Ölüm ayrılık mı yoksa bir vuslatın ilk adımı mı?
Ya da öldükten sonra “ülkücüydü” deniliyorsa bu,
yaşamaya devam etmek değil de nedir?
VAY YALAN DÜNYA!
Gazi KARABULUT
Zigana’nın etekleri, zirvelerini kıskandıracak kadar sert ve karlıydı. Bir gün önce yağan karla kapanan yol, zor da olsa açılmış ama Trabzon yolunun sağını ve solunu yer yer kar tepeciklerine dönüştürmüştü. Zirveleri aşarak devam eden yol, Harşıt Çayı kadar hırçın, Kelkit Yaylaları kadar sarp görünüyordu. Akşam Kelkit’te vedalaşmadık bir gönül dostu bırakmayan Ali Metin, aynı tutumunu yol boyunca devam ettirmişti. Köse, Gümüşhane, Torul…
“Gelmelisin.” demişlerdi. Cumartesi büyük miting vardı ama yine de “Gelmelisin.” denilmişse gitmeliydi.
Bugüne kadar ülkü uğruna hangi daveti geri çevirmişti ki buna “hayır” diyebilsin.
“Trakya’ya…” demişler, gitmiş, “Korkuteli seni bekliyor.” demişler koşmuş. “Amasya davet ediyor.” diye haber salmışlar yeni evlendiğini unutarak ulaşmış hem de günlerce öğrenci evinde kalmış, onlarla yer sofrasına oturmuş, dert sofralarına ortak olmuş.
“İlçemizde Ocak açılışı var.” demişler, belediye otobüsü ile ayakta yolculuk yaparak açılış yapmış. Gittiği bir başka konferansta, babasını aramak için avcunda birkaç jeton ile telefon kulübesi aramış. “Neden Ocak’ın telefonundan aramadınız?” denildiğinde “Ocağın telefonu beyt’ül maldır. Babamı oradan arayamazdım.” demiş.
“Doğubayazıt’ta programa çağırıyorlar.” denilmiş, “Parası pulu var mı yok mu? Kış kıyamette ulaşılabilir mi ulaşılamaz mı? Terör örgütü yol keser mi kesmez mi?” diye düşünmeden üstelik de borç para alarak varmış, karanlık bir gecede kurşun vızıltıları altında Ülkücü Hareketin dününü, bugününü ve yarınlarına ait kızılelmasını anlatmıştı.
İşte bu kez de Kelkit’ten, Trabzon havaalanına ulaşarak İstanbul’a gitmek için yanında Köse İlçe Başkanı Köksal Bey ve yine Köse’den bir gönüldaşı ile emanet bir arabayla yola düşmüşlerdi. Yol bir yükseliyor, bir viraj oluşturuyor, kah iniş kah yılan gibi kıvrılış ile uzadıkça uzuyordu.
Köksal “Şu inişi de atlattık mı gerisi kolay başkanım.” dedi. Zigana’nın zirvesi geçilmişti. Başar köyünün hizasına kadar varmışlardı. Az sonra Maçka istikameti görünürdü. Eh, iniş de başladı işte.
Ali Metin, arabanın içinden Zigana’nın karlı yaylalarını seyrediyor, bir yandan da sağ taraftaki derin uçuruma bakıyordu. Ne kadar da derin bir vadiydi.
Ağaçlar gelinlik giymiş kız gibiydiler. Bembeyaz örtüleriyle inanılmaz güzel görünüyorlardı. Güneş ışıkları karların üzerine vurdukça ışıl ışıl bir görüntü insanın içine farklı bir ferahlık katıyordu. Bu ne temiz, ne hoş bir manzaraydı.
Bir uçurumun kenarındayız ama manzara alabildiğine muhteşem, diye düşündü.
Uçurumun kenarındayız, ifadesi, adaylığının kesinleştiği geceyi hatırlattı.
…
“Sen hem ülkenin içine sürüklendiği uçurumdan bahsedeceksin hem de sorumluluk almaktan kaçacaksın. Olmaz böyle.” demişlerdi.
“Siyaset bildiğiniz gibi değil, temiz kalmak için, kirlenmemek için, ben diyarlardan diyarlara koşmayı, ülkülerimizi anlatmayı seçiyorum.” dese de ısrarlar ve karar mekanizmasında bulunmanın önemine yapılan vurgular neticesinde istişareden çıkan sonuca uymak zorunda kalmıştı.
