YAMAN ARIKAN, “BİZİM YÛNUS”U ANLATIYOR
Mülakat: Oğuz ÇETİNOĞLU
ocetinoglu1@gmail.com
16 Aralık 2009
‘BİZİM YÛNUS, YENİ SAĞILMIŞ SÜT GİBİ TEMİZ, SU GİBİ AZİZ VE MÜBÂREK BİR İNSANDIR.’
Çetinoğlu: Hayatınızın 40 yılını Yunus Emre araştırmalarına hasrettiniz. Meydana getirdiğiniz eser, inşallah yakında gün ışığına çıkacak. Bu eserinizle, Yunus Emre hakkında en kapsamlı çalışmaya imza atmış bir işi olarak uzmanlığınız tescillenecek. Bu sebeple röportajımızın konusu Yunus Emre olmalı. Okuyucularımıza Yunus Emre’nin şahsiyeti hakkındaki belirlemelerinizden söz eder misiniz?
Yaman Arıkan: Oğuz Beyefendi, bilirsiniz, bir kişinin şahsiyetini, gerçekci bir gözle ve tam olarak belirtmiş olmak için onun şahsının husûsiyetlerini, özelliklerini, meziyetlerini, müsbet-menfî yönlerini,… ayrı ayrı sayıp dökmüş olmak gerekir. Bizde umûmiyetle, bir kişinin şahsiyeti belirtilirken, daha çok, müsbet yönleri üzerinde durulur; meziyetleri, fazîletleri ve müsbet yönleri sayılıp dökülür. Bir insan olması hasebiyle, menfî taraflarının da bulunabileceği hemen hemen hiç düşünülmez. Ancak, nâdir olmakla berâber, hiç şüphesiz, Allah’ın kullarının içinde, menfîliklerden arınmış şahsiyetler de vardır. Benim 40 yıllık berâberliğimde müşâhede ettiğim kadarıyla, Bizim Yûnus, menfîliklerden arınmış nâdir şahsiyetlerden biridir. Bu bakımdan, bu sorunuza cevap olarak onun şahsiyetini farklı bir yöntemle anlatma ihtiyâcını hissediyorum. Bilirsiniz, Türkçe’mizde; bir şeyin temiz, arı, saf, pâk ve gıll u gışsız olduğunu belirtmek için, ‘süt gibi’ veya ‘süt gibi temiz’ ifâdelerini kullanırız. İşte, Yûnus’un şahsiyeti bahis konusu olunca benim zihnimde dâima ve hep bu ifâdeler yankılanır. Bu sebeple; onun husûsiyetlerini, özelliklerini, meziyetlerini, fazîletlerini, yüksek insânî hasletlerini teker teker sayıp dökmek içimden hiç mi hiç gelmez.
Yine, meselâ ‘su’ kelimesinin şümûlüne giren sulardan bazılarını hatırlayalım. Bilindiği gibi su, insan bünyesinin başta gelen en zarûrî ihtiyâç mâddelerinden biridir. Meselâ şehir şebeke suyu bir sudur. Bununla berâber, içme suyu dediğimiz diğer sulardan birine sâhipseniz, ondan içmeyi tercîh eder, şehir şebeke suyunu içmek istemezsiniz. Halbuki o da sudur. Şurada-burada öyle çeşmeler veya kaynaklar vardır ki, suları pek yavan ve kabadır. Mecbûr kalmadıkça onlardan içmez veya içmek istemezsiniz. Bu tip sular, halk ağzında ‘kaba’ kelimesiyle ifâde edilir. Deniz suyuna su değil diyemezsiniz. Deniz suyu da bir sudur. Bununla berâber, onu içmezsiniz veya içemezsiniz. Bütün bunlardan başka, bazen Türk yurdu Anadolu’nun yalçın kayalı dağlarından veya çam ormanları arasından fışkıran öyle kaynak suları da vardır ki; içtikçe içeceğiniz, dönüp dönüp içeceğiniz gelir. Halk arasında, böyle sular için, ‘Âb-ı hayât gibi’ ifâdesi kullanılır. Bilindiği gibi, ‘Hayât Suyu’ ma’nâsına gelen Âb-ı hayât yâni Bengisu, içenleri çok uzun yıllar yaşamağa veya ölümsüzlüğe kavuşturan su olarak bilinir. İşte, Yûnus’un şahsiyeti bahis konusu olunca benim zihnime dâimâ ve hep, halkımızın Bengisu’ya yâni Âb-ı hayâta benzettiği o yalçın kayalı dağlardan veya çam ormanları arasından fışkıran o kaynak suları gelir. Bu arada, Yûnus’u tanıdıktan ve onunla 40 yıl berâberlikten sonra, sanki Bengisudan içmişçesine bahtiyârlık duyduğumu da cân ü gönülden ifâde etmek isterim.
Çetinoğlu: Yunus Emre, batılıların ‘misyon’ olarak adlandırdıkları anlamda, bir ‘özel görev’in temsilcisiydi. Bu özel görevi yorumlar mısınız?
Yaman Arıkan: Oğuz Beyefendi, kabul buyurursanız, önce sizi harâretle kutlamak isterim. Zîrâ, ‘Yûnus’ denince, birinci derecede ve evveliyetle bilinmesi gereken husûsa temâs ettiniz. Gerçekten, Yûnus’un misyonunu bilmeyen, gerçek ma’nâda O’nu anlamış olmaz. Bu bakımdan, daha sohbetimizin başında onun misyonuna temâs etmeniz fevkal’âde isâbetli olmuştur. Şimdi, önce bu Firenkçe kelimenin hem ma’nâsına, hem de kullanılış şekline kısa bir göz atalım. Daha sonra da ‘Yûnus’un misyonu’na geçelim. Misyon, ‘Bir şahsa veya bir heyete verilen ve husûsî ve yüksek bir gâye taşıyan vazîfe-görev-hizmet’ demektir. Firenkler, bilhâssa haçlı-Hıristiyanlar, kelimeyi bu ma’nâda kullanırlar. Türk halkının yabancısı olmayan ‘misyoner’ kelimesi de aynı kökten gelir. Misyoner, ‘Husûsî ve yüksek bir gâye ile vazîfeli kişi’ demektir. Haçlılar, özel sûrette ve ajanlık rûhuyla yetiştirdikleri adamlarını, Hıristiyan olmayan ülkelere bilhâssa Türk-İslâm ülkelerine çeşitli isim ve kılıklar altında salarlar. Bunların, gittikleri ülkelerdeki vazîfeleri yâni misyonları, başta Hıristiyanlık propagandası olmak üzere, o ülke halkı arasına fitne-fesât ve ayrılık tohumları saçmak, yerleşik inançları za’fa uğratmak, topluluklar arasında ihtilâflar çıkarmak ve kargaşalıklar oluşturmaktır. Misyonerin ta’rîfinde, ‘…yüksek bir gâye’ ifâdesini kullanmıştık. Görüldüğü gibi, uygulamadaki durum hiç de yüksek değil, bil’akis, ‘denî’ ve ‘alçak’. Hak dîndeki bir insanı yâni bir Müslüman’ı, bâtıl dîne yâni Hıristiyanlığa çekmek, temiz ve ma’sum halk arasında fitne-fesâd ve ayrılık tohumları saçmak, hak ve doğru inançları za’fa uğratmak, topluluklar arasında ihtilâflar çıkarmak ve kargaşalıklar oluşturmak, bütün bu denî ve alçak fiillere bir de ‘…yüksek gâye’ kılıfını giydirmek, haçlıların cibilliyetlerinin îcâbıdır. Yâni onlar cibilliyetlerinin îcâbını yapmaktadırlar. Türk’ün vazîfesi ise, haçlının cibilliyetinin îcâbını Türk vatanında sergilemesine meydan ve fırsat vermemektir. Firenkçe bu misyon kelimesinin Türkçe karşılığı, ‘vazîfe-görev’dir. Yûnus’un misyonu demek, ‘Yûnus’un vazîfesi-görevi’ demektir. Atatürk’ün misyonu demek, ‘Atatürk’ün vazîfesi-görevi’ demektir. Bunları biraz daha geniş şekliyle ifâde edersek, Yûnus’un misyonu dediğimiz zaman bu, ‘Yûnus’un husûsî ve yüksek bir gâye taşıyan vazîfesi-görevi’ demek olur. Atatürk’ün misyonu dediğimiz zaman bu, ‘Atatürk’ün