmişler. 1015 tarihinden itibaren de Anadolu’nun fethi için yapılan muharebelere iştirak etmişlerdir. Yine Selçuklular ve daha birçok Oğuz kabileleri ile birlikte Anadolu’ya gelip yerleşmişlerdir. 24 Oğuz boyunun bütün şubelerine Anadolu’da, daha geniş bir deyişle, Ön asya’da tesadüf edilmesinin sebebini, aynı hâdiselere tekmil boyların iştirak etmesinde, yeni fethedilen yerlere önce göçebe, sonra yarı göçebe, daha sonra da tamamen yerleşmiş olmalarında aramak lâzımdır. Bu itibarla büyük kabilelerin olduğu gibi Selçuklular’ın mensub olduğu Kınık kabilesiyle Karamanlılar’ın mensub olduğu Salur kabilesi aynı tarihî hâdiseleri yaşamış, aynı içtimaî ve iktisadî mukadderatı paylaşarak yaşayıp gelmişlerdi. Bir misâl olarak şunu arzedelim ki bir Türk devleti, bir Oğuz boyu -kabîlesi- veya şubesi tarafından kurulmamış, sevk ve idare edilmemiştir. Buna 24 Oğuz boyunun bâzan yarısının, bazen üçte ikisinin katıldığı tarihî bir hakikâttir. Selçuklu devletinin Osmanlı devletini yalnız Kınık’lar veya yalnız Kayılar kurup idare etmediği gibi Akkoyunlular’ı yalnız Akkoyunlu kabîlesi, Karakoyunlular’ı yalnız Karakoyunlu kabîlesi. Karaman devletini yalnız Salur kabîlesi veya Karamanlılar kurmamışlardır.Karamanlılar’ın sadece Salurlar’dan değil, tarihçe meşhur olan Avşarlar’dan gelen oymakların bulunduğu da kabul edilmektedir.
Avşar, Oğuz Han’ın .üç oğlundan Yıldız Han’ın oğludur. Yıldız Han’ın oğlu Avşar’ın soyundan gelen veya onlara tabiî olan kabilelere Avşar ismi, alem olmuştur. Kınıklar ve Salurlar gibi Avşarlar da 920’den sonra -Üst Yurttan- Harzem, Maveraünnehir, Horasan havalisine inmişler ve 920’den sonra Müslümanlığı kabul etmişlerdir. 920-1015’e kadar, İslâm aleminde kurulan Sâmânoğulları, Gazneliler, Karahanlılar hizmetinde Kınıklar, Salurlar, Bayatlar gibi Avşarlar da çalışmışlardır. 1015’ten itibaren bunlar Önasya’nın ve bu arada Anadolu’nun fethine iştirak etmişlerdir.
Taht kavgaları sırasında; 15 Mayıs-Haziran 1276 da Karamanoğlu Mehmet Bey ile Selçuklu şehzadesi Siyavuş birlikte Konya’ya girdiler. Şehrin ileri gelenleri gelip Siyavuş’a biat ettiklerine dair ant içdiler. Mehmet,Bey, Siyavuş’un saltanatını kurtarmak için sultanlar türbesinde bulunan sancak ile çetrin getirilmesini istedi. Bunlar getirildi. Siyavuş bir merasimi mahsusa ile Selçuk tahtına çıkıp oturdu. Aynı gün büyük bir divan aktedildî. Divânda önemli kararlar alındı. Başlıcaları şunlardır:
1- Hutbenin Siyavuş namına okunmasına, paranın onun namına basılmasına karar verildi. Bu karar icabı olarak 22 mm. kutrunda 3,5 gr. Ağırlığında gümüş para darbedildi. Bu paranın ön yüzünde “Al-Sultan- alâzâm Alaüddünya v’el-din Abul Fetih Siyavuş bin Keykâvus” ibaresi vardı. Arka yüzünde ise “Almin-netüllah darabe be medine Konya Fi hamse su sitte / 675″ yazılı idi” Önemsiz gibi görülen bu küçük sikkenin bulunmasıyla Siyavuş’un Selçuklu hanedana mensup bir şehzade olup İzzeddin Keykâvüs’ün oğlu Siyavuş olduğu da kat’i olarak anlaşılmıştı. O tarihe kadar şehzadeliği konusunda tereddütler vardı.
2-Resmî lisanın Türkçe olması, Arapça ve Acemce’nin kaldırılması kararlaştırılmıştır. Bu karar bir fermanla her tarafa ilân edilmiştir. Fermanda “Bugünden itibaren Divanda, Dergâhta, Bargâhta, Mecliste ve meydanda Türkçe’den başka bir dil kullanılmayacaktır.”deniliyordu. Bu karar ile yalnız siyasî ve askerî bir zafer değil, aynı zamanda kültürel bir zafer de ilân ediliyordu.
3-Mehmet Bey yine bu divanda Siyavuş’un vezirliğini resmen kabul etti. Vezir olan Mehmet Bey, devlet mekanizmasına elbette ki itimat ettiği an be asıl Türk kumandan ve beylerini getirdi. Böylece Mehmet Bey, muvakkat bir zaman için olsa bile memleketi Moğollar’dan, devlet mekanizmasını dönmelerden, lisanı da İran ve Arap tesirlerinden temizledi.Mehmet Bey işleri kendi arzusuna ve emellerine göre idare etmekte idi. Zaten Siyavuş vaktini çok defa ibadetle geçiren, arz konuşan atıl çabuk karar vermeyen kimsenin incinmesini istemeyen bir adamdı. Halbuki böyle ihtilâl zamanlarında bu ruhtaki adamlar hâdiselerden istifade edemezler. Vukuata yeni bir şekil veremezler. Onun bu halini Mehmet Bey de biliyordu. Lâkin başka kimseyi bulamadığı için'” Siyavuş da, Mehmet Bey gibi cesur, gözü pek, mücadeleci, mantık, az çok uzağı görür bir adam olsaydı, hâdiselerin cereyan tarzı daha başka türlü olabilirdi. Etraflarına daha çok kuvvet toplarlar muvaffak olmak ihtimali olabilirdi. Siyavuş’un mânevi bir kuvvet olmaktan başka hiçbir faaliyeti görülmemiş hattâ, son zamanlara doğru, Mehmet Bey için bir yük olmaya başlamıştır. Bütün işler Mehmet Beyin gayreti ile olmuştur.
4- (Barış vergisi) ismiyle bir vergi tarhına karar verilmiştir. Bu kararın icabı olarak yalnız Konya halkından 40 bin akçe tahsil edilmiştir
5- Anadolu’nun her tarafına zafernameler yazılıp gönderilmesine, kendilerine tâbi olmaları için fermanlar, yazılmasına karar verilmişdir. Bu fermana uyanlar, muvakkat bir zaman içinde olsa Siyavuş ve Mehmet Bey’e tabiiyetlerini arz etmişlerdir. Böylece Mehmet Beyin kendi ülkesinden başka Konya, Ankara, Kütahya, Sivas ve mülhakatları. Kayseri, Amasya, Antalya, Sinop, Canik ve mülhakatları Mehmet Bey’in emrinde birleşmişlerdir.” (2)
Bu dönemin büyük ediplerinden Aşık Paşa’nın, (1272-1333). Türk dilinin gelişmesi ve yayılmasında büyük hizmetleri bulundu. Bu uğurda ölümsüz eserler yazan ilk Türkçeci şairlerimizdendir. Âşık Paşa, tanınmış mutasavvıf Baba İlyas’ın torunudur. Baba İlyas, XIII. yüzyılın başlarında, birçok Türk bilgini gibi, Orta Asya’daki Horasan Türk bölgesinden Anadolu’ya göçmüş, Kırşehir ve çevresindeki Türkmen oymaklarının şeyhi olmuş, onlarla birlikte Selçuklu Sultanı II. Keyhüsrev’e karşı yapılan Babaî ayaklanmasına katılmıştır. Oğlu Muhlis Paşa, Osman Gazi’nin güvendiği ve saydığı adamları arasındadır. Kırşehir’de yerleşen Muhlis Paşa’nın üç oğlundan en büyüğü Alâeddin Ali’dir. Bu yüzden Alâeddin Ali, baş ağa, yani en büyük kardeş olarak tanınmıştır. Baş Ağa adı zamanla Beşe, sonra da Paşa olarak söylenmiş, şiirlerinde (Âşık) mahlasını kullandığı için de, asıl adı unutularak (Aşık Paşa) adı, her tarafta ün yapmıştır.
