“Aşkı Cehenneme Attılar”/ Haşim AKTEN
Mamak Cezaevindeki İlk “Gözyaşı” Etkinliği
Hayati BİCE
Ülkücü 12 Eylül Edebiyatı yazılarımı yazarken sosyal medyada yaptığım bir anket sonucunda öğrendim: Haşim Akten’in “Aşkı Cehenneme Attılar” adıyla 12 Eylül ve Mamak hatıralarını roman tarzında kaleme aldığını. Kitabı hemen temin edip hızla okudum; bu hızla okumada gerek kitabın kahramanlarının çoğunu şahden tanıyor olmam gerekse de kitabın çok akıcı olarak kalem alınması rol oynadı. Sözün başında “Aşkı Cehenneme Attılar” isminin kitabın içeriği ile uyumlu olduğunun söylenemeyeceğini kaydedeyim.
Haşim Akten ile Konya’da rızkını aradığı Gözyaşı Mağazası’nda oturup sohbet fırsatımız olmuştu. Ülkücülük mazimizi yanında kendisinin Kur’an öğretmeni olan rahmetli Ahmet Büyüksakarya Hocaefendi’ye olan ortak muhabbetimiz de sohbetimize derinlik katıyordu.
Akten kitabında, 12 Eylül’ün hemen öncesinde Genel Sekreteri olduğu Ülkü Ocakları’nda yaşananları, ülkücülük adına ilk önemli sanat organizasyonu olan TÖMFED günlerini çok güzel anlatmıştı. 12 Eylül sonrasında yaşadığı kaçaklık günleri ve nihayet Mamak Cezaevi’nde yaşananlar, okuru sıkmadan fakat bir sanatçının titizliği ve dikkati ile ayrıntılara girilerek kaydedilmişti. Akten’in yeni sayılabilecek bu kitabında ülkücü olduğu için müslümanlık adına hiç kimseden özür dilemeyen tavrı da doğrusu hoşuma gitti.
Neden Yazıldı?
Haşim Akten “Aşkı Cehenneme Attılar” kitabına “İlk Kelam” başlığı altında kendisini “Kerim-Abdülkerim” olarak kodladığı bu eseri yazma nedenini izah etmektedir:
“Önce Kelam…
Bu kitapta okuyacaklarınız yaşanmış gerçeklerin romanlaştırılmaya çalışılmasından başka bir şey değildir, isimler değiştirilmiştir ve olaylar tamamen yazarın hayal dünyasında kurguladıklarından ibarettir. 12 Eylül’ü ve Mamak’ı merak edenler için bir küçük vesika hükmündedir.
Mamak’ı her yaşayan başka türlü algılamıştır. Mamak cehennemini yaşamış mazlumlar; gönül dünyalarında hissettikleri ile binlerce romana malzeme olabilecek acı hatıralarla doludur. Kimi sadece bir zulüm olarak algılar, kimi bir kahramanlık destanı olarak görür, kimi hayatının yıkılışı, kimi ise dirilişinin ve gerçeğe uyanışının sebebi bilir. Bu kitapta okuyacaklarınız sadece benim şahsi bakış açımdır.
Mamak’ta yaşayanların bir kısmı hayata küsmüş ve sanki ortadan kaybolmuşlardır. Kimi siyasette kendisi için büyük bir aksiyon haline dönüştürmüş ve mücadelesini kaldığı yerden devam ettirmek olarak değerlendirmiştir. Kimisi de kendini Rabbine adayarak münzevi bir hayatı tercih etmiştir.
Kader rüzgârları estiğinde nice olumsuzluklar yaşanmış olsa bile vefa bizi birbirimize bağlayan en büyük kenetti Resul’den bize kalan.
Yaşadım ve hissettim. Kimseye tenkit hakkı bırakmamak için özel isimler kullandım, çoğu isimleri ve olayları kurguladım ve değiştirdim. Ama isimlerini zikretmekten haz duyduğum, gurur duyduğum isimleri kullanmaktan çekinmedim.