husûsî ve yüksek bir gâye taşıyan vazîfesi-görevi’ demek olur. Şimdi burada bir husûsa dikkat etmemiz gerekiyor. Misyoner, bir misyon yükleniyor. Yâni misyonerin uhdesinde bir misyon ( = vazife-görev ) bulunuyor. Fakat ona bu misyon, kendisini özel sûrette ajan rûhuyla yetiştirenler tarafından veriliyor. Gâzî Paşa ile Yûnus’un uhdesinde de birer misyon ( = vazîfe-görev ) bulunuyor. Fakat Yûnus da, Gâzî Paşa da, bir teşkîlât tarafından özel bir rûhla yetiştirilmedikleri gibi, uhdelerindeki misyonu herhangi bir teşkîlâttan almış da değiller. Onlara bu misyon ( = vazîfe-görev ) yücelerden veriliyor, yücelerden tevdî’ ediliyor. Bunu biraz sonra göreceğiz. Şimdi gelelim Yûnus’un misyonunun ne olduğuna. İstesek, bunu burada hemen bir tek cümle ile ifâde edebiliriz. Fakat o zaman mesele, havada kalmış mücerred bir iddiâ olarak görülebilir. Bu sebeple, önce Yûnus’un misyonunu tescilleyen delilleri açık-seçik ortaya koyalım. Daha sonra da o tek cümlelik ifâdeyi görelim. Yûnus’un misyonunun ne olduğunu anlamak, iki husûsun bilinmesine bağlıdır. Bunlardan biri, ‘Türk Milleti’nin yerleşik târihî millî inancı’dır. Diğeri de, ‘Yûnus devrinde Türklüğün Anadolu’daki durumu’dur. Bu iki husûsu bâriz bir şekilde gözler önüne serdiğimiz an, Yûnus’un misyonunun ne olduğu açıkça ortaya çıkacaktır. Yerleşik târihî millî inanca göre, ilâhî irâde, Türk Milleti’nin uhdesine cihanşümûl ve mukaddes bir vazîfe tevdî’ etmiştir. Kıyâmete kadar devam edecek olan bu vazîfe, ‘Î’lâ-yi Kelime-t-ullah’ veya ‘Nizâm-ı Âlem Ülküsü’dür. Buna göre, Türk Milleti, yeryüzünde ilâhî nizâm ve düzeni yaşamak, yaşatmak, yaymak, korumak ve kollamakla mükellef ve vazîfelidir. Nitekim; ulu ceddimiz, ilk büyük Türk Hâkanı Oğuz Han’ın, hâkan olur-olmaz dört bir yana yolladığı yarlığların üslûbu bu husûsu te’yîd eder mâhiyettedir. Oğuz Han, hâkanlık tahtına oturunca büyük bir toy ( = ziyâfet ) verir. Bütün Oğuz Beyleri ve halk oradadır. Yenilir, içilir. Toydan sonra Oğuz Han, beylere ve halka bir hıtâbede bulunur: Ben sizlere oldum hâkan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Kurt olsun bize uran, Demir kargılar olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz daha müren, Güneş bayrak gök kurukan! Oğuz Han, kendi halkına îrâd etdiği bu hıtâbeden sonra, dört bir yana yâni yeryüzündeki diğer insan topluluklarına da yarlığ ( = emir, fermân, irâde, buyrultu )lar gönderir. Bu buyrultularda şöyle denilmektedir: – Ben Türklerin hâkanıyım! Yeryüzünün dört bucağının hâkanı da olmam gerek. Sizden baş eğmek dilerim. Bana baş eğenleri dost edinirim. Baş eğmeyenleri düşman sayarak üzerlerine ordumla yürürüm!… Türk Milleti, yeryüzünde ilâhî nizâm ve düzeni yaşamak, yaşatmak, yaymak, korumak ve kollamakla mükellef ve vazîfeli tutulunca, onun adının ve sanının hiçbir zaman yok olmaması gerekir. İşte bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakk, Türklüğün yeryüzündeki millî varlık ve bekası tehlikeye düştüğü an; ‘Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın diye’ bir millî önder, bir millî mürşid, bir millî kahraman, bir millî âbide şahsiyet gönderir. Ulu ceddimiz Göktürk hâkanı Bilge Han, ilk büyük Türk hâkanı Oğuz Han’dan bu yana var olan yerleşik târihî millî inancımızın bu yönünü Göktürk Kitâbelerinde pek güzel dile getirir: – Tanrı, Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın diye, önce babam İlteriş-Kutluk Hâkan’la annem Bilge Hâtun’u tahta oturttu. Türk Milleti’ne il ( = ülke, vatan, yurt ) verdi. Daha sonra, yine Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın diye, beni tahta oturttu!… Görüldüğü gibi, gerek Göktürk Hâkanı’nın bu tesbîti, gerekse, bilinen ilk büyük Türk Hâkanı Oğuz Han’dan bu yana târihimizin akışı, yerleşik târihî millî inancımızın doğruluğunu te’yîd eder mâhiyettedir. Gerçekten, Türk Milleti, bugüne kadarki târihi boyunca pek çok bunalım = buhrân)larla karşı karşıya kalmıştır. Fakat dikkat çekicidir, yine çok kerre, bunalımın atlatılmasında ümitlerin nerdeyse tamâmen kesilmek üzere bulunduğu bir sırada, ortaya çıkan ve milletin başına geçen bir millî önder, bâdirenin bertaraf edilmesine vesîle olmuştur. Târihimizin sînesinde işte bir de böyle millî önderler, millî mürşitler, millî kahramanlar ve millî âbide şahsiyetler bulunmaktadır. Bu silsilenin bilinen ilk büyük halkası, ulu ceddimiz Oğuz Han’dır. Şimdilik, son büyük halkası da Gâzî Mustafa Kemâl Paşa’dır. İkisi arasında, buhrânlı-bunalımlı devirlerde Türk Milleti’ne önderlik ve mürşitlik etmiş pek çok halka bulunmaktadır… Öyle sanıyorum ki, ‘millî önder’ veya ‘millî mürşid’ denince, çoğumuzun aklına, sâdece devlet reîsi veya devlet yöneticisi, veyahut da ordu komutanı olarak milletin başında bulunmuş şahsiyetler gelir. Bu, doğru olmakla berâber, eksik bir değerlendirmedir. Zîrâ, biraz önce sözünü ettiğimiz; târihimizin millî önderleri, millî kahramanları, millî mürşitleri ve millî âbide şahsiyetleri silsilesinde, devlet reîsi veya yönetici veyahut da ordu komutanı olmadığı hâlde o silsileye dâhil olan şahsiyetler de vardır. Meselâ BİZİM YÛNUS bunlardan biridir. Gerçekten Yûnus, ne bir devlet reîsidir, ne bir devlet yöneticisidir, ne de bir ordu komutanıdır. Sâdece, kendi köşesinde, mütevâzîce ve mahviyetkârlık içinde hayât süren sıradan bir Türk evlâdıdır. Fakat bu hâl, onun zâhirdeki ve görünürdeki durumudur. Gerçekte ise o, Türklüğün çok bunalımlı bir devrinde, ‘Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın’ diye, ilâhî irâdece gönderilmiş bir ‘millî mürşid’dir, bir ‘millî önder’dir, bir ‘millî kahraman’dır, bir ‘millî âbide şahsiyet’tir. Şimdi, önce bunu îzâh edelim. Hemen peşinden de, Yûnus’un misyonunu anlamamızı sağlayan iki husûstan ikincisine yâni ‘Yûnus devrinde Türklüğün Anadolu’daki durumu’ bahsine geçelim. Milletlerin veya devletlerin varlık ve bekaları, iki temel unsurun dâimî ayakta olmasıyla mümkündür. Bu