Âşık Paşa, din ve tasavvuf bilgilerini Kırşehir’li Şeyh Süleyman’dan öğrenmişti. Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında babası ile birlikte Osman Gazi’nin yanında hizmet görmüştü. Sultan Orhan’ın Osmanlı Beyliğinin başına geçtiği yıllarda, Kırşehir’e gelerek baba ocağına yerleşmiştir.Âşık Paşa, Kırşehir’de, Ahilik örgütünün büyük bir saygıyla bağlandığı “Mürşid”i olmuş, çevresinde toplanan Oğuz Boylarına, dostluk ve kardeşlik ilkelerini aşılamış, onlara Türkçe seslenmiş, eserlerini katıksız öz Türkçe ile yazmıştır. Âşık Paşa, çevresinde yalnız Türkçe ile konuşup, eserlerini Türkçe yazmamış, aynı zamanda, o güne dek moda olan Arapça ve Farsça’ya karşı Türk dilinin güçlü bir savunucusu olmuştur. Âşık Paşa’nın en tanınmış eseri, 12.000 beyitlik Türkçe Garibnâme’sidir. Mesnevî biçiminde yazılan bu eser, on bölüm içinde, dinî ve tasavvufî öğütler veren bir ahlâk kitabıdır. Yıllar sonra, Mevlid sahibi Süleyman Çelebi, Garibnâme’yi görecek ve bu eserden esinlenecektir.Âşık Paşa’nın âruz ve hece ölçüsüyle yazılmış şiirleri, gazelleri, ilâhileri de vardır. Türkçe’ye verdiği önemi şu mısraları göstermektedir: “Türk diline kimse bakmaz idi, Türklere hergiz gönül akmaz idi.
Türk dahi bilmez idi bu dilleri,
İnce yolu ol ulu menzilleri.
Bu Garibname eğer Gönül geldi bile,
Kim bu dil ehli dahi mana bile,
Yol içinde birbirini yermiye,
Dile bakıp manayı hor görmeye,
Ta ki mahrum kalmaya Türkler dahi,
Türk dilinden anlayanlar ol haki.”
Hoca Ahmed Yesevî’yi, Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Yunus Emre’yi, Aşık Paşa’yı, Karaman oğlu Mehmet Bey’i, ve onun izini takip edenleri rahmet ve hürmetle yâd ederiz. 21. Asır Türkiye’sinde, Türkistan illerinde ve nice Türk Yurtlarında Onların temsilcilerine ihtiyacımız var. Aziz Vatanımızdaki “lehçelerimizden yahut boy ve aşiretlerimizin şivelerinden” “yapay diller” icat etmeye çalışarak Türkçemize yapılan yanlışa karşı Hünkar Hacı Bektaş-i Veli’nin ““İline(devletine ve Milletine), Diline (Türkçe’ne), beline( soyuna) sahip çık” sözünü unutmamalıyız. O Hünkar Yine Buyuruyorlardı ki: “ Ey Türk oğlu bu Memlekette Türkçe konuş, Türkçe yakar, ibadetini Allah’ın emrince yap!…” (3).
Kaynak.:
(1) (2)Tahsin ÜNAL. Karamanoğulları Tarihi. Berikan Yayıncılık. 2.Baskı. 2007.Ankara.
(3). Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Vakfı Yayınları.
Ayyıldız Matbaası.1988.Ankara.
9.Ekim.2010
Türkçedeki Vatan-II
Türkistan topraklarında “1070’de Balasagunlu Yusuf Has Hacib tarafından Kaşgar hükümdarı Buğra Ebu – Ali Hasan Han’ın ismine telif olunmuş Kutadgu Bilîg kitabı Türkçemizin şahaserlerinden birisidir. Türk hükümdarlarınca ideal devlet idare sisteminin ne olduğundan bahseden bu büyük eserin konusu İranlılarca Şehname-i Türkî, Turanlılarca Kutadgu Bilig olarak isimlendirildi. Yani “Kutadgu (kut edgü-mesut edici) bilig” ismi Cengiz Han’a nisbet edilen devlet idare felsefesine, nasihatlere ait esere de isim olmuştur.
Karahanlılar zamanında vücude getirilen diğer bir mühim eser de Mahmud Kaşgarî’nin 1077 de tasnif ettiği Türkçe-Arapça lügat kitabı Divanü lügat it-Türk’dür. Aslen Barsganlı olan müellif üç cilt teşkil eden eserinde zengin Türkçe lügat şeklinde bilhassa Kaşgar Hakanî Türkçesinî, Çigilce ve Oğuzcayı önümüzde canlandırmış, ve bundan başka da Bizans hududundan Çin hududuna kadar uzayan Türk illerindeki müteaddit kabilelerin lehçelerinden numuneler vermiş; Türk ilinin coğrafyasına, Türk etnografyasına, Türk iktisadî ve içtimaî hayatına, eski Türklerin akidelerine ait paha biçilmez kıymette malûmat bırakmıştır. Eserde eski Türk sav’ları, keza bize vasıl olmıyan edebî eserlerden, eski destanlardan ve halk edebiyatından, hattâ Arap edebiyatına takliden vücude getirilen şiirlerden numuneler verilmiştir (1).
Mahmud Kaşgarî:“Peygamberimiz, Türk dilini öğreniniz! Çünkü onların uzun sürecek saltanatları olacaktır, buyurmuş… Bu hadis doğru ise Türk dilini öğrenmek vacip demektir Eğer uydurma ise o zaman da akıl ve iz ‘an (Türk dilini öğrenmeyi) icap ettirir…” yine kitabında: “Türkçe, Arapça ile koşu atları gibi yarış edebilir…” diyordu.
Divanü Lügat-it Türk’teki şu sözleri Türklere ve nice millete asırlarca nasihat olmuştu: “Gördüm ki, yüce Tanrı, devlet güneşi’ni Türkler’in burçlarından doğurmuş. Göklerdeki dâireleri, onların devletleri çerçevesinde döndürmüş. Onlara Türk adını kendisi vermiş. Onları yeryüzünün Kağanı kılmış. Asrımızın kağanlarım hep onlardan çıkarmış. Bütün milletlerin dizginlerini onların eline vermiş. Onları her halka üstün eylemiş. Doğrulukta onlara her zaman yardımcı olmuş. Onlara katılanları, onlara hizmet edenleri hep azîz kılmış. Bütün dileklerini yerine getirmiş; böyle kimseleri kötülüklerin şerrinden korumuş (2). Kültür tarihimizin büyük kaynaklarından biri olmak itibariyle Mahmud Kaşgarî’nin eseri ancak Göktürk yazıtlariyle ve kendisinden sonra gelenlerden Ali Şir Nevaî ve Kâtip Çelebi gibi Türk büyüklerinin eserleriyle bir sıraya konulabilir (1).