O gün, Kelkit’te teşkilatın içi arı kovanı gibiydi. Herkes bir şeylerle uğraşıyor ve şevkle çalışıyordu. Ali Metin’in adaylığının “O daha çok genç.” denerek engellenmeye çalışıldığı haberine pek itibar eden olmamıştı. “Genel Merkezden arayacaklar.” sözü de çok kabul görmediği için herkes büyük miting hazırlığı ile uğraşıyordu. O yüzden telefonun çaldığını da pek duyan olmadı. Telefona en yakın isim olan Harun’un ahizeyi kaldırması ile hazır ola geçmesi bir oldu. Onun bu davranışı herkesin telefona dikkat kesilmesine sebep oldu. Telefonun diğer ucundaki ses “Ali Metin orada mı? Başbuğ’um görüşecek.” diyordu.
Telefonu aldığında Başbuğ hâl hatır sorduktan sonra mesele anlaşılmıştı. Nefesler tutulmuş ve son kararın ne olduğu bekleniyordu.
O sırada Harun, birden yanındaki masada duran boş kartonlardan birini kaptığı gibi keçeli kalemle bir şeyler yazmaya başladı. Kartona büyük harflerle “Başbuğ’um, Kelkit’ten Gümüşhane’ye, Torul’dan Şiran’a, Köse’ye kadar bütün Gümüşhaneliler milletvekilliğimizi tebrik etmeye başladılar. Halkın ve diğer siyasilerin de desteği tam.” gibi sloganları yazıp Ali Metin’e gösteriyor, o da bunları uygun cümlelerle karşıya aktarıyordu.
Nihayet ahizeden gelen “Hayırlı olsun evladım, gözlerinizden öpüyorum.” sözlerinin ardından teşkilatta sevinç çığlıkları duyulmuş ve herkes büyük bir şevk ile işe koyulmuştu.
Belli belirsiz tebessüm etti Ali Metin.
…
Tam bu sırada Köksal’ın “Bu tır yolu ortalamış geliyor.” demesi ile yola baktığında Trabzon istikametinden gelen bir tırın yoldaki karları savurarak Gümüşhane’ye doğru yol aldığın gördü. Tır, kendi şeridine geçmiş, ancak kaymaktan da kurtulamamıştı. Adeta yolun yarısından fazlasını kaplamıştı. Durumu kurtarmak amacıyla tırın arka yan kısmından geçmeye çalışan Köksal, uçurumdan aşağıya doğru, ıslak yolda sağa sola kayarak giden arabanın kontrolden çıkmasıyla sağ taraftaki 300-350 metrelik uçuruma yuvarlanmaya başladı. Arabadaki üç kişi, üç beş saniyeyi bulmayan bir sürede, yuvarlanan arabadan beyaz ve siyah görüntüler haricinde bir şey hatırlayamadılar.
…
Karadeniz Teknik Üniversitesi öğrencisi ve KTÜ Öğrenci Derneği 2. Başkanı Yıldırım, dersten çıkıp dalgın dalgın yürürken içinden “Metin Ağabey uçağa bindi mi acaba?” diye düşündü. Geçen gün üniversitede, dernek adına bir konferans için davet etmiş ve cuma günü uçağa bineceğini öğrenince de havaalanında görüşme talebinde bulunmuştu.
Ali Metin “Üniversitede düzenlenecek bir etkinliğe katılmaktan memnun olurum.” diyerek İstanbul programının dönüşü için tarih belirlenebileceğini söylemişti. Yıldırım, bir yandan bunları düşünürken derneğin önüne kadar geldiğini fark etti.
Dernekten içeriye adımını attığında telefona bakan arkadaşının “Ali Metin mi?” dediğini duyunca konuşmalara dikkat kesildi. Arkadaşının meseleyi çözemediğini anlayınca telefonu istedi. Karşıdan duydukları ile adeta olduğu yerde donup kaldı.
“Ali Metin, ağır bir trafik kazası geçirdi. Numune Hastanesinden Tıp Fakültesine acil olarak…” Gerisini dinlemedi bile. Derneğe girmesi ile çıkması bir oldu. Koşarak Tıp Fakültesinin aciline gitti. Aralığın soğuğunda, ter içinde kalan vücudu adeta yaz mevsiminde buharlaşan deniz gibi olmuştu.
Fakülteye vardığında, Ali Metin Ağabey’in yoğun bakımda olduğunu, Tıp Öğrencileri Bilimsel Araştırmalar Kulübü Başkanı, çiçeği burnunda doktor adayı Alperen Ali’den öğrendi.
Alperen Ali, durumun hiç de iç açıcı olmadığını söylerken ulaşabildikleri her yere haber salmaya çalıştılar.
Kısa bir süre içinde fakültenin önü, ana baba gününe dönmüştü.
Ama, işte o an…
Yoğun bakımdan çıkan doktorun yüz hatlarından müjdeli bir haber almak için, Yıldırım’ın gözleri, ona çevrilmişti.