iki unsurdan biri, o devletin mâddî-fizîkî varlığıdır. Diğeri de ma’nevî-kültürel varlığıdır. Devletin mâddî-fizîkî varlığı, başta vatan ( toprak ) olmak üzere müstakil idâre ve idârî teşkîlâttır. Eğer vatan (toprak ) elden giderse veya millî-idârî teşkîlât çökerse ortada devlet yok demektir. Vatan ( toprak ) ve millî-idârî teşkîlât, bir devletin ve milletin mâddî ayağıdır. Bir devletin ve milletin ma’nevî ayağı ise millî dil ( lisân ) ve ona bağlı olarak millî kültür ve millî rûhtur. Eğer millî dil yok olursa veya millî rûh ve millî kültür çökerse ortada yine devlet yok demektir. Kısacası, bir devletin iki ayağı vardır. Bunlardan biri, onun mâddî-fizîkî ayağıdır. Diğeri de ma’nevî-kültürel ayağıdır. Vatan ( toprak ) ve millî-idârî teşkîlât, o devletin mâddî ayağıdır. Dil ve ona bağlı olarak millî kültür ve millî rûh da ma’nevî ayağıdır. Bir devlete devlet denilebilmesi için, onun her iki ayağının da sağlam olması ve kendi iki ayağı üzerinde duruyor olması gerekir. İki ayaktan biri ortada yoksa, gerçek ma’nâda devlet de yok demektir. Hemen ifâde edelim ki, ehemmiyetçe ve hayâtiyetçe bu iki ayak birbirinden çok farklıdır. Diyebiliriz ki, dilden ve ona bağlı olarak millî rûh ve millî kültürden ibâret olan ma’nevî ayak, hayâtî ayaktır. Öyle ki, eğer bu ayak tamâmen çöker ve yok olursa, artık o devletin veya milletin tekrâr dirilip ayağa kalkması imkânsızlaşır. Aksine, bir devletin yalnız mâddî-fizîkî ayağının çökmüş olması durumunda ise, onun her an doğrulup kendi ayakları üzerinde varlığını devam ettirmesi imkân dâhilindedir. Sözün kısası, sâdece vatan veya idârî teşkîlât elden giderse, onların tekrâr kazanılması her ana için mümkündür. Fakat esas millet mefhûmunu doğuran ve ona vücûd veren dil (lisân) ve ona bağlı olan millî kültür ve millî rûh yok olursa, artık o devleti veya o milleti diriltmek imkânsızlaşır. Bu husûsu daha müşahhas bir misâlle şöyle açıklayabiliriz: Her insanın bir bedeni (mâddî-fizîkî varlığı ) vardır, bir de rûhu (canı) vardır. Zaman zaman, insanın bedenî (mâddî-fizîkî) varlığında birtakım ârızalar, sıkıntılar ve râhatsızlıklar meydana gelebilir. Bu ârızalar, yerine göre şiddetli veya zayıf, ağır veya hafif olabilir. Fakat can (rûh) bedende bulunduğu yâni can çıkmadığı müddetçe, o ârızalar zamanla giderilebilir, beden sıhhate kavuşturulabilir. Ancak, eğer can bedeni terk etmişse, artık yapacak bir şey yoktur. O insanı (bedeni) tekrâr diriltmek mümkün değildir. Çünkü rûhu (canı) yitmiştir. Bu misâli bir millete uygularsak, o milletin mâddî-fizîkî varlığı yâni vatanı, müstakil idâresi ve idârî teşkîlâtı o milletin bedeni mesâbesindedir. Dili (lisânı) ve dile bağlı olan millî kültürü ile millî rûhu da yine o milletin canı (rûhu) mesâbesindedir. İşte, nasıl ki rûhu yitmiş (canı çıkmış) bir insanı tekrâr diriltmek imkânsızsa, dilini ve millî kültürünü yitirmiş bir milleti diriltmek de aynı şekilde imkânsızdır.
II
‘BİZİM YÛNUS, TÜRK MİLLETİ’NİN ADI-SANI YOK OLMASIN DİYE, İLÂHÎ İRÂDE TARAFINDAN GÖNDERİLMİŞ BİR MİLLÎ MÜRŞİDTİR.’ Çetinoğlu: Yûnus Emre’nin yaşadığı dönemdeki Türk milletinin durumuna bir göz atalım mı?
Yaman Arıkan: Geriye doğru târihin derinlikleri, dillerini ve millî kültür ve millî rûhlarını kaybettikleri için kaybolup giden milletlerle doludur. Bizim târihimizde de devletimizin mâddî-fizîkî ayağının yıkılış ve çöküş hâlleri az değildir. Fakat ekseriyetle dil ile millî kültür ve millî rûh diri, canlı ve ayakta kaldığı için mâddî-fizîkî varlığı kısa zamanda yeniden toparlamak, her seferinde mümkün olmuştur. Yine, târihte, ma’nevî ayağımızı yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuz devirler de vardır. Türklüğün ölüm-kalım devirleri diyebileceğimiz bu devirlerden biri de Yûnus’un devridir. Yûnus, Türk Milleti’nin Anadolu’da mâddî-ma’nevî büyük sıkıntı ve kargaşalıklara düştüğü bir devirde yaşadı. Batıdan gelen ve iki asra yakın bir zaman diliminde dalgalar hâlinde devam eden haçlı-Hıristiyan tecâvüz ve taarruzları, Türk Yurdu Anadolu’da devletimizi sarsmıştı. Vâkıâ, cengâver Selçuklu Hâkanları ve Türk Halkı, haçlı-Hıristiyan çapulcularının büyük bir kısmına Anadolu’yu mezar etmişti. Ama savaş savaştı. Yapacağı yıkım ve tahrîbâttan kaçınılamazdı.
Çetinoğlu: Batıdan Haçlı ordularının tahribatı onarılamadan, doğudan gelen Moğollar Anadolu’daki Türk varlığı için büyük bir tehlike oluşturuyordu.
Yaman Arıkan: Evet. Haçlı-Hıristiyan tecâvüz ve taarruzlarının meydana getirdiği yıkım ve tahrîbâtın izleri henüz tam olarak silinmemişken, Türk Yurdu Anadolu, bu sefer de doğudan gelen bir tecâvüz ve taarruz hareketiyle karşı karşıya kaldı. Bu da, putperest Moğol tecâvüz ve taarruzuydu. İşte, bu iki tecâvüz ve taarruz, sınırları bir zamanlar doğuda Kaşgar’a, batıda Marmara sâhillerine dayanan, ancak, daha sonraları Anadolu’ya hapsolmuş bulunan Selçuklu Türk Hâkanlığını mâddî-fizîkî olarak çökme noktasına getirdi. Öyle ki, 13. asrın sonlarında, mâddî-fizîkî olarak ortada gerçek ma’nâda devlet kalmamıştı. Ülkede tam bir kargaşa hâkimdi. Gücü yeten yeteneydi. Halk; önce haçlı-Hıristiyan tecâvüz ve taarruzları, daha sonra da Moğol baskınları netîcesi hem kırılmış, hem de yok-yoksul duruma düşmüştü. Nitekim, Yûnus, Türk Milleti’nin içine düştüğü o acıklı ve bunalımlı devreyi, âdetâ bir feryâd-figân hâlinde bize aksettirmektedir. Dinleyelim: Müslümanlar Müslümanlar, Bu ne acep zaman oldu? İşâreti bilenlere Kıyâmetten nişân oldu! Ecel bir sel olup geldi, Ömür harmanını deldi, Bu ibret cümle Hakk’dandır, Bahâne bir çıban oldu! Ana, oğul diye ağlar, Oğul, kardeş diye göyner, Kız, ana ciğerin dağlar, Bu dünyâ bir figân oldu! İşitirdik âlimlerden, Kıyâmet vasfını her dem, Eğer âkıl isen hâlin, Sana küllî ayân oldu! Her kande kim varır isem, Figân günü gelir bana. Sanasın kim her mahalde, Kılıç oynar kıran oldu! Şol evler kim düğün gibi, Galabası kesilmezdi. Bugün kim ben anı