Türkistan Türklüğündeki Türkçenin merkezî şahsiyetlerinden biride; Herattaki Temürlü’lerin büyük beylerinden olan Ali şir Nevayi’dir. Doğu Türkçesi’nin bütün güzel söyleyişlerini şahsında toplayan Ali Şîr Nevaî , Horasan Hanı Hüseyin Baykara’nın çocukluk ve okul arkadaşı idi. Ali Şîr Nevaî(1441 – 1501)nin babası ‘Kiçkine Bahadır’ veya ‘Kiçkine Bahsi’ diye anılan Giyaseddin Kiçkine’dir. Devlet adamı olan babasının durumu gereği Nevaî, küçük yaşta doğduğu yerden ayrılıp Irak’a gitti. Çocukluk dönemi Irak’ta geçti. Babasının ölümü üzerine, Ebü’l Kasım Babür’ün himayesinde iyi bir eğitim gördü. Meşhed, Semerkant gibi devrin önemli bilim ve kültür merkezlerinde yetişti.
Horasan Hanı Hüseyin Baykara, Nevaî’ye yüksek devlet görevleri verdi. Baykara, öyle fermanlar yayınladı ki; bu fermanlar, o devrin sanatçıya verdiği değeri belgelemektedir. Baykara, yayınladığı fermanında, “Nevai’ye gösterilecek saygının kendisine gösterilmiş sayılacağını” ilân etti.
Hüseyin Baykara, Nevaî’nin çok büyük bir sanatçı olduğunu biliyordu. Zaten kendisi de sanatçıydı. Baykara’nın zemin hazırlamasıyla Nevaî, Herat şehrinin bilim ve kültür hayatım alışılmadık şekilde canlandırdı. Sultan Baykara’nın etrafında, Nevaî’nin öncülüğünde toplanan sanat meclislerinde ruhlar daha bir incelir; fikir daha bir yücelirdi. Zaten, Herat mevcut haliyle böylesine faydalı çalışmaya hazırdı. Çünkü Molla Cami gibi büyük bir bilgin Hatifî gibi büyük bir şair, Devletşah gibi meşhur tezkîreci Herat’ın kültür ve sanat kaynakları olarak ortadaydı. Ve bu güzel ortamda Nevai, Doğu Türkçe’sini şaha kaldırdı. Öyle bir çığır açtı ki şiirlerinde kullandığı Türkçe’nin ağızı “Nevai dili” olarak edebiyatımızda yer aldı. Sadece kültür ve sanat alanında değil; Hüseyin Baykara’nın âdeta bir “Başbakanı” olarak yaşadığı kenti, hanlar, hamamlar, medreseler, hastanelerle donatarak, çalışkan bir devlet adamı kimliğiyle de kendisini gösterdi. Nevâî, Türkçe’nin âşığı idi. Türkçe üzerine titizdi. Ancak, bu titizliği ile halkın anlayamayacağı bir dil politikası gütmedi. Türklerin anladığı Arapça ve Farsça kelimeleri de eserlerinde kullanarak, Türkçe’nin büyüklüğünü göstermeye çalıştı. Nevaî’nin dördü Türkçe, biri Farsça beş divanı var. Türk edebiyatında beş mesnevi yazan ilk şairdir. Beş ile de yetinmeyip altıncı mesnevisini de yazdı. Sadece edebiyatın şiir dalında değil, diğer edebî türlerden bilimlik eserler de verdi. Toplam eserlerinin sayısı otuzu aşmaktadır (2).
Ali Şir Nevai toplam 64000 mısra tutan beş büyük manzum eser, bir de 55000 mısradan ibaret Türkçe lirik şiirler külliyatı, tasavvuf ve edebiyat tarihine ait ayrı mensur ve manzum eserler ve dostlarına ait hâtıralar bırakmıştır. Ali Şir bu motiflerden bazılarını meselâ Ferhad u Şirin eseri Harezm ve Hoten Türklerinin ve Çinlilerin hayatından alınan bir roman şekline sokmuş, ve kendisi bu nevi eserleri ve divanı sayesinde bütün Türkler arasında bir genel millî şair olarak tanınmış olduğunu da bu Ferhad ve Şirin’in sonunda şu cümlelerle anlatmıştır: “Türk ulusu ister bir kabile, isterse yüz ve bin kabile olsun, bunun hepsi muhakkak, ki benimdir. Ben, hiç ordu sevketmeden, Çin ülkesinden Horasan’a kadar uzanan yerlerdeki tekmil Türkleri kendi fermanım altına aldım. Yalnız Horasan (Türkü) değil Şiraz ve Tebriz (Azerbaycan) Türkünün devrini dahi benim kalemim, şeker döken bir şekilde tatlı kalmıştır. Benim sözüme Türk milleti gönlünü vermiştir yalnız gönlünü değil canını dahi vermiştir; yalnız Türk değil Türkmenler de benim sözüme gönlünü ve canını vermiştir. Ben bu (Türk) ülkelerini zaptetmek için bir ferman göndermiş değilim, ben ancak bir Divan, (yani şiirler mecmuası) gönderdim. Bu Divan, bu memleketi öyle zaptetdiki hiçbir hükümdarın “divan” ı ve defterleri bu şekilde zapt ve tanzir edemez”.
Ali Şir Nevâî, İskender romanına ait eserini de Türk tarihine ait levhalarla doldurmuş ve bütün eserlerini Türk ressamları tarafından yapılan minyatürlerle süsleyerek Türk kültür hayatının şaheserleri şekline sokmuştur. Ali Şir bu eserinde rüyasında görmüş olduğunu anlattığı İskender’in kendisine “Ben dünya imparatoru İskender isem, sen de Türk dilinin Sahip kıranı (yani Temürü) sın” diye tebşir ettiğini (müjdelediğini) de şu şekilde şairane ifade etmiştir: “Hak Taalâ sana karşı çok lûtufkârdır, zira Türk dilini cihanda payidar etmiş ve bu dilde şiir söylemek umumun (halkın) işi olduktan beri muhakkak ki senin gibi (bir Türk şairini) daha halk etmemiştir: O (Tanrı), Türk ülkelerini senin hissen olarak yazmış, onların bir iradeye tâbi tek parça olmasını tâ ezelden nasip etmiş ve seni bu Türk ülkesinin, süngü yerine kalem, kılıç yerine söz kullanan bir merzübanı (ülke muhafızı) olarak tâyin etmiştir, tâ sen bu memleketin bir kahramanı ve bu milletin talihi yaver olan rehberi Sahib Kıranı olasın” (1).
Nevâî, Türklüğünün şuurundaydı. Türk Milleti’nin büyüklüğünü ve Türkçe’nin yüceliğini çok iyi biliyordu. Farsça’nın “Edebiyat dili” olarak tanınmış olmasına hayret ederdi. Muhakemetü’l Lûgateyn isimli eserinde, Farsça’ya adeta meydan okudu. Bu eserde saydığı yüz kadar Türkçe fiilin Farsça karşılığı olmadığını ispat etti. Ve kitabında şöyle dedi:
“Türk’ün bilgisiz ve zavallı gençleri güzel sanarak Farsça şiir söylemeye özeniyorlar Gerçekten bir insan iyi ve derin düşünse, Türkçe ‘de bunca zenginlik dururken, bu dilde şiir söylemenin, hüner göstermenin daha yerinde ve kolay olacağını anlar…” Ali Şîr Nevâî, fikirleriyle, eserleriyle pek çok konuda öncülük etti. Bir örnek olarak; Mecâlisü’n- Nefâis adlı eserinde, ilk kez, Türk edebiyatında “Şairler Tezkiresi” çığırını açtı.