Romanda kendi ismimi de kullanmadım, anlatılanlar birebir benim hayatım değildir. Kerim birçok ülkücünün yaşadığı gerçeklerin kendisi üzerinden yansıtıldığı kurgusal bir karakterdir. (…)
Burada sadece Mamak zulmünü anlatmadım. Kendimi sorguladım, toplumu sorguladım. O yıllarda toplumdaki çarpıklıkları sergilemeye çalıştım.
Hoca olmadığımı herkes bilir. Yazdıklarım dini kurallar olarak algılanmamalıdır. Toplumdaki olayları, konuşulanları ve olanları yazdım. Herkesin acaba sorularının karşılığı âlimlerimize aittir.
Bazen okumak istemeyeceksiniz, gözlerinizi kapatacak veya duymak istemeyeceksiniz ülkemin acı gerçeklerini. Ama bunlar gerçekler. O yüzden evimde oturup sadece işimi yapar, namazımı kılar, cennete giderim diyemezsiniz.(…)
Kerim cehennemde Abdülkerim olacaktı. Teşekkürler 5’li konsey. Mahkemede müdahil olmayacağım, çünkü mağdur olmadım, zulmün altında Hüseyin’i buldum ben.
12 Eylül öncesi ülkücülerini ve teşkilatı merak eden gençler için birkaç fotoğraf koydum meraklarını biraz olsun giderebilmek için.
Ben Mamak’ta cehennemi düşündüm ve layıkıyla değil amma kendime geldim. “İnsanın âciz olmasına rağmen kurduğu cehennem böyle olursa Yüce Kudret’in kurduğu cehennem nasıl olur?” diye düşündüm ve korktum. Dilerim bu kitabı okuyanlar da bunu düşünürler ve günah işlemekten vazgeçerler ve dünyalık hiçbir ideoloji için değil de sadece Allah’ın davası için yaşarlar.
Bu kitabı yazarken aynı olayları tekrar yaşamanın ızdırabını çektim. Kitabın bir an önce bitmesini istedim. Sanki Mamak’taydım.
Kurgusal olsa da bu roman, yakın tarihin bu acı günlerini yaşayan bir insanın yaşadıklarına, o günlerdeki duygu ve düşüncelerine dayanmaktadır. Anlatmak istediğim şey birbirimizin iç dünyasını tanımadan birbirimize düşmanlık yapmamamız veya iç dünyalarımızı bilmeden birbirimizi mahkûm etmememiz gerektiğidir.
Roman kahramanının tüm o muhteşem güzellikleri arkadaşlarımın imrenilecek karakterlerine aittir. Tabii ki eksikleri olanları da yazdım az da olsa. Gerçeklerden kaçamazdım. O yüzden kahramanın adını Kerim koydum ve memleketi olarak da insanını çok beğendiğim ve çocukluğumun geçtiği Urfa’yı seçtim.
Yerler, tarihler, isimler birebir aynı değildir. Ama olaylar yaşanmış gerçek olaylardır. Romanı oluşturabilmek için böyle yaptım.
12 Eylül’ü yapanlar haklı bile olsalar bu zulmü yapmada ne kadar haklı olabilirler? Hiç bir zalimin zulmüne haklı bir gerekçesi olamaz. Zalimler her zaman haksızdırlar. Mazlumların göklere çıkan ahinin altında er geç ezileceklerdir.
Solcuların haklılığını ve doğru yolda olduklarını anlatan çok kitaplar yazıldı. Filmler, diziler çekildi. Ülkücüleri haksız ve kötü gösterdiler. Hatta solcuların bu propagandalarına bizim Müslümanlar da inandılar ve ülkücülerden uzak durdular. Bu kitapta yazılanlar edebiyat yapıp ülkücüleri temize çıkarma gayesini gütmez. Tamamen olmasa da şahit olunan gerçekleri, yazılamamış bir destanı, Hüseyince haklılığı ve mazlumluğu anlatmak için yazılmıştır sadece.