Ancak, görüntü pek de öyle değil gibiydi.
Hiç olmazsa “Ağır yaralı ama ölüm tehlikesini atlattı.” demesini bekledi.
Sanki bir iki saniye birkaç asra dönmüş ne doktor konuşuyor ne de ikisinden bir “çıt” sesi çıkıyordu.
Doktor saatine baktı. Bu bakış, neyin işaretiydi?
Yoksa…
Gayriihtiyari o da saati kontrol etti. Kaç olduğunu anlamakta zorlandı. Galiba 14.45’i gösteriyordu. Ama bir kıymeti yoktu saatin. Peki öyleyse doktor neden saatine baktı ki? Ya da bu yüz hâli neydi böyle?
Doktor vazifesini yapmalıydı.
O, sadece “Ali Metin’in yakını mısın?” demişti.
Yakını da ne demek?
Ülküdaşlık, karındaşlıktan daha ileri seviyede bir akrabalık değil miydi?
Şimdi tutmuş bu doktor, “Yakını mısın?” diye soruyor.
Biraz kekeler gibi oldu.
ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN ÜLKÜCÜLÜK ANLAYIŞI
“Çok yakınıyım, iyi tanırım.” diyebildi.
Bunun üzerine doktor cümlelerini tane tane kurdu:
“Nabız yok…
Solunum yok…”
Başka bir şeyler söyledi mi duyamadı…
Zaten duymak istediğinden de emin değildi.
……….
“… Başınız…”
“Kıyamet mi kopuyordu?
Bu nasıl bir hâldi?
O, kara yağız, edep abidesi, inandığı gibi yaşayan, yaşatma ideali için çırpınan, diyarlardan diyarlara koşan…
Artık bu dünyaya veda mı etmişti?
O sırada Alperen Ali de gelmiş ve izahı mümkün olmayan hâle şahitlik etmişti.
Bir ülkü devi, dünyaya veda ediyordu. Acaba hangi hâldeydi. Alperen Ali,” Gel reis, başkanımıza vazifemizi layığı ile yapalım.” diyerek yoğun bakımdan içeriye girdiler.
Vay dünya vay…
Vay iyileri alan dünya vay…
Dünyaya sığmayan o Ali Metin, şu uyduruk sedyeye mi sığmıştı?
Kıtaların fethini hayal eden, kızılelma aşkıyla yolları yollara ekleyen Ali Metin, artık kızılelmanın başbuğları ile mi buluşmak için yolcu olmuştu.
Yıldırım, sedyenin üzerindeki örtüyü hafiften kaldırdı.
Ali Metin Ağabey ölü müydü şimdi?
Yoo…
Hiç de ölü gibi durmuyordu.
Evet evet…
İşte her zamanki gibi insanın içini ısıtan tebessümü ile gülümsüyordu.
Ölü, denilen hiç böyle olur mu?
Bildiğin Ali Metin Ağabey işte…
Her zamanki gibi umutla tebessüm ediyor…
Vay gülüşüne kurban olduğum…
Yoksa cennet bahçelerinde kızılelmanın yolbaşçıları ile bir seyrangâh kurdun da onun için mi bu tebessüm?
En çok da senin hakkın zaten…
Çileye talip oldun…
Kırmadın…
Kırıldın defalarca ama küsmedin…
Hep koştun…
Koştun…
Ve yine koşa koşa gittin ölüme de…
Velhasıl…
Kim bilir belki de…
Evet, evet…
Öyle olmalıydı…
Anasından doğduğu gibi tertemiz yaşayan Ali Metin, kirlenmesin diye; karlarla bembeyaz olan bir zirvede, tertemiz olarak Allah’a kavuşmuş olmalıydı.”
…
Kelkit Ovası’ndaki karlar kadar temiz bir yiğidin ardından gözyaşları sel oluyor, tekbirler yükseliyordu.
Kelkit’te büyük miting yapılıyordu ama mitingin hatibi üç hilal ile sarılı bir tabutta yatıyordu.
Harun, onun öz geçmişini okurken hıçkırıklarına hakim olmaya çalışıyor ama ne Kelkit’in mülki amiri Nuri Bey ne Trabzon Valisi Ayhan Bey ne il Başkanı Bekir Sıtkı Bey ne ikinci sıra adayı Eftal Bey ne o ne şu ne de bu… Kimse gözyaşına engel olamıyordu. Nihayet üniversite arkadaşı Duran Bey; tarihler, 1996’nın 8 Aralık’ını gösterirken Ali Metin’in otuz altı yıllık hayatını özetleyecekti:
Biz onu, anasından doğduğu gibi tertemiz size teslim ettik, siz de Allah’a teslim ettiniz. El Fatiha…