gördüm, Söyünmüş bir kovan oldu! Ey bîçâre Yûnus sen bil, Bu dünyânın vefâsı yok. Sana dahi gele bir gün, Bu dünyâ bir figân oldu! Evet. Haçlı-Hıristiyan tecâvüz ve taarruzları ve putperest Moğol baskınları netîcesi, ‘analar oğul diye ağlar, oğullar kardeş diye göyner’ olmuştu. Bir zamanlar, her yaştan insanların cıvıldadığı yuvalar, hâneler, âile ocakları,… şimdi, sönmüş yâni arıları kırılmış boş birer kovan hâline gelmişti. Her yerde feryâd-figân vardı. Bu durum, meselenin mâddî-fizîkî boyutuydu. İşin bir de ma’nevî, rûhî ve kültürel boyutu vardı ki, asıl tehlike de o idi. Zîrâ, devrin bir kısım aydınları ve bazı yöneticileri, Türkçe ve millî kültür bahsinde gaflet, dalâlet ve hattâ hıyânet içindeydiler. Tıpkı günümüzde olduğu gibi. Bilhassa Anadolu Selçuklu hâkanlığımızın son devirlerinde; Türkçe, millî kültür ve millî irfân bahsinde iş o noktaya gelmişti ki, saray ve çevresinde Farsça konuşuluyor, Farsça yazılıp çiziliyordu. Yazışmalar Farsça yapılıyordu. Üstelik, Türkçe horlanıyor, ayak ( avâm ) takımının konuştuğu dil olarak görülüyordu. Medrese, âdetâ “kaale-yekuulü”den başka bir şey tanımıyordu. Türk’ün Şehnâmesini yazacak çapta bir dâhî olan koca Mevlânâ, yaşadığı Türk denizi içinde, şiirlerini Türkçe değil, Acemce (Farsça) söylüyor, Acemce yazıyordu. ‘Türk Denizi’ ifâdesini bilhâssa kullandık. Zîrâ o devirde, doğuda Kaşgar, hattâ Çin Seddi ile batıda Marmara Denizi sâhilleri arasındaki coğrafyada Türkler hâkimdi. Öyle ki, devrin bir Ermeni tarihçisinin ifâdesine göre; Anadolu, karınca yuvaları gibi Türk kaynıyor, dünyâ Türklere âdetâ dar geliyordu. Yâni, mülakatımızın baş tarafında da ifâde ettiğimiz gibi, Kaşgar ile Marmara sâhilleri arası, âdetâ, Türklerin kaynaştığı bir Türk denizi idi. Ahâlînin kahir ekseriyeti Türk idi ve Türkçe konuşuyordu. Ordu komutanları ve devletin yöneticileri Türk idi ve Türkçe konuşuyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen, Mevlânâ ve çevresi, akıl almaz bir mantıkla, Türk yurdunda Türk’e yabancı bir dille söyleyip yazma garâbetini gösterebiliyordu. İşte Yûnus; devrinin bazı yöneticileri ile bir kısım aydınlarının bilerek veya bilmeyerek Türkçe’nin, millî kültürün, millî irfânın ve millî rûhun yok olmasına yol açtıkları böyle felâketli bir devirde gelmiş ve ufukları karartılmak istenen Anadolu Türklüğünün üzerine bir güneş gibi doğmuştur. Daha doğrusu, ilâhî irâde onu, ‘Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın’ diye, batı Türklüğüne bir millî mürşit olarak göndermiş, o da, Türk Yurdunda Türk’e yabancı bir dille söyleyip yazma garâbetini gösteren Mevlânâ ve benzerlerine karşı Türkçe haykırmıştır. Hem de, dağdaki çoban ile, okuması yazması bile bulunmayan ninelerin dahi anlayabileceği bir Türkçe ile: Taşdın yine deli gönül, Sular gibi çağlar mısın! Akdın yine kanlı yaşım, Yollarımı bağlar mısın! Nidem elim ermez yâre, Bulunmaz derdime çâre, Oldum il’imden âvâre, Beni burda eyler misin! Yavu kıldım ben yoldaşı, Onulmaz bağrımın başı, Gözlerimin kanlı yaşı, Irmak olup çağlar mısın! Karlı dağların başında, Salkım salkım olan bulut, Saçın çözüp benim için, Yaşın yaşın ağlar mısın! Esridi Yûnus’un canı, Yoldayım illerim kanı, Yûnus düşde gördü seni, Sayru musun sağlar mısın! Bunları BİZİM YÛNUS söylüyor. Sırf mûsikîden ibâret bu hârika Türkçe’yi BİZİM YÛNUS kullanıyor. Ne zaman? 13. asırda. Yâni zamanımızdan yedi asır önce. Nasıl bir devirde? Türkçe’nin küçümsendiği, horlandığı, aşağılandığı, ayak takımının konuştuğu dil olarak görüldüğü bir devirde. Bazı yöneticilerle bir kısım aydınların, bu güzelim Türkçe’yi bırakıp da Acemce’ye tapulandıkları, Türkçe’den başka bir dil konuşmayan millete rağmen Acemce yazıp Acemce söylemekte ısrâr ettikleri bir devirde. Türkçe’nin saf dışı bırakıldığı; millî kültürün, millî irfânın, millî şuur ve bilincin, millî rûhun,… yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu bir devirde. İşte bu sebeplerle diyoruz ki: – Yûnus, Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın diye böyle bir devirde, ilâhî irâdece gönderilmiş bir MİLLÎ MÜRŞİD’dir. Türk Milleti olarak bizim millî varlık ve bekamızın iki temel direği, iki temel istinâtgâhı, iki temel dayanağı vardır. Bunlardan biri ve birincisi dilimiz TÜRKÇE’dir. İkincisi de dînimiz İSLÂMİYET’dir. Türkçe bizim canımızdır, rûhumuzdur, hayât damarımızdır, hayât kaynağımızdır. Bizi Türk olarak yaşatan esas ve temel unsur odur. Nasıl ki rûhsuz-cansız beden için hayât düşünülemezse, yaşama düşünülemezse ve hayât mefhûmu tasavvur edilemezse, aynen bunun gibi, Türk Milleti için de, Türkçe’siz, Türk olarak yaşamak ve varlığını devam ettirmek düşünülemez. Bir beden rûhsuz-cansız kalmışsa yâni rûh bedenden çıkıp gitmişse, artık o bedene ‘insan’ denmez. Bil’akis, ‘ölü’ denir, ‘cesed’ denir, ‘na’ş’ denir. Ona tekrâr insan denmesi, ancak rûh tekrâr bedene geldiği takdirde mümkündür. Yâni rûhun ayrılmasıyla beden ölür, yaşaması imkânsızlaşır. İşte beden için rûh ne ise, Türk Milleti için Türkçe de odur. Sözümüzün başında, istesek Yûnus’un misyonunun ne olduğunu bir tek cümle ile hemen ifâde edebileceğimizi söylemiştik. İşte, ‘Yûnus’un misyonu neydi?’ sorusunun tek cümlelik cevâbı: – Millî varlık ve bekamızın iki temel direği olan DİLİMİZİ ve DÎNİMİZİ olabildiğince sağlamlaştırmak!… Oğuz Beyefendi bir mülâkatta, Yûnus’un misyonu hakkında verilebilecek bilgilerin özünü verdiğimizi sanıyorum. Okuyucularımız, bu konudaki daha geniş bilgiyi “BİZİM YÛNUS” isimli eserimizde bulabileceklerdir. Şimdi, varsa diğer sorularınızın cevâbına geçebiliriz.
Çetinoğlu: Efendim daha pek çok sorumuz var. Onlardan biri de şu: Yûnus’un; Mevlânâ Celâleddîn Rûmî ve Hünkâr Hacı Bektaş Velî ile birlikte Pîr-i Türkistân Ahmed Yesevî’nin yönlendirmesi ile Anadolu’ya geldiği söylenir. Aynı şekilde, Sarı Saltuk’un da Balkanlara gönderildiği belirtilir. Bu konuda inandırıcı bilgiler var mı?