Yazılamayan o kadar çok şey var ki! Muhsin Başkan’ın dediği gibi “Biz size birkaç şey anlatıyoruz. Onların arasını siz doldurun”.
O kadar kahramanlar vardı ki harekette ve Mamak’ta, hepsini buraya sığdırmanın imkânı yoktu. Hatta filan ağabeyden de bahsetmiş mi denilip merak edilecek o kahramanları selamlamaktan başka bir şey yapamadım. Özür dilerim.
Mamak öyle bir cehennemdi ki; Allah bir damla gözyaşına dayanamayıp merhametinden cehennemini söndürür ama bu zalimlerin cehennemini söndürmeye sel olan gözyaşları yetmedi.”
Cezaevlerindeki İslamîleşme Süreci
Haşim Akten’in Mamak Anıları’nın benim için en önemli kısmı bu başlıkta ifade edilebilir. Bu noktada Akten’in sürecin göz tanığı oluşu kadar, İslâmî hassasiyetine ve dürüstlüğüne duyduğum güven de etkilidir.
Ülkücü hareketin İslâmî hassasiyetinin yoğunlaşması sürecinde ülkücü şehidlerin rolünü “Ülkücü Hareket Üzerine Notlar” kitabımdaki “Ülkücü Bilincin Şekillenmesinde Şehâdet” başlıklı makalemde yazmıştım.[1] Cezaevlerindeki dindarlaşma eğilimini ise cezaevinden geçmiş pek çok kişiden işitmiştim ama olayın psikolojik ve manevî boyutlarını tam anlamıyla yansıtan bir değerlendirmeye rastlamamıştım. Bu eksikliği kendisinin İslâm’ı yaşama noktasındaki derinleşme sürecini ve bu süreçte Hazret-i Mevlanâ’nın Mesnevi’sinin etkisini “Aşkı Cehenneme Attılar” kitabında samimiyetle yazan Akten giderdi. İslâm’ı öğrenme ve yaşama gayretindeki ülkücülere karşı diğer İslâmî grupların dışlayıcı ve baltalayıcı yaklaşımları da Haşim Akten’den okumak benim için değerli oldu. Cezaevindeki işkence uygulamaları, bu işkencelere nasıl direnildiği çok canlı sahnelerle anlatılmış. Dönemi anlatan Kafes filminin yapımcıları Akten’in eserinde senaryo aşamasında yararlanabilselerdi çok daha etkileyici bir kurgu ortaya çıkardı diye düşündüm.
Kitabın “SoIcuları tercih eden Müslüman âlim” başlıklı gerçekten ibret vericidir. Milliyetçiliği şirk olarak tanımladığı anlaşılan bu müstear adıyla meşhur olmuş olan “âlim” kitapta şöyle takdim ediliyor:
“Koğuşa kendisine âlim diyen bir Müslüman gelmişti. Mamak’a düşmüş olması hepsini çok üzdü, ama aralarına bir ilim ehlinin gelmiş olmasına da çok sevindiler. Hocaefendi tartışmalı konular açıyordu. Dışarının hayalleriyle, hürriyet özlemiyle yanan gençleri ilgilendirmeyen konularda ısrarla onlara bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Hoca diye saygıda kusur etmiyorlardı ama pek anlamadıkları konularda da hocayı pek tasdik etmiyorlardı.
Bir sabah kalktıklarında baktılar ki Yusuf Hocaefendi solcuların yataklarının olduğu yere gitmiş, onlarla kahvaltı yapıyor. Öyle zorlarına gitmişti ki! Nasıl olurdu ya? Dine “afyon” diyen ve gelirlerse dini ortadan kaldıracak olan solcularla nasıl birlikte olabiliyordu? Var mıydı Allah aşkına Kur’an’da böyle bir ayet? Tam tersine kafirlere “cife” demiyor muydu Kur’an!… Yapacak bir şey yoktu. Kendi hayatlarına devam ettiler.”(s.325)
Kendisini “fıkıh allâmesi” olarak kabul ettirmiş bu kişi, ülkücüler arasına lider, teşkilat ve doktrin konularında ektiği nifak tohumlarını geçtik, Türkiye’nin darül-harb olup olmadığı, Türkiye Cumhuriyeti yasalarına itaatin şirk olup olmadığı gibi tartışmalı konulara giren bu Hoca’yı Akten şöyle değerlendirmektedir:
“Onları bu düşünceye kitapları ve mektuplarıyla sevk edip, âlim olduğunu iddia eden o kişiyi tanıyordu. Müslümanın savaşı fikir ayrılığı olanlarla değil, inanç ayrılığı olanlarladır. Allah’ı inkâr eden, hele hele “din afyondur” diyenlere karşı içinde buğz yoksa, nasıl Müslüman olurdu insan? Bu, âlim olsa ne yazar ya. Yanı başında namaz kılanları bırakıp solcularla kaldı. Ebu Cehil gibi dinimizle alay edenlerle kalır mı bir Müslüman? Tedbirsiz olan ve Asr-ı Saadet’te yaşananları okuyan ama hissedemeyen bu zavallı âlim yüzünden cezaevi idaresine meydan okuyacak ve şehadete yürüyecekti bir yiğit. Oysa işkencelerin karşısında diliyle dinini inkâr ettiği için çok üzülen Ammar’ı Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in teselli edip “Sen dinden çıkmadın, üzülme” deyişini hiç bilmiyor muydu da bu zulümhanedeki bu gençleri tahrik ediyordu mektuplarıyla? Yusuf Kerimoğlu. Unutmayacaktı bu ismi.
Kerim tekrar kalemi bıraktı elinden, kenara yaslandı. Rüzgâr esiyordu. Kara bulutlar vardı göklerde. Belli ki onlar da ağlayacaktılar Hüseyin için. Ellerini açtı, bu zalim âlim “olmaz” diye fetvalar verse de Hüseyin’e bir Fatiha okudu ve “Allah’ım Hüseyin’i Kâbe’de müşriklere karşı Kur’an okuyan İbni Mes’ud gibi yanına al ve cennetinin en güzel yerinde şehit kullarınla beraber ebedi yaşat” dedi. Âmin deyip ellerini yüzüne sürdü. Şimdi biraz rahatlamıştı. Tekrar yazmaya devam etti.
Muhsin Başkan herkesi uyarıyordu:
“Bu arkadaşlar bizim arkadaşlarımız. Kimse onlarla tartışmaya girmesin. Hiçbir zaman onlara yardım etmeyi kesmeyin. Gözetin, kollayın. Onlar sizin yemeklerinizden yemeseler bile siz mutlaka yemeklerinizi onlarla paylaşın.” (s.330)
“Mehdi Gelecek, Mahkûmlar Gidecek”
Haşim Akten’in “Aşkı Cehenneme Attılar” kitabında can acıtıcı sahneler yanında insanı gülümseten cezaevi anıları da yer almaktadır. Bunlardan birisi Kayseri Cezaevi’nde yaşananların anlatıldığı “Mehdi” odaklı sahnelerdir. Daha önce Hüseyin Türkmen’in Kayseri ülkücülerinin 12 Eylül günlerini anlatan Karagün adlı kitabında ayrıntıları ile okuduğum bu ibretli hikâyenin başlangıcı şöyle anlatılıyor:
İşkencelerden dolayı tüm ülkücüler kendilerini tamamen Allah’a vermiş, gece gündüz ibadetle meşgul oluyorlardı. Orası artık onlar için tam bir Medrese-i Yusufiyye idi. Hatta normal ibadetin ötesinde tarikatlara girerek kendilerini takva bir hayatın içine atıyorlardı. Ben Müslümanım diyen herkesi kendilerinden daha iyi Müslüman olarak görüyor ve onlar ne derlerse hemen itaat ediyorlardı.
Bu samimi duygularla Kayseri Cezaevi’ndeki ülkücülerin çoğunluğu (Menzil) tarikatına [3] mensup olmuşlardı. Bir gün bir haber geldi. Haberi getiren o tarikatın o bölgedeki vekillerinden biriydi: “15 Şubat 1986’da Mehdi Aleyhisselam gelecek Mü’minler o sabah uyandıklarında başlarının ucunda bir kılıç bulacaklar. Savaş başlayacak ve mü’minlerin hepsi kurtulacak.” (s.331)
Nihayet beklenen 15 Şubat 1986 sabahı olur ama ne gelen vardır ne de giden. Bu bekleyişten haberdâr olan ve “acaba” diye kuşkuya kapılan cezaevi gardiyanları da “Mehdi” filan gelmediğinden emin olunca kurtuluş bekleyen mahkûmları sıra dayağından geçirir.
“Muhsin Başkan” Sevgisi
Haşim Akten’in “Aşkı Cehenneme Attılar” kitabında ismi hep muhabbet ve saygı ile anılan bir isim Muhsin Yazıcıoğlu’dur. Muhsin Yazıcıoğlu’nun 12 Eylül öncesinde başkan olamayışını ülkücü hareket adına bir şanssızlık olarak gören Akten’in bu tesbiti önemlidir. Yine kitapta biraz silik bırakılsa da ülkücü hareketin iyi bilinen isimlerinden Hasan Çağlayan, Mahir Damatlar, Burhan Kavuncu yeri geldikçe nakledilen anekdotlarla anılır.
12 Eylül sonrasında İslâmî kesimin muhtelif kesimleriyle yakın irtibatı olan ve düzenlediği “Gözyaşı Geceleri” ile bütün Türkiye’de unutulmaz anılar bırakan Haşim Akten, aradığını bulmuş mudur? Bilinmez ama ülkücü hareketteki bilgi eksikliğine rağmen yaşanan İslâmî samimiyeti hiçbir yerde göremediği değerli bir tesbit olarak kaydedilmelidir.
Konya’daki sohbetlerimizde hep dillendirdiği Medine-i Münevvere’ye hicret arzusu, zahirde gerçekleşmemiş olsa da benim için Haşim Akten, Ravza-i Mutahhara ehlindendir. Onu böyle gördüm ve sevdim. Yazdığı eseri ile de buna layık olduğuna iki cihanda şehâdet ederim.
________________________
[1] Haşim Akten, 1955 yılında Konya’da doğdu. Babası öğretmendi. Küçüklüğünden beri sosyal faaliyetlere ilgi duydu. Ülkücülerin ilk sanat organizasyonlarından TÖMFED’i kurdu. Mamak Cezaevi’nde Mevlanâ’nın Mesnevi’si ile tanışması hayatında bir dönüm noktası oldu. Hayata Mevlanâ gibi bakmaya başladı. Gözyaşı dergisi ve Gözyaşı FM’i kurdu. İlk gösterimini Mamak Cezaevi’ndeki koğuşta sergilediği ve bugün çeyrek asrı bulan “Gözyaşı Geceleri” etkinliği geleneksel hale geldi.
[2] Hayati Bice, Ülkücü Hareket Üzerine Notlar, Panama Yayıncılık, Ankara, 2016, s.67-76.
[3] Menzil Tarikatı: Adını Adıyaman’ın Kâhta ilçesindeki bir köyden alan ve Nakşbendi tarikatının Halidî kolundan bir grup olan Menzil tarikatı ülkücüler arasında 12 Eylül öncesinden başlayıp bugünlere kadar etkin olmuş bir yapıdır. O dönmede tarikatın başında “Seyda” adı ile tanınan Muhammed Raşid Erol vardı.