Nevâî, Türklüğün bir bütün olduğunu biliyordu. Türk milletinin ayrı coğrafyalarda bulunmuş olması onun gönül ve fikir bağlarında hiçbir olumsuz etki yapmıyordu. Türklüğün Avrupa karşısında adeta bir “Uç Beyi” olan Batı Türklerinin “nereleri” zorladığını ve bu zorlayışın Türk dünyasına getireceği kazancı fark ediyordu. Bu sevgi, bu fark ediş ve bu örnek gönül bağıdır ki; yazdığı şiirleri Bizans Fatihi, Sultan Mehmet Han’a gönderiyordu. Türkistan’ın Türklük güneşi Ali Şîr Nevâî’nin bu hareketi, Türk birliğinin, Türkler arasındaki gönül bağının coğrafya tanımayan gerçeğini de ifade etmektedir.
Ali Şîr Nevâî’nin Muhâkemetü’l Lûgateyn’deki ölümsüz sözleri bizlere birer miras olarak kaldılar:
“Anadilim üzerinde düşünmeye koyuldum: Türkçe’nin derinliklerine dalınca gözlerime on sekizbin âlemden daha yüksek bir âlem göründü.
Bu âlemin süsler, ziynetler içerisinde enginleşen göğü. Dokuz Gök’ten daha yüksekti. Orada nice faziletler, nice yücelikler hazinesine rastladım. Bu hazinenin incileri, yıldızların mücevherlerinden daha parlaktı.
Bu âlemin gül bahçelerine girdim. Gülleri feleğin güneşinden daha parlaktı. Her yanında göz görmedik, el değmedik daha neler ve neler vardı.
Ama bu mahsenin yılanı kan dökücü ve güllerin dikeni sayısızdı. Bunları görünce düşündüm ve dedim ki: Demek ki bizim Türk şairleri bu korkulu ve dikenli yollardan çekindikleri için Türkçe ‘yi bırakıp gitmişler
Bu yol himmet istiyordu. Ben bu yoldan vazgeçmedim. Onun seyrine doyamadım. Bu yolda yürümekten korkmadım ve yılmadım.
Türkçe’nin fezasında tabiatımın atını koşturdum; hayâlimin kuşunu kanatlandırdım. Vicdanım bu hazineden nihayetsiz kıymetli taşlar, lâ ‘ller inciler aldı. Gönlüm bu gül bahçesinin türlü çiçeklerinde, uçsuz bucaksız türlü kokular kokladı.
Zannedilmesin ki benim Türkçe ‘yi övüşüm Türk olduğumdan ve tabiatımın Türkçe sözlere alışmasından ve Fârisî bilmeyişimdendir. Aslında Fârisî’yi öğrenmekte hiç kimse benim kadar gayret sarfetmemiş ve bu dilin doğrusunu yanlışını benim kadar iyi öğrenmemiştir…” (2).
Kaynaklar:
1-Zeki Velidi Togan.: Umumi Türk Tarihine Giriş. Cilt I.İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayınları. 3. Baskı. İstanbul.1986.
2-Mevlüt Uluğtekin Yılmaz.: Türk Budunlarının Ortak Ata babaları. Manas yayıncılık. Elazığ. 2008.
hilmi özden 22.10.2010
Türkçedeki Vatan (III)
Büyük Türk şâirlerinden biri olan Mehmed b. Süleyman Fuzûlî (ölümü 1556), etkisinin sürekliliği bakımından olduğu kadar, şiirlerinin önemi bakımından da Türk edebiyatının en büyük şâiri sayılabilecek eşine az rastlanır kişilerdendir. Edebî lehçesinin özelliği, onu Azerbaycan edebiyatı çerçevesi içinde incelemeyi zorunlu kılsa bile, Osmanlı şiirinin gelişimi üzerindeki büyük etkisi ve XVI. yüzyıldan başlayarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyaset ve kültür toplumu içine de girmiştir. Çağatay Türk edebiyatından Osmanlı Türk edebiyatına kadar birçok alanlarda güçlü etkileri olmakla birlikte, onu, Osmanlı-Türk ve Azerbaycan edebiyatlarının ortak bir şâiri saymak, edebiyat tarihi bakımından zorunludur.
Şâirin adının Mehmed, babasının adının ise Süleyman olduğu bilinmekle birlikte, hangi yılda ve nerede doğduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, başta Bağdad olmak üzere Kerbelâ, Necef, Hılle, Kerkük, Menzil ve Hît gibi yerleşim merkezlerinden birinde doğmuştur, denebilir.
Fuzûlî’nin, Büyük Selçuklular zamanından beri Irak’ta yerleşen ve büyük bir Oğuz aşireti olan Bayat aşiretinden olduğu bilinmektedir. Kaynaklarda Türk olduğu belirtildiği gibi, şâir, “Hadîkatü’s-Sü’edâ”nın önsözünde şu kıt’asıyla Türk olduğunu açıkça yazar:
Ey feyz – resân -ı Arab ü Türk ü Acem
Kıldın Arab’ı efsah -ı ehl – i âlem
Etdin fusahâ-yı Acem’i îsî-dem
Ben Türk – zebandan iltifâtın eyleme kem
Bugünkü Anlamı:
Arab’a, Türk’e ve Acem’e feyz veren ulu Tanrım! Arab’ı bütün insanların en iyi edebiyatçısı yaptın; Acem şâirlerini İsa soluklu ettin de hastaları iyileştirdiler; anadili Türkçe olan benden de iltifatını esirgeme!(1)
Eserleri arasında Türkçe Divânı, Leylâ ile Mecnun’u, “Şikâyetname ” adıyla tanınan mektubu, Hasan ile Hüseyin’in çektikleri ızdırabı anlatan Hadîkat-üs Suadâ çok tanınmıştır.
Hadîkat-üs Suadâ isimli eserinin bir diğer özelliği var ki; bu eserin de “Türk Fuzûlî” gönlünün bütün samimiyetiyle haykırır… Bu kitabın girişinde, yukarıda ifade edilen dizelerde görüldüğü gibi “TÜRKÇE’yi” en güzel şekilde kullanmak istediğini, dile getirir ve bu konuda Allah’tan yardım ister:
Fuzuli o çağda Hadikat-üs Suadâ’nın girişinde “Dünyanın en büyük ve erdemli halk zümresini teşkil eden Türkler ” için övgüler söyler.
Fuzûlî, Türk şiirinde bir çığırdır. Hayatta iken bile ünü Anadolu ve Azerbaycan Türkleri arasında yayılmıştır. Devrinin pek çok şairi kendisine “nazire” yazmıştı. Baki, Bağdatlı Ruhî, Celâl Çelebi, Caferî, Şâhî gibi… Nedim ve Şeyh Galip de Fuzûlî’ye nazire yazanlar arasındadır.(2)
Fuzuli’den başka; 16. yüzyılda yetişen ve tezkiresi ile ünlü olan Ahdî (öl. 1598), Bağdatlı Ruhî (öl. 1605), Nevres-i Kadim (öl. 1762), Nevrûzî (öl. 1795), Bedrî (öl. 1743-1821), Erbilli Garibî (1756-1817), Esad (öl. 1833), Halis (1797-1858/9), Hakî (öl. 1859), halk şairleri olarak Haydaroğlu, Şeyhoğlu ve Nevres-i Salis Irak Türk edebiyatının tanınmış temsilcileridir. 19. yüzyılda daha güçlü bir edebî kuşağın yetiştiğini görüyoruz. Bunların arasında düz yazı ile ilgi çeken Safî (1809-1897), hiciv alanında ün yapan Şeyh Rıza (1832-1909), Urfî'(1832-1891), bu kuşağın en güçlü şairi Şeyh Faiz (1834-1897), Kabil (1834-1909) ve Tabiboğlu (1836-1906) ilk akla gelen isimlerdir.
Servet-i Fünûn ekolünün yaygınlaşmasından sonra, ortaya çıkan yeni tarz şiir anlayışının, 20. yüzyılın başlarından itibaren Irak Türk edebiyatım etkilemeye başladığını görüyoruz. Bu anlayışla eser veren edebiyatçılar arasında Zeynelabidin (1863-1913 ?), Baha (1866-1948) ve Rauf Görkem (1885-1972) ilgi çeker.
1908 Meşrutiyet’inden sonra Bağdat, Musul, Basra ve Kerkük’te gazete ve dergilerin yayımlanmasından sonra, edebiyat dünyası da canlılık kazanmıştır. Özellikle Kerkük’te çıkan Havadis gazetesi ile Maarif dergisi, edebiyatçılar için yeni ufuklar açmıştır. Böylece şiir yanında, dil ve düşünce dünyasının zenginleşmesini sağlayan nesir alanında da gelişmeler olmuştur. Bu alanda ilgi çeken yazarlar arasında değerli bir gazeteci olan Kudsizâde Ahmed Medenî Efendi (1889-1940), ressam ve heykeltraş Fethi Safvet Kırdar (1896-1966), Cevad Neciboğlu (1893-1959) ve Ali Kemal Kâhyaoglu başta gelen isimlerdir.(3)
Türkçe’nin harikalar meydana getirdiği mahzun Irak Türk topraklarına Fuzuli’ye ait olduğu söylenen hoyratlarından biri ile seslenelim:
“Güle naz
Bülbül eyler güle naz
Girdim dost bahçesine
Ağlayan çok gülen az”
Evet Vatan Kerkük’de “ağlayan çok gülen az”. Yoksa Fuzuli bugünlerimi gördü de; Musul, Erbil, Telafer, Kerkük ve nice Türk beldesi için bu hoyratı söyledi? Maalesef yıllardır izlenen yanlış dış politikalar sebebiyle “Billur Türkçe”nin konuşulduğu topraklardan Türkçemiz nerede ise çekilmek üzere. Yahya Kemal “Türkçenin çekilmediği yerler Türk Vatanıdır” diyordu.
Şimdi, yine bir hoyratla sesleniriz bilene bilmeyene:
“Türkümüz var.
Şarkımız, türkümüz var.
Bilsin ki, unutanlar;
Kerkük’te Türk’ümüz var!”(2)
Kaynaklar:
1.Fuzuli.: Erenler Bahçesi (Hadikatü’s –Sü’eda). (Hazırlayan: Servet Bayoğlu). Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.1985.Ankara.
2.Mevlüt Uluğtekin Yılmaz.: Türk Budunlarının Ortak Atababaları. Manas Yayıncılık. 2006.Elazığ.
3.Suphi Saatçi. Irak’ta Türk Varlığı.TTT.1996.İstanbul.
Türkçedeki Vatan (IV)
Prof. Dr. Nurullah ÇETİN beyin “Milli Doğruluş Yeniden” isimli eserinden “Milletleşme sürecimizin tahribi değil tahkimi” adlı yazısından bazı alıntıları sizlerle paylaşmak istiyorum. Önce “Nurullah ÇETİN” beyden bahsetmek bu mümtaz bilim ve edebiyat insanını tanıtmayı düşünüyorum:
“1964 tarihinde Kütahya’nın Simav ilçesine bağlı Kuşu kasabasında doğdu. 1980-1981 öğretim yılında Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalına kaydoldu. Lisans öğrenimini 1985te bitirdi. Yüksek lisansını 1988, doktora öğrenimini de 1995’ te tamamladı.
1997’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne Öğretim Üyesi olarak atandı. 1998’den Londra Üniversitesine bağlı School of Oriental and African Studies (SOAS)’de “Mustafa Kemâl ATATÜRK Fellowship” Programları çerçevesinde Türk dili ve edebiyatı dersleri vermek üzere misafir öğretim üyesi olarak görevlendirildi. Bu görevi 2000’de sona erdi. 2002’de aynı üniversitede (Londra Üniversitesi) bir yıl süreyle tekrar görevlendirildi.
1999da “Doçent Doktor” unvanını aldı. 2005’te de profesörlük kadrosuna yükseltildi. Hâlen Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğretim üyesi olarak bu görevine devam etmektedir.
Bugüne kadar 23 adet yayınlanmış eseri bulunmaktadır. Bu değerli vatan evladının satırlarını birlikte okuyalım. Bugünlerdeki vatan hainlerine cevap, gafillere uyarıcı, dostlara gül destesi olsun.
Yazısına Nurullah Çetin bey, VATAN’ını, TÜRKÇE’sini, DİN’ini aziz bilen insanların duygularına tercüman olarak başlar:
“Türkiye’nin ve Türk milletinin bugün en önemli sorunlarından biri, Atatürk’ün ifadesiyle “dahilî ve haricî bedhâhların” (Türkiye’nin kötülüğünü isteyen iç ve dış düşmanlar) çabalarıyla yüzyıllara dayanan bir millet oluşumumuzun aşındırılmaya ve çözülmeye çalışılmasıdır.
Bugün itibariyle Türkiye sınırları içinde yaşayan insanlar, yüzyıllar boyu süren bir birliktelik süreci içinde milletleşmişler ve “Türk milleti” dediğimiz yapıyı oluşturmuşlardır. Fakat “Türk milleti” adını verdiğimiz bu organik sosyal toplaşmamızı yıkmak için milletleşmenin temel harcı olan ortak dil ve din sürekli gevşetilmeye, aşındırılmaya ve zaman içinde yok edilmeye çalışılmaktadır.
Kabaca dünya toplumlarının tarihî süreç içinde sosyal anlamda toplaşma süreci ve toplumsal akışı, “kavim-millet-milletler birliği (ümmet)” şeklindedir. İnsan toplaşmaları en eski zamanlarda daha küçük bir birim olan kavim şeklindeydi. Zamanla kavimler ortak bir dilde birleşerek “millet”i, milletler de ortak bir dinde birleşerek “milletler birliği (ümmet)”i meydana getirdiler. Bu toplumsal akış süreci, Doğu’da olduğu gibi Batıda da aşağı yukarı böyle gelişmiştir.
Bugün Batıda İngiltere, Almanya, Fransa gibi adı olan devletler içindeki İngiliz, Alman, Fransız milletleri, esas itibariyle Kelt, Angl, Sakson, Frank, Frandr, Germen, Latin, Viking, Norman gibi değişik kavimlerin kaynaşıp özdeş bir yapıya bürünerek İngilizce, Almanca, Fransızca gibi belirli ortak dillerde birleşerek bir üst toplumsal birlik olan millet aşamasına geçmiş hâlleridir. Bu milletler, Hristiyanlık dininde birleşerek Hristiyan ümmetini meydana getirdiler.”(s. 149)
“İnsanların bir biyolojik bir de sosyolojik yapıları vardır. Biyolojik boyutları, kendi iradeleri dışında, Allah tarafından yaratılan ve kendilerine verilen özellikleridir. İnsanların bu biyolojik yapıları, Kur’an’da belirtilen “kavimler ve kabileler” hâlinde yaratılmış olan boyutlarıdır. Sosyolojik boyutları ise insanların kendi iradeleri, bilgileri, gayret ve çalışmaları ile elde edip benimsedikleri toplumsal rol ve yapılarıdır. Bu da yine ayetin devamı olan “birbirlerini tanımaları” ile ilgili kısmıdır.” (s.150)
“Görüldüğü gibi Allah, insanları kavim ve kabileler hâlinde yaratır, sonra bunlar, birbirleriyle tanışıp kaynaşabilmeleri için idarî ya da coğrafî anlamda bir araya gelip, aynı dili kullanarak milletleri oluştururlar, bir üst aşamada da din ortak paydasında birleşerek ümmet olurlar, ya da başka ortak paydalar bulup milletler topluluğu hâlinde bir birlik ortaya çıkarırlar. Batıda da Doğuda da istisnaları olmakla birlikte genellikle bu süreç böyledir. Toplumsal akışın ileriye dönük doğrultusu da budur. Bunun aksi geriye gidiştir.
Bugünkü Türkiye toplumu, Türk milletidir. Bu millet, Türklerin değişik boy ve aşiretlerinin zamanla kaynaşıp katışarak ortak değer ve özelliklerle buluşmuş ve bir üst toplumsal yapı olan millet özdeş yapısını ortaya koymuş hâlidir. Kabileden millet aşamasına geçişimizi yüzyıllar önce tamamlamış; hatta milletler birliği aşamasına da yine çok eskiden geçmiş ve uzun yıllar bu yapıyı korumuştuk. Kurduğumuz onlarca devlet ve imparatorluklar bunun somut sonuçlarıdır. Ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı milletler birliğimiz dağıtıldı, Millî Mücadele ile tekrar geriye millet aşamasına döndük. Türkiye Cumhuriyeti Devletimiz, bu anlamda millet aşamasını ifade ediyor. Bir sonraki ileri hedefimiz de Türk ve Müslüman milletler birliğidir.
Avrupa Birliği ve Amerika kaynaklı politika üreticilerinin ve güç odaklarının Türkiye’nin millî yapısını parçalamayı amaç edinen fikir ve planlarına bilerek veya bilmeyerek aldanan ve onların güdümüne giren bir kısım Türkiyeli aydın, akademisyen, gazeteci ve siyasetçi, söylem ve icraatlarıyla sürekli olarak Türkiye’de şu kadar etnik unsurun varlığından söz ederek her etnik grubun ayrı kimliği, ayrı dili, ayrı kültürü olduğunu vurgulayıp bunlara demokrasi, liberalizm, insan hakları, kültürel haklar adı altında hak ve özgürlükler verilmesinden bahsedip duruyorlar.
Bunu entelektüel bir söylem planında tutmayıp, yasal, anayasal bir çerçeveye de oturtmaya çalışıyorlar. Bir kısım insanların kavim özellik ve kimliklerini sürekli hatırlatıp diriltmek, bunları kurumsal planda yaşatıp yaygınlaştırmak isteyen bu anlayış, Türk millî birliğini ilkel kabilelere ayrıştırmak ve toplumsallaşma sürecimizi geri döndürmek amacına hizmetten başka işe yaramaz.
Hâlbuki Türk milletinin sorumluluk mevkiinde bulunanlar, toplumsallaşma sürecini hızlandırıcı çalışmalarla alt ve küçük toplumsal birimleri daha büyük ve üst toplumsal birime dönüştürmek hedefini gütmelidir. Buna göre şu anki Türk millî birliğini parçalayıcı değil, daha da pekiştirici yani etnik-kavmî farklılıkları derinleştirip ayrıştırmak yerine azaltıcı çalışmalar içine girmeli ve bundan öte, ileri bir hedef olarak daha üst ve büyük toplumsal birlik olarak Büyük Türk Birliği’ni gerçekleştirmeye dönük projeler üretip uygulamalı, millî birliği tahkim ve takviye edici faaliyetler ortaya koymalıdır.
Tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek dil” söylemini slogan düzeyinde bırakmamak, bunun içini doldurup bilfiil hayata geçirici projeler üretip uygulamaya sokmak gerekir. Zira milletine karşı sorumlu olanlar, milletini daima bütünleştirmeyi ve birleştirmeyi amaçlar. Bu bağlamdaki millî birliği sağlamanın yolu, ülkemizde Türkçeden başka dil ya da diller ihdas edip onu eğitim dili ve resmî dil yapmak değildir. Böyle yapıldığı takdirde ortak anlaşma dilinin işlevsiz kalmasına, birbirini anlamayan ayrı kavimlerin diriltilmesine, zamanla da ayrı kabile-devletler hâline gelmesine yol açılmış olacaktır. Yani bir üst birlik olan millet, daha alt birlik olan kabilelere ayrıştırılarak geriye gidilmiş olacaktır. Haçlı-Siyon ittifakının Büyük Orta Doğu Projesi budur.” (s.151-153)
“Bu ülkede insanlar, kabile ve kavim özelliklerini, yani kendi irade ve çabaları dışında tamamen Allah tarafından verilen biyolojik özelliklerini öne çıkararak, onları dava edinerek ayrışma ve çatışma içinde değil; ortak değerlerde buluşarak, kaynaşıp katışarak, iradeyle tercih edilen tek bir millet yapısı içinde yaşayarak mutlu olabilir. Atatürk’ün tek millet yapma, kavimleri milletleştirme davası buydu. Bugünkü siyasetçilerin “tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek dil” söylemi de buna paralel şekilde işlevsel hâle getirilmelidir.” (s.156)
“Şu hâlde sorumlu Türk siyasetçisi, Türk vatandaşlarını, kavim ve kabile özelliklerine döndürücü ve orada dondurucu bir söylem ve politika yerine; bunları birbirleriyle tanıştırıp kaynaştırarak, bütünlüklü bir millet yapıcı çalışmalara yönelmeli ve “tek millet, tek vatan, tek devlet, tek dil” ilkesine uygun olarak Türkçeyi resmî dil ve eğitim dili olarak tek devlet dili hâlinde bırakmalı, daha da yerleştirmeli, yaymalı ve milletin tek anlaşma dili hâlinde kökleştirmelidir.
Milletimizin sorumlu siyasetçileri, Avrupa Birliği ve Amerika kaynaklı fesat odaklarının ve onların yerli sözcülerinin laflarına kanarak tezgahlarına düşmemek ferasetini göstermelidir. Zira kabilelerden milletlere, milletlerden de Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri gibi milletler birliğine geçmiş olan, bu anlamda daha üst birliklere doğru ilerleme doğrusunda seyreden batılılar, bize dönük politikalarında ve propagandalarında tam tersini yapıyorlar. Yoğun çalışmalarıyla bizim millet hâlinde birliğimizi değil, kabileler hâlinde ayrışıp çatışmamızı istiyorlar. Türk millet bütünlüğünü dağıtıp Türkiyeli kabileler karmaşasını üreterek haçlı kinlerini tatmin zevki peşindeler. Biz bugün yöneticisi ve yönetileniyle millet olarak, Batının bu oyununa gelip gelmeme kararlılığını ortaya koyma kavşağındayız.” (s.156-157)
Her bir satırında ve her bir paragrafında; akılcı, ilmi izahlarla, Türk aydın ve bilim adamı sorumluluğunun gereğini icra eden Hocamıza teşekkür ediyorum. Bundan sonraki yazımızda Nurullah beyin, “Tek millet davası, tek dile bağlıdır” makalesinden alıntılar ile “Türkçe’deki Vatan” serimize devam edeceğiz.
Tanrı Türk Milletinin Yar ve Yardımcısı olsun. Milletimizi, varlığın yaradılış gayesi Hz. Muhammed (O’na ve Ehl-i Beyt’ine selam olsun) hatırına Kainatlara hizmetkar olacak kıvama kavuştursun.
Kaynak:Nurullah Çetin.: Milli Doğruluş Yeniden. Öncü Kitap. Ankara.2010.
Hilmi Özden
20.12.2010
Türkçedeki Vatan (V)
Geçen yazımızda Prof.Dr.Nurullah Çetin beyin “Tek millet davası, tek dile bağlıdır” isimli makalesi çerçevesinde “Türkçe’deki Vatan” yazımıza devam edeceğimizi belirtmiştik. Türkiye bugünlerde tarihinin kritik noktalarından birinden geçmektedir. İmparatorluk dönemimizde bile yaşamadığımız hilkat garibesi teklif ve uygulama teşebbüsleri ile iç içeyiz. Bazı yerel kuruluşların, bir grup siyasi ve bölücü unsurun başlattığı kampanya, ayrıştırıcı virüs olarak birlik ve dirliğimize enjekte edilmek istenmektedir. Nurullah beyin alıntılar yapacağım yazısı, “Türk aydınlarının ve siyasilerinin” dikkatle okuması gereken bir öneme sahiptir:
“İnsanların bir kavmî aidiyetleri vardır, bir de millî. Kavmî aidiyetler verili kimliktir. Yani kişi, içine doğduğu kavmin deri rengini tevarüs eder, kendi iradesi olmadan o kavimde konuşulmakta olan dili konuşur ve o kavme özgü diğer özellikleri alır. Bütün bu özelliklerle donanmış olması, iradî olmayan bir tercihtir. Yani çocuk, anası babası öyle olduğu için kendisi de onlara benzer. Bu, verili kimliktir. İnsanlar en eski zamanlarda böyle kavmî aidiyetlere sahiptirler.
Ancak zamanla bu kavimler birbirleriyle tanışırlar, görüşürler, anlaşırlar ve bir araya gelerek kavimden daha büyük toplumsal yapı üretirler. Bu yapı içerisinde artık insanlar, verili kimlikleriyle değil kazanılmış kimlikleriyle ortak bir yapı üretirler ve buna da kabaca “millet” diyoruz.
Millet, insanların iradî olarak ortak değerlerde buluşmalarıyla ortaya çıkan üst bir toplumsal yapıdır. Kavim, biyolojik ve iradî olmayan tercihlere dayanır; millet ise kültürel, sosyolojik, hukuki ve iradî ortak değerlerde buluşan şuurlu bir toplumsal yapıdır.
Bir de zaman zaman ortaya çıkan ve zaman zaman dağılan milletler birliği vardır. Bu birliktelik, gevşek bir birlikteliktir. Siyasete, coğrafyaya ve menfaate dayalı bir birliktir. Kültürel ortak değerlere dayalı bir birliktelik olmayabilir. İmparatorluklar böyle bir toplumsal yapıdır.
Kabaca tarih boyunca ortaya çıkan insan toplulukları bu üç toplumsal yapıya ayrılır. Yani tarih boyunca insanlar etnik aidiyetlere dayalı kavim, ortak kültürel değerlere dayalı millet, güce ve menfaate dayalı milletler birliği yani imparatorluk şeklinde örgütlene gelmişlerdir.
Biz de Türk milleti olarak bu üç değişik toplumsal yapılardan geçtik. Tarihî süreç içinde önce kavimler halindeydik. Yani değişik Türk boyları halindeydik. Sonra değişik etkenlerle bu boylar birleşip Türk milleti olduk. Zamanla değişik etkenlerle başka milletleri de siyasi ve coğrafi sınırlarımız içine alarak imparatorluklar kurduk.
Bugün ise geldiğimiz noktada milletler birliği olan Osmanlı imparatorluğundan gelerek, bu gevşek yapının milletlere çözülmesiyle tek bir millete; Türk milletine indirgendik. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde bir Türk milleti yapısı var
Biz Türklerin, boylardan, aşiretlerden, kavimlerden adına ne dersek diyelim ilkel ve geri toplumsal yapılardan millet gibi yeni ve daha sağlam toplumsal yapıya evrilmemizde yani millet olmamızda iki temel kurum etkili olmuştur: İslam ve Türkçe. Yani din ve dil. Nitekim bu konuda hem Mustafa Kemal Atatürk’ün hem de Mehmet Akif Ersoy’un açık beyanları var.
Mustafa Kemal Atatürk bu konuda şöyle dedi:
“Milletimiz dil ve din gibi kuvvetli iki fazilete (erdeme) maliktir (sahiptir). Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.”
Millî şairimiz Mehmet Akif Ersoy da şöyle der:
“Benim nezdimde (katımda) iki şey mukaddestir (kutsaldır): Din ve dil”
Biz Müslüman olduktan sonra ve yazı dilimiz olan Türkçeyi ortak bir kültür ve iletişim dili yaptıktan sonra Türk milleti olduk. İslam öncesi dönemimizde de yazı dillerimiz olmuş ama hem harf değişiklikleri hem de din farklılıkları bizi geniş katılımlı bir millet yapmaya yetmemişti. Müslüman olmamızla birlikte Türk boyları büyük kütleler halinde birleştiler, ortak bir âlem görüşü ortaya koydular. İnançları, yaşama biçimleri, değerleri, âdetleri, törenleri, hedefleri vs her şeyleri birleşti.
Bu sosyolojik ve kültürel birlikteliği ifade edecek yani İslam kültürünü ifade eden yeni bir yazı dili olan Türkçenin aldığı yeni biçim bizi büyük bir Türk milleti yaptı. Artık biz İslam ve İslam kültürünün ifade aracı olan Türkçeyle göçebe hayatından yerleşik hayata, akıncılıktan ekinciliğe geçtik. Böylelikle medenî bir millet olduk.
Türk millet birliğinin ana gövdesi olan Osmanlı Türk milleti zamanla gayr-i müslim ve gayr-i Türk olan başka milletleri de siyasi ve coğrafi sınırları içine alarak milletler birliğine dönüştü. Yani kavimden millete, milletten de milletler birliği olan Osmanlı İmparatorluğuna evrildik.
Tanzimat dönemine geldiğimizde Osmanlı milletler birliği, 1789 Fansız ihtilali sonucu ortaya çıkan ve Batının temel değerlerinden biri hâline gelen Nasyonalizm politikaları sonucu çözülmeye başladı.
Batı, nasyonalizm politikasını iki farklı boyutta uygulamıştır. Kendi içinde bütünleştirici, birleştirici, kendi dışındaki dünya için özellikle emperyalist emeller beslediği, sömürgeleştirmek istediği başka toplumlar için dağıtıcı, çözücü ve parçalayıcı bir araç olarak kullandı. Nasyonalizm politikalarını içe dönük uygulamalarıyla kendi içinde farklı kavimleri birleştirerek Fransız milleti, İngiliz milleti, Alman milleti, İspanyol milleti gibi milletler üretti.
Tanzimat’tan sonra ise bizde Avrupa’dan gelen Nasyonalizm düşüncesi ve politikası, Balkan Savaşlarıyla Gayr-i Müslim, I. Dünya Savaşıyla da gayr-i Türk İslam milletlerinin ayrılması Batının Osmanlıya soktuğu nasyonalizm politikaları sayesinde olmuştur. Aynı Batı, bugün de Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde Türk millet birliğini kavimlere ayrıştırma çalışmaları içindedir.
Ortak dil, ortak resmî dil, ortak eğitim dili kavimleri millet yapar. Biz Türkçe sayesinde büyük bir Türk milleti olmuşuzdur. Türk milleti kavramı etnik bir aidiyeti değil kültürel, sosyolojik ve hukuki bir aidiyeti ifade eden bir kavramdır.
1923 sonrası süreçte Anadolu’daki daha öncesinden beri var olan Türk millet birliğinin tahkim edilmesinde, daha da pekiştirilerek güçlendirilmesinde Türkçeye devlet politikası olarak büyük bir rol verilmiştir. Türkçe ortak yazı dili, ortak resmî dil, ortak eğitim dili; hatta ortak konuşma dili yapılarak Türkiye’de yaşayan herkes, kendi içinde dayanışmacı, uyumlu, ahenkli, kaynaşmış, tek bir millet olsun denilmiştir. Ortak dil olmadan tek millet olmaz.
Bugün bazı siyasilerimiz, gazete yazarlarımız ve başka bazı kişi ve topluluklar tek devlet, tek vatan, tek bayrak gibi birlik noktalarını sayarlarken nedense tek dilden bahsetmiyorlar. Bu, büyük bir eksikliktir. Tek millet, tek dilden geçer. Tek dil olmadan tek millet olmaz. Tek millet demek, ortak değerlerde buluşmuş birbirini anlayan, birbiriyle konuşabilen ve anlaşabilen, birbirleriyle iletişim kurabilen, birbirine güven veren, ortak hedeflerde buluşun şuurlu topluluk demektir.
Bir ülkede birden fazla resmî dil, birden fazla eğitim dili, birden fazla yayın dili yaparsanız orası tek millet olmaktan çıkar; kavimler karmaşasına döner.
Bugün Türkiye’mizde Türkçeden başka bir resmî dil ve eğitim dili davası gütmek, Türk millet birliğini parçalamaktır. Kültürel haklar, insan hakları, demokrasi, barış diyerek kavimlerden yeni milletler yaratmaya çalışmak kavmiyetçiliktir.
Tek devlet, tek vatan ve tek millet, tek dil ve tek bayrakla mümkün olur.
Bir milletler birliği olan Osmanlı İmparatorluğunda bile resmî dilimiz Türkçe idi. Nitekim ilk anayasamız olan ve 1876’da ilan edilen Kanun-ı Esasi’nin 18. ve 68. maddelerinde bu belirtilir. 18. maddede devlet görevlilerinin Türkçe bilmeleri gereği vurgulanarak şunlar ifade edilir:
“Teba-i Osmâniyenin (Osmanlı Devleti vatandaşlarının) hidemât-ı devlette (devlet hizmetlerinde) istihdam olunmak (çalıştırılması) için devletin lisan-ı resmîsi (resmî dili) olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.”
68. maddede de “Türkçe bilmeyen mebus (milletvekili) olmaz” denilmektedir.
Gayr-i Müslimlerin (Müslüman olmayanların) de yer aldığı milletler birliği olan Osmanlı Devletinde Türkçenin resmî dil olması temel ilke iken, bugün tek millet olan Türk milleti için Türkçemizin dışında başka resmî diller ve eğitim dilleri dayatmak, akıl kârı değildir. Bu yanlış yoldan hemen dönülmelidir. Çünkü devletlerin ve milletlerin çözülüp dağılması, farklı dillerin resmîleşmesi ile başlar. Nitekim Osmanlı Devleti’nin dağılmasında Bulgarcanın, Arnavutçanın, ( Bu dillerin ikisi de Tur’anî kökenli dildi. Fakat tarihin uzun seyri içinde ve bugünküne benzer politikilar nedeniyle özelleştiler. -Hilmi Özden-)vs dillerin eğitim dili ve resmî dil olması belirleyici ve tetikleyici olmuştur. Yıldırım Aytaç isimli emekli bir öğretmen, İzmir’in Karaburun ilçesiyle ilgili önemli tarih, folklor, dil, toplum, coğrafya araştırmalarını içeren kitaplar yayınladı. Bir kitabın ismi de Gönlümdeki Aktopraklar Karaburunlu Rumlarla Türklerin Öyküsü, (İzmir, 2008)’dür. Bu kitabın 20. sayfasında şöyle bir anekdot aktarılır:
“Eskici Dimitri, 1919 yılından sonra Yunanistan, Rumca bilmeyenlere Rumca öğretmek için öğretmenler getirip Rumca öğrenimini mecbur tutunca komşusu Çavuşoğlu Mehmet Efendiye dert yanıyormuş. Rumca öğrenimi belli bir yaştan sonra zor geldiğinden “vire Meemet Efendi ne güzel dilimiz vaka niye bize bilmediğimiz dili öööreditturlar aanamik turun bize reva mı vire bu cefa reva mı bize” diye dert yanıyormuş.”
Gayr-i Müslim milletlerin bile Türkçe ile bir birlik yapısı içinde bütünleşmesi, entegrasyonu kendi doğal seyri içinde gerçekleşecekken dışardan dayatmalarla, Batının projeleriyle insanlara başka resmî diller ve eğitim dilleri verilerek topluluklar ayrıştırılmıştır. Aynı Batı, bugün de bazı vatandaşlarımıza ayrı resmî dil, ayrı eğitim dili verin deyip duruyor. Bu dayatmaya boyun eğilirse isimleri, dinleri, kültürleri bizimle aynı olan insanlar da korkarım ki Eskici Dimitri gibi feryat etmeye başlayacaklardır.
Onun için asıl millî birlik projesi, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte resmî dil ve eğitim dili olarak kurumsallaştırdığı tek dil Türkçede buluşma projesidir. İsteyene istediği dilde eğitim ve resmî işlerini görme hakkı, Türk millet birliğini parçalamaktan ve milleti kavimlere ayrıştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu proje batının nasyonalist projesidir. Batının ayrıştırıcı ve çözücü nasyonalist projesine karşı Atatürk’ün birleştirici, kaynaştırıcı, bütünleştirici milliyetçi projesine bağlı kalmak hatta bunu daha da ilerletmek ve tahkim etmek zorundayız. Türkçe bilmeyen vatandaşımız varsa ona Türkçe öğretmek devletin temel görevidir. “Madem Türkçe bilmiyorsun; bilmesen de olur, sana istediğin dilde işlerini görecek resmî zemin ve imkânları vereyim” demek, devletin işi değildir, olmamalıdır.
Batı, bizim millet birliğimizi parçalamak ve bizi kolayca sömürülebilir ve güdülebilir bir duruma getirmek için böyle çok kültürlülük, çok dillilik vs dayatmaları yapıyor. Milletini seven insan, bu dayatmalara boyun eğmez; tam tersine ona karşı kendi projesini uygular.
Türk milletinin uyanık vicdanlarından Ziya Gökalp, bu meselenin farkına varmış ve şöyle demiştir:
“Birkaç dil yok Turan’da Tek dilli bir kümeyiz. Turan’ın bir ili var Ve yalnız bir dili var. “Başka dil var…” diyenin Başka bir emeli var.
Türklüğün vicdanı bir Dini bir, vatanı bir; Fakat hepsi ayrılır, Olmazsa lisanı bir”
Nurullah Çetin beyin makalesi burada noktalanıyor. Akl-ı selim sahibi olupda bu düşüncelere katılmayan olabilirmi? Katılmayanların “başka emelleri”nin ne olduğunu yıllardır gördük ve görmeye devam edeceğiz. Önemli olan Türk Milleti’nin haksızlıklardan sıyrılıp ne zaman billûr Türkçesine ve Zümrüt-ü Anka misali dini, İslam’a sahip çıkacağıdır.
Şair demiyormuydu: “Sahipsiz vatanın batması Hakktır./ Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.”
Kaynak:Prof.Dr.Nurullah ÇETİN.:Millî Doğruluş yeniden. Öncü Kitap.Ank.2010.s.175-182
Hilmi Özden
21.12.2010
http://www.eskisehirturkocagi.org/