Yaman Arıkan: Evet. Ahmed Yesevî’nin menkıbevî hayâtını anlatan eserlerde bu tür iddiâ ve ifâdeler vardır. Bu husûsta, günümüzde dillerde dolaşan aynı söylentilerin kaynağı da o eserler olsa gerek. Ancak, bu konuda bir noktaya hemen dikkat çekmemiz gerekiyor. Menkıbe, târih demek değildir. İşte, adı üstünde menkıbedir; yâni hikâyedir, destândır. Binâen’aleyh, ortada belge niteliğinde müşahhas deliller yoksa, iddiâ edilen husûsun doğruluğu havada kalır. Esâsen, menkıbevî hayât, târihî bir şahsiyetin târihî-takvim hayâtında belirsizlikler bulunduğu takdirde devreye girer. Nitekim, Ahmed Yesevî’nin târihî-takvim hayâtında da çok büyük belirsizlikler bulunduğu için menkıbevî-destânî hayâtı devreye girmiştir. Târihî büyük şahsiyetlerin menkıbevî-destânî hayâtları, umûmiyetle onların bağlıları ve müntesipleri tarafından yazılır. Bunu yaparken de, hemen hemen hiçbir ölçüleri yoktur. Bütün bunlardan başka, Ahmed Yesevî, mîlâdî 12. asrın ortalarında vefât etmiştir. Mevlânâ, Yûnus ve Sarı Saltuk ise 13. ve 14. asırlarda yaşamış şahsiyetlerdir. Bu durumda, Ahmed Yesevî’nin onları yönlendirmesi nasıl düşünülebilir? İlmî zihniyet ve araştırmanın iyice yerleşmediği ülkemizde ve benzeri ülkelerde, böyle meselelerde ekseriyetle işin kolayına kaçılır ve meseleler sığ ve derinliksiz îzâh ve açıklamalarla geçiştirilir. Şimdi biz, gerek Ahmed Yesevî’nin gerekse diğer üç büyük şahsiyetin yaşadıkları târih îtibâriyle, Pîr-i Türkistân’ın onları yönlendirmesinin bahis konusu olamayacağına bir nokta koyalım ve meselenin özüne ve esâsına gelelim: Biraz önce, Yûnus’un misyonunu tespit ederken Türk Milleti’nin yerleşik târihî millî inancından söz etmiştik. Buna göre, Türk Milleti, yeryüzünde ilâhî nizâm ve düzeni yaşamak, yaşatmak, yaymak, korumak ve kollamakla mükellef ve vazîfeli idi. Bildiğiniz gibi, bu inanç, ‘Î’lâ-yi Kelime-t-ullah, Kızıl Elma, Nizâm-ı Âlem Ülküsü’ gibi ifâdelerle dillendirilir. Geçmiş asırlarda, bu millî inanç, sâdece devletimizin yöneticilerinde değil milletin bütün fertlerinde canlı ve güçlü bir şekilde yaşamaktaydı. Nitekim, daha Osmanlılar devrinde bile, herhangi bir şekilde pâdişâhla karşılaşan bir halk topluluğunun, hep bir ağızdan, ‘Kızıl Elma’ya, Kızıl Elma’ya!’ diye tempo tuttuğunu târih kitapları yazmaktadır. Bazılarının sandığı gibi, gidilecek o yerde, bir ‘Kızıl Elma’ yâni ‘Altın Elma’ falan yoktur. Türk halkı, pâdişâhına karşı, rûhunda yaşattığı o târihî millî inancını haykırmaktadır. Yine bazılarının sandığı gibi, Türk fetihlerinin özünde itici güç, ‘cihangîrlik sevdâsı’ değildir. Öyle olmadığı içindir ki, fethedilen ülkelerin halkı, önce o güne kadar başlarında bulunan zâlim imparator, kral, derebeyi ve tekfurlardan kurtarılmış, sonra da insan haysiyetine yakışır nizâm-intizâm ve düzen te’sîs edilmiştir. Kısacası, Türk fütûhâtının rûhlardaki itici gücü, ülkeler fethetmek ve cihangîrlik sevdâsı değildir. Bil’akis, yeryüzünde ilâhî nizâm-intizâm-düzen ve adâleti te’sîs edip yaşatmaktır. Bunun içindir ki, yeryüzünün neresinde bir küfür ve zulüm merkezi varsa orayı ‘Kızıl Elma’ ilân etmiş ve kendisine hedef seçmiştir. Bu arada, ülkeler fethedilirken, Türk Hâkanlarının, ‘Maksadımız kuru mülk kavgası değildir!’ sözünü sık sık tekrârladıklarını da unutmamak gerekir. Hâlbu ki, meselâ Makedonya’lı İskender ile Napolyon’un fetihlerinde itici güç, insan haysiyetine yaraşır nizâm-intizâm ve düzen kurmak değil, bil’akis, cihangîrlik sevdâsı ve fethedilen ülkelerin halkına cebir ve tahakkümle hükmetme emel ve arzusudur. Biraz önce belirttiğimiz gibi, yerleşik târihî millî inancımız, o devirlerde sâdece devletimizin yöneticilerinde değil, milletin bütün fertlerinde canlı ve güçlü bir şekilde yaşamaktaydı. Millî inancın gereğini yerine getirmek, başta ordu ile yöneticilerin vazîfesi olmakla berâber, seçkin bazı erenler, ermişler ve alp erenler, o ülke insanları arasına girerek bu vazîfeyi kendi çaplarında münferiden de yapıyorlardı. Târihimizin geçmiş asırlarında bunun müşahhas ve canlı örnekleri pek çoktur. Bu, hasbeten lillâh, gönüllü olarak ve kendi çapında yapılıyordu. Bunun için, birilerinin onu yönlendirmesi de gerekmiyordu. Zîrâ onlar, bu yerleşik târihî millî inancın bizzât şuûrunda idiler. Târihimizin o devirlerinde bu vazîfeyi münferiden yapan pek çok erenlerimiz, ermişlerimiz, alp erenlerimiz vardır. Bunların büyük bir ekseriyeti, atalar yurdumuz Türkistân’dan, sırf bu mukaddes vazîfeyi îfâ edebilmek için kopup gelmişlerdir. Nitekim, ünlü mütefekkir şâirimiz Yahyâ Kemâl Beyatlı, Sarı Saltuk’un bu maksatla atalar yurdumuzdan kopup gelişini mısrâlarına taşımıştır:
Geldikdi bir zaman Sarı Saltuk’la Asyâ’dan,
Bir bir diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sarkarya’dan.
III
‘EĞER YÛNUS’UN TÜRKÇE’Sİ GÜNÜMÜZE KADAR YAŞATILABİLSEYDİ, BUGÜN DÜNYÂDA KONUŞULAN DİLLERİN EN GÜZELİ, TÜRKÇE OLACAKTI.’
Çetinoğlu: Bilindiği kadarıyla, Yûnus’un Anadolu’da 10 ayrı yerde mezarı bulunmaktadır. Sizce bu durum neyin göstergesidir?
Yaman Arıkan: Yûnus bahsinde, yine mühim bir husûsa temâs ettiniz! Evet, Yûnus’un Anadolu’da birden fazla yerde türbesi veya mezarı bulunmaktadır. Ölmüş bir kişinin na’şı ancak bir yerde gömülmüş olabileceğine göre, diğerleri ne ma’nâ ifâde ediyor? Üstelik, Yûnus’un mezarının veya türbesinin bulunduğu her bölge halkı, onun na’şının gerçekten orada bulunduğuna samîmiyetle inanıyor. Hemen ifâde edeyim ki, bu Türkmen ( = Türk ) evliyâsının birden fazla yerde mezarının veya türbesinin bulunuşu, öyle kolayca geçiştirilecek basit bir hâdise değil. Altında çok derin ma’nâlar var. Türk vatanı Anadolu’nun her bölgesinde, halk, hem de ısrârla O’na niçin sâhip çıkıyor? Hangi sebeplerle, onun fânî vücûdunun da mutlaka kendi köyünde, beldesinde, şehrinde veya bölgesinde bulunmasını istiyor? Öncelikle bu nokta üzerinde iyice durulması ve doğru bir tesbit yapılması gerekir. Kanâatimizce, topyekûn Türk halkının Yûnus’a samîmiyetle sâhip çıkışının temel sebeplerinden biri ve belki de birincisi, kullandığı mûsikîli-âhenkli güzel Türkçe’dir. O, süt saflığında ve mûsikîli-âhenkli öyle bir dil kullanıyor ki, daha kelimelerin ve cümlelerin zâhirî âhengi, dinleyenleri âdetâ mest ediyor, büyülüyor, kendinden geçiriyor. Ayrıca, bu mest edici-büyüleyici ve kendinden geçirici ifâde ve üslûpla, Türk Milleti’nin evlâdlarının özünde ve rûhunda mevcud bilhâssa değişmez temel değerleri seslendiriyor, dile getiriyor, terennüm ediyor, haykırıyor. İşte Yûnus, bu iki husûsiyetiyle, istisnâsız bütün insanlarımızın gönlünde âdetâ taht kuruyor. Ve, Türk halkı istiyor ki, sevgisiyle gönlünde taht kurmuş bu Türkmen (= Türk) evliyâsı, fânî vücûduyla da yanında olsun, hemen dibinde bulunsun… Milletimizin Yûnus’a karşı bu tavrı, fevkal’âde asîl bir davranıştır, tebcîle lâyıktır. Meselenin özü de şudur: – Türk Milleti, kendi millî-ma’nevî-mukaddes değerlerine sâhip çıkana sâhip çıkıyor… Burada, zaman zaman bazı kişilerin Yûnus’un mezarları üzerine câhilce, bilgisizce ve sorumsuzca sergiledikleri tavırlara da temâs etme ihtiyâcını hissediyorum. Şöyle ki, bâzen, Yûnus’un mezarı bulunan iki ayrı şehrin veya yerleşim merkezinin yöneticileri bir araya geliyorlar ve âdetâ inatlaşırcasına başlıyorlar mezar tartışmasına. Biri, ‘Yûnus’un mezarı bizde’ diyor. Öteki, ‘Hayır, sizde değil bizde’ diye mukabele ediyor. Böylece, bütün dikkatler, Yûnus’un fânî yönüne yöneltiliyor. Oysa, bize Yûnus’un ne mezarı lâzım, ne de fânî bedeni. Bil’akis, bize onun vazîfe-görev hayâtı lâzım, misyonu lâzım, şiirleri-deyişleri lâzım, şiirlerinde-deyişlerinde dile getirdiği esaslar ve değerler lâzım. Meselâ Yûnus demiş ki:
Bir kez gönül yıkdın ise, Şu kıldığın namaz değil.
Ben gelmedim da’vî için, Benim işim sevi için, Dostun evi gönüllerdir, Gönüller yapmağa geldim.
Gönül Çalab’ın tahtı, Çalap gönüle bakdı, İki cihan bedbahtı, Kim gönül yıkar ise
İşte bize bunlar ve benzerleri lâzım. O mezar kavgası yapanların, Yûnus’tan kaç mısrâ bildiklerini öğrenmek isterdim doğrusu!…
Çetinoğlu: Bilmiş olacağınız gibi, bir kısım sol kültür mensupları Yûnus’u sâhipleniyorlar. Bu sâhiplenme Yûnus’u mu küçültür, yoksa sol kültür ekseninde yazıp çizenleri ve konuşanları mı yüceltir?
Yaman Arıkan: Önce, o sol kültür mensuplarının, Yûnus’u hangi maksat ve gâyelerle sâhiplendiklerini bilmiyoruz. O bâtıl ve çarpık zihniyetlerine âlet etmek ve ideolojilerine güç kazandırmak için mi sâhipleniyorlar? Yoksa, netîcede, kendilerinin de bir insan olmaları hasebiyle, Yûnus’un dile getirdiği insanî muhteşem değerlerin kokusunu az-çok duydukları için mi sâhipleniyorlar? Bu husûs aydınlatılmadan, onların, Yûnus’u sâhiplenmelerinin kendilerini yüceltip yüceltmeyeceği hakkında hüküm vermemiz mümkün değil. Eğer, Yûnus’a, deyiş ( = şiir )lerinde dile getirdiği o muhteşem insanî değerlerin kokusunu duyarak sâhipleniyorlarsa, bu, kendilerine şeref kazandırır. Yûnus’un küçülmesi meselesine gelince, hani Türkçe’mizde bir söz vardır. ‘Altın, çamura düşse de altındır!’ der. Bu, çamura düşen altının altınlık değerinden bir şey kaybetmeyeceğini ifâde eder. Kaldı ki, altına; dürüst, nâmus ehli ve haysiyetli kişiler de sâhip olur; haysiyetsiz, şerefsiz ve nâmussuz kişiler de. Bununla berâber, altın yine altındır…
Çetinoğlu: Alevî vatandaşlarımızın da Yûnus’u sâhiplendiğini bilirsiniz. Bu kardeşlerimizin Yûnus’u sâhiplenmeleri tabîî ki iyi bir şey. Yûnus’un Alevîlikle ilişkisini gösteren emâreler var mı?
Yaman Arıkan: Bir ulu nehir düşününüz. Bâzen, şiddetli yağışlar netîcesi, yahut şu veya bu sebeplerle, bu nehrin orasında-burasında taşmalar vuku bulur ve küçük yeni su kolları meydana gelir. Bu kollar, arâzînin durumuna göre, bir dere veya bir küçük çay şeklinde bir müddet akarlar. Sonunda, bir noktada yine o ulu nehirle birleşirler. Görüldüğü gibi, bu hâdisede esas olan, ‘Ana Câdde’ konumundaki ‘Ulu Nehir’dir. Türklük, bin yıllar ötesinden akıp gelen bir ‘Ulu Nehir’dir. Zaman zaman, tıpkı o ulu nehirde vuku bulan taşmalar gibi, şu veya bu sebeplerle, ‘Türklük Ulu Nehri’nde de taşmalar ve ‘Ana Câdde’den sapmalar olmuştur. Bu sapmalar veya taşmalar, daha ziyâde, bizim cehâletimiz ve kurulan düşman tezgâhları netîcesi vuku bulmuştur. Yûnus, hep, ‘Türklük Ana Câddesi’nde yürüyen bir ulu kişidir. Tıpkı o ulu nehirden ayrılan bazı kolların, bir müddet sonra yine asıl yataklarına dönmeleri ve ulu nehre karışmaları gibi, şu veya bu sebeplerle, Türklük ana câddesinden ayrılanlar da bir müddet sonra o câddede yürüyenlerle buluşacaklardır. Nasıl ki, şu veya bu sebeplerle, kısa bir müddet o ulu nehirden ayrılan kollarla ulu nehir yatağında akan sular arasında bir ayrılık-gayrılık yoksa, aynen bunun gibi, bir müddet ‘Türklük Ulu Nehri’nden ayrılmış gözükenlerle o nehirde kalanlar arasında da bir fark yoktur…
Çetinoğlu: Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında Yûnus’un rolü konusunda neler söylemek istersiniz?
Yaman Arıkan: Millet olmanın birinci şartı ve aynı zamanda olmazsa olmaz şartı dildir. Yâni dil yoksa millet de yoktur. Eğer Türkçe olmasaydı, Türk Milleti de olmayacaktı. Nitekim, târihte dillerini yâni Türkçe’yi kaybeden birçok Türk toplulukları Türklüklerini de kaybetmişler; kimisi Slavlaşmış, kimisi Araplaşmış, kimisi Acemleşmiş, kimisi Bulgarlaşmış, kimisi Macarlaşmış; velhâsıl, ‘Türklük Ulu Nehri’nden ebediyyen kopmuşlar ve kaybolup gitmişlerdir. Bugün, dillerini kaybettikleri için kaybolup giden bu milyonlarca ırkdaşımızın fecî’ âkıbetlerinin yüreklerimizde açtığı onulmaz yaranın acılarını duymaktayız. Biliyorum ki, Türk Milleti, o acıları kıyâmete kadar da duyacaktır. Biraz önce, ‘Dil yoksa millet de yoktur.’ Dedik. Bu cümleyi müsbet şekliyle söylersek, ‘Dil varsa millet de vardır!’ hükmü çıkar. Böylece, Avrupalı ve Amerikalı haçlıların ve onların yerli işbirlikçilerinin, günümüzde, Türk vatanında Türkçe’den gayri yeni diller ihdâs etme gayretlerinin altındaki maksad da kabak gibi ortaya çıkar. Siz, Türkçe konuşan yâni dili Türkçe olan bir millet düşünün ki, o milletin mektebi ‘kâle-yekûlü’den başka, yâni Arapça’dan başka bir şey tanımıyor. Sözde aydın, yâni şâir, edîp ve yazar takımı da Acemce’den başka bir şey tanımıyor. Şimdi, dili Türkçe olan o milletin bir müddet sonra hâli nice olur? Ortada Türkçe diye bir dil kalmayınca, tabiî ki ya Araplaşır veya Acemleşir. İşte Yûnus böyle bir devirde yaşadı. Dil ile dîni karıştıran medrese, ‘kâle-yekûlü’den başka bir şey tanımıyordu. Mevlânâ ve çevresi ise Acemce yazıyor, Acemce söylüyordu. Âdetâ Acemce’ye tapulanmıştı.
İşte Yûnus, Anadolu Türklüğünün böyle felâketli bir devrinde geldi ve dili Türkçe olan bir milletin mektebinde ‘kâle-yekûlü’den başka bir şey tanımayanlara ve Acemce söyleyip Acemce yazanlara karşı Türkçe haykırdı. Hem de hârika bir ifâde ve üslûpla. Hem de, yirminci asırda gelmiş bir yabancı Türkiyâtçıya, ‘Eğer Yûnus’un Türkçe’si günümüze kadar yaşatılabilseydi, bugün dünyâda konuşulan dillerin en güzeli Türkçe olacaktı.’ Dedirtecek derecede hârika bir Türkçe ile. Eğer Yûnus, o felâketli devirde ortaya atılıp Türkçe haykırmasaydı, Anadolu Türklüğü bugün belki de Araplaşmış veya Acemleşmiş olacaktı. O Türkmen evliyâsı, Anadolu Türklüğünü Acemleşmekten veya Araplaşmaktan kurtarmakla kalmadı. Aynı zamanda, o hârika Türkçe’siyle, Türk Milleti’nin millî varlık ve bekasının ikinci temel direği olan dînimizi de Kur’ân’ın rûhuna uygun şekilde dillendirdi. Öyle ki, onun şiirlerinde istismârcı, gösterişçi ve bedenî disipline bağlı şekilci ve hurâfevî dîn anlayışını değil, Allah’ın kelâmının getirdiği saf ve berrâk dînin ta kendisini bulursunuz. Türkmen evliyâsının şiirlerine dînî zâviyeden baktığınız zaman, Malazgirt zaferinin başbuğu, ulu ceddimiz Alparslan Gâzî’nin, Türk Milleti’nin dîn anlayışını dile getiren şu vecîz sözünü hatırlarsınız: – Biz Türkler, temiz Müslümanlarız. Riyâ-gösteriş nedir bilmeyiz!… Yûnus’un, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında oynadığı rolü sormuştunuz. Sanırım, bu konuda bir mülâkatda söylenebilecek sözlerin a’zamîsini söyledik…
Çetinoğlu: Atatürk ile Yûnus Emre arasında bir ortak nokta, bir münâsebet var mı? Varsa, bu münâsebet nasıl kurulabilir?
Yaman Arıkan: Oğuz Beyefendi, Türk Milleti’nin evlâtlarının çok iyi bilmesi gereken mühim bir konuya temâs ettiniz. Öyle sanıyorum ki, bugün, cehâletimiz ve millî şuûr fukarâlığımız yüzünden çoğumuz, Yûnus’la Atatürk’ü ayrı kutuplarda görmekte; hattâ zihniyet, inanç ve hayâta bakışları konusunda birbirlerine zıt olduklarını sanmaktadır. Oysa, milletimizin bu iki büyük şahsiyetinin birbirleri karşısındaki durumu hiç de öyle değildir. Kemâl-i iftihârla hemen ifâde edeyim ki, Derviş Yûnus’la Gâzî Atatürk, aynı sedirde bir arada ve yan yana oturmaktadırlar. Bunun böyle olduğunu görebilmek için, Yûnus devrine ve Yûnus’un misyonuna ve Atatürk devrine ve Atatürk’ün sözlerine dikkatli bir göz atmamız kâfîdir. Yûnus’un, Anadolu Türklüğü zâviyesinden nasıl felâketli bir devirde geldiğini ve millî varlık ve bekamızın iki temel direği olan dilimizi ve dînimizi olabildiğince sağlamlaştırmak için ne azim bir vazîfe îfâ ettiğini daha önceki bazı sorularınızın cevaplarında gördük. Yûnus, millî varlık ve bekamızın iki temel direği olan dilimizin ve dînimizin savunmasını, hârika bir Türkçe ile söylediği şiirleri ve mısrâları ile yapmıştı. Zîrâ, o bir şâirdi. Gâzî Mustafa Kemâl Paşa ise, o iki temel direğin savunmasını hıtâbetiyle yaptı. Zîrâ o; sâdece ordular yönetmiş ve büyük zaferler kazanmış dâhî bir başbuğ değildi, sâdece devlet kurmuş bir devlet adamı değildi. Aynı zamanda bir hatîpti: – Türk Milleti demek, Türk Dili demektir. Türk demek, Türkçe demektir!… – Türk Dili, Türk Milleti’nin kalbidir, zihnidir!… – Türk Milleti, geçirdiği nihâyetsiz felâketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hâtıralarının, menfaatlerinin; kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin, dili sâyesinde yâni Türkçe sâyesinde muhâfaza olunduğunu görüyor… Görüldüğü gibi, soyumuzun bu iki büyük evlâdı; Derviş Yûnus’la Başbuğ Atatürk, şâir Yûnus’la hatîp Atatürk, evliyâ Yûnus’la devlet reîsi Atatürk,… bir noktada birleşiyorlar ve âdetâ müştereken diyorlar ki: – Türkçe, Türk Milleti’nin kalbidir, zihnidir. Türkçe, Türk Milleti’nin canıdır, rûhudur. Nasıl ki, cansız-rûhsuz bir insanın varlığı ve ayakta (= hayâtta) kalması düşünülemezse, aynen bunun gibi, Türk Milleti’nin de Türkçe’siz varlığı ve bekası düşünülemez. Şâir Yûnus, Türkçe’nin ehemmiyetini, şiirlerinde kullandığı o hârikulâde Türkçe ile fiilen dillendiriyor, tebârüz ettiriyor. Hatîp Mustafa Kemâl ise bu ehemmiyeti hıtâbetiyle dillendiriyor, hıtâbetiyle tebârüz ettiriyor: – Türk Milleti demek, Türk Dili demektir. Türk demek, Türkçe demektir!… – Türk Dili, Türk Milleti’nin kalbidir, zihnidir!…
IV
‘DİLİMİZ VE DİNİMİZ,TÜRK MİLLETİNİN MİLLÎ VARLIK VE BEKASININ İKİ TEMEL DİREĞİDİR.’
Çetinoğlu: Yûnus ve Atatürk, yalnızca Türkçe’nin önemi üzerinde mi mutabıktırlar?
Yaman Arıkan: Dikkat çekicidir, komutan Atatürk’le Derviş Yûnus, sâdece Türkçe’nin ehemmiyeti üzerinde ittifâk etmekle kalmıyorlar. Aynı zamanda, DİLİMİZİN ve DÎNİMİZİN Türk Milleti’nin millî varlık ve bekasının İKİ TEMEL DİREĞİ OLDUĞU üzerinde de ittifâk ediyorlar. Şâir Yûnus, dînimizin ve Kur’ân’ın özünü ve rûhunu şiirleriyle dile getirerek bu husûsu fiilen dillendirip tebârüz ettiriyor. Hatîp Mustafa Kemâl ise, meseleyi yine hıtâbetiyle dillendiriyor, hıtâbetiyle ifâde ediyor, hıtâbetiyle tebârüz ettiriyor: – Milletimiz, DİL ve DÎN gibi iki fazîlete sâhipdir. Bu fazîletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalbinden ve vicdânından çekip alamamıştır ve alamaz!… – Bizim dînimiz, en ma’kul ve en tabiî bir dîndir ve ancak bundan dolayıdır ki son dîn olmuştur!… Oğuz Beyefendi, Yûnus Emre ile Atatürk arasındaki münâsebette meselenin özü şudur: Yerleşik târihî millî inancımıza göre, Türklüğün millî varlık ve bekası tehlikeye girdiği anlarda ‘İlâhî İrâde’, ‘Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın’ diye, bir millî önder, bir millî mürşid, bir millî kahraman, bir millî âbide şahsiyet gönderir. Nitekim, Göktürk Hâkanı ulu ceddimiz Bilgehan, Göktürk Kitâbelerinde bu husûsu pek güzel dile getirir: – Tanrı, Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın diye, önce babam İlteriş-Kutluk Hâkan’la annem Bilge Hâtun’u tahta oturttu. Türk Milleti’ne il (= ülke, vatan, yurt) verdi. Daha sonra, yine Türk Milleti’nin adı-sanı yok olması diye beni tahta oturttu!… İşte, Göktürk Hâkanının pek güzel ifâde ettiği gibi, târihimizin sînesinde bir de böyle millî önderler, millî kahramanlar, millî mürşitler ve millî âbide şahsiyetler silsilesi bulunmaktadır. Bu silsilenin bilinen ilk büyük halkası, ulu ceddimiz Oğuz Han’dır. Şimdilik, son büyük halkası da Gâzî Mustafa Kemâl Paşa’dır. İkisi arasında, Türk Milleti’ne önderlik ve mürşidlik etmiş pek çok halka bulunmaktadır. Yûnus da bu halkalardan biridir. Toparlarsak, Gâzî Mustafa Kemâl Paşa ile Yûnus Emre, Türklüğün millî varlık ve bekasının tehlikeye düştüğü iki ayrı devirde, ‘Türk Milleti’nin adı-sanı yok olmasın’ diye, ilâhî irâdece bilhâssa gönderilmiş iki şahsiyettir…
Çetinoğlu: Efendim, şimdiye kadar anlattıklarınızdan, Yûnus’un; Türklük rûh, şuûr ve asâletinin oluşmasında ve gelişmesinde pek büyük rolünün olduğu anlaşılıyor. Bu konuda daha başka söyleyecekleriniz var mı?
Yaman Arıkan: Evet, var. Ancak, bir mülâkatda bu konuda söylenebilecekleri fazlasiyle söylediğimizi sanıyorum!…
Çetinoğlu: Yûnus Emre’yi çağdaşı Mevlânâ ile karşılaştırdığımızda, sizce nasıl bir durum ortaya çıkar?
Yaman Arıkan: Mevlanâ, gerçek bir mütefekkirdir. Eğer öyle olmasaydı, yâni sıradan bir insan olsaydı, Türk Milleti ve Türk Kültürü hesâbına O’nun kaybına üzüntü duymazdık. Anladığım kadarıyla, benden, Yûnus ile Mevlânâ’nın mukayesesini yâni karşılaştırılmasını istiyorsunuz! Bu isteğinizi farklı bir yaklaşımla cevaplandırıp esas mukayeseyi size bırakmak istiyorum: Mevlânâ, kendisi aslen bir Türk’tür ve Türk ülkesinde ve bir Türk Denizi içinde yaşamıştır. ‘Türk Denizi’ ifâdesini bilhâssa kullandık. Zîrâ o devirde, Kaşgar ile Marmara sâhilleri arasındaki coğrafyada Türkler hâkimdir, Türkler yaşamaktadır. Öyle ki, devrin gayr-i Müslim bir târihçisine göre, ‘Anadolu, karınca yuvaları gibi Türk kaynamakta, âdetâ, dünyâ Türklere dar gelmektedir. Halkın kahir ekseriyeti Türk’tür ve Türkçe konuşmaktadır. Anadolu’da, Türkçe konuşmayan ve pek küçük azınlıklar hâlinde bulunan sâdece bir mıkdâr Ermeni ile bir mıkdâr Rum vardır. Bir de, bugünkü Îrân’ın pek dar bir bölgesinde Farsça (Acemce) konuşulmaktadır. Bütün bunlardan başka; hâkanlar Türk’tür, Türkçe konuşmaktadır. İleri gelen yöneticiler hepsi Türk’tür, Türkçe konuşmaktadır. Ordu komutanları ve bütün ordu mensupları Türk’tür ve Türkçe konuşmaktadır. İşte böyle bir zemînde, Mevlânâ, içinde yaşadığı millete yabancı bir dille (Farsça-Acemce) yazmış ve söylemiştir. Onun yazıp söylediklerini, o devirde Marmara sâhilleri ile Kaşgar arasında yaşayan insanlardan kaç kişinin anlayabilmiş olacağının hesâbını size bırakıyorum. Yûnus ise, sâdece devrinin Marmara sâhilleri ile Kaşgar arasındaki Türklerin anlayabileceği bir dille değil, dağdaki çobanla, okuması-yazması bile olmayan benim ninem de dâhil, kıyâmete kadar gelecek bütün Türklerin anlayabileceği bir dille yazmıştır… Kendisinden yedi asır sonra gelen yabancı bir Türkiyâtçıya (Türkolog), ‘Eğer Yûnus’un Türkçe’si günümüze kadar yaşatılabilseydi, bugün dünyâda konuşulan dillerin en güzeli Türkçe olacaktı.’ dedirtecek şekilde.
Çetinoğlu: Yûnus’un dili hakkında neler söyleyeceksiniz?
Yaman Arıkan: Yûnus, yaşadığı dönemde, bu günkü Türkçe ile konuşup yazıyordu. Yûnus’un şu dörtlüğü bir televizyondan okunsa, anlamayan 70 kişi çıkar mı? Taşdın yine deli gönül, Sular gibi çağlar mısın! Akdın yine kanlı yaşım, Yollarımı bağlar mısın! Bu noktada, Peygamberimizin bir sözünü de hatırlamamız lâzım. Allah’ın Resûlü şöyle buyuruyorlar: – İnsanlara, anlayabilecekleri seviyede hıtâp ediniz!… Peki, o devirde Kaşgar ile Marmara sâhilleri arasında yaşayan Türk topluluğunun anlayabileceği seviye Acemce miydi ki, Mevlânâ ve çevresi onlara Acemce hıtâp etti?… Mevlânâ kurtarıcısı bu kolay çözümcülerden bazıları da şöyle diyor: – Efendim, Mevlânâ, mesnevîsini ve diğer eserlerini Îrânlıları Şiîlikten döndürmek için Farsça yazmıştır. Ben de diyorum ki: – Yaaa! Öyle mi! Peki bugüne kadar kaç Îrânlı, Mevlânâ’nın Mesnevî’sini okuyarak Şiîlikten dönmüş!… Kolay çözümcü düşünemez ki, Şiîlik, öyle sanıldığı gibi, gerçekte bir dînî mezhep falan değildir. Bil’akis, Farslığı ve Fars ırkını korumak için dîn kılıflı bir zırhtan ibârettir. Yâni Acemler, Fars ırkını ve Farslığı korumak için, Şiîliği bir zırh olarak kullanmaktadırlar…
Çetinoğlu: Ana dili dışındaki dillerle eser yazan başka Türkler de var.
Yaman Arıkan: Türk olduğu halde, Türkçe dışında dillerle yazan âlimlerden biri de ‘Zemahşerî’dir. Atalar yurdumuzun bir bölgesi olan Hârezm’in Zemahşer Kasabası’nda doğup büyümüştür. Kendisi, asırlardır ve bugün, Arap dili ve edebiyâtının en önde gelen otoritelerinden biridir. Öyle ki, Arap dili ve edebiyâtı konusunda, onun herhangi bir sözü, âdetâ akan suları durdurur, onun sözünün üzerine daha söz söylenmez. Hepsi de Arapça yazılmış olmak üzere; tefsîr, dil, gramer, fesâhat-belâğat, edebî sanatlar,… konusunda pek çok eseri vardır ve her biri, Arap dilinin hakîkaten birer şâheseridir. Bu ulu ceddimizin, başta ünlü tefsîri Keşşâf olmak üzere, kütüphânemde mevcut eserlerini hep hayıflanarak okurum. İşte bu büyük Türk, hacc münâsebetiyle gittiği ve bir müddet kaldığı Mekke’de, bir ara, devrin çevredeki Arap âlim, edîp, şâir ve yazarlarını etrâfına toplayarak onlara hıtâben şöyle diyor: – Gelin, size atalarınızın dilini öğreteyim!… Şimdi, bir Türk olarak nasıl dövünmez, nasıl eseflenmezsiniz! Düşünün bir kerre! Ana dili Türkçe olan bir kişi, devrin Arap edîp, âlim, şâir ve yazarlarına, atalarının dilini öğretmek istediğini söylüyor. Bu söz, onun, Arap dilini devrin Arap edîp, âlim, şâir ve yazarlarından daha iyi bildiğini gösterir. Bu bir dehâdır. Bu dâhî Türk, Arapça yerine kendi ana dili Türkçe’ye omuz verseydi, bugün, bin küsûr yıl öncesinden Türkçe’mizin de şâheserleri bulunmayacak mıydı?
Çetinoğlu: Söylediklerinizden, gündem dışı bir konuya geçmek mecburiyeti hâsıl oldu: Yabancı dil öğretimi ve yabancı dille eğitim… Türk Dili ve Edebiyatı üzerine yüksek tahsil görmüş bir aydın olmanıza rağmen üç yabancı dili, ana dili gibi konuşabilen bir insan olarak, yabancı dille eğitim konusundaki görüşlerinizi alabilir miyim?
Yaman Arıkan: Türkiye Cumhuriyeti Türklüğü, bir müddetten beri, misli görülmemiş ve cihan çapında bir sû-i kasd hareketiyle karşı karşıyadır. Bu, ana dili Türkçe olan Türk evlâtlarına, sömürgeci haçlıların diliyle eğitim-öğretim yaptırılmasıdır. Dışarıdan tezgâhlanan ve içerideki dönme-devşirme torunları ve sömürge aydını kafalı bazı yöneticilerce yürütülen bu sû-i kasd hareketiyle, Türk Milleti’nin yeni nesillerinin beyinleri mantarlaştırılmakta, morfinlenmekte, dolayısıyla çalışamaz, fikir üretemez ve meselelere çözüm getiremez duruma düşürülmektedir. Bunu îzâh edelim: – İnsan beyni, hârika bir îmâlât makinesi, bir îmâlât âletidir. Îmâl ettiği şey de fikirdir, meselelere çözümdür. Beyin, bu îmâlât işini, dil ile ve dilin kelimeleriyle, fakat münhasıran ve sâdece, kişinin kendi ana dili ve ana dilinin kelimeleriyle yapabilir. Hiçbir insan beyni, ana dilinin dışındaki bir dille ve o dilin kelimeleriyle îmâlât yapamaz. Buna göre, beynin îmâlât malzemesi, münhasıran ve sâdece kişinin ana dili ve onun kelimeleridir. Şu hâlde, kişinin beyninin îmâlât yapabilmesi yâni fikir üretip meselelere çözüm getirebilmesi için, onun kendi ana dilini olabildiğince iyi bilmesi gerekir. Çünkü îmâlâtı onunla yapacaktır. Bir kişi, kendi ana dilini ne nisbetde biliyorsa, o nisbetde fikir üretme ve meselelere çözüm bulma imkânına sâhiptir. Ana dilini çaycı Ali dayı da bilir, falan ilim adamı da. Fakat arada nisbet farkı bulunduğu için, çaycı Ali dayı, o ilim adamının sâhip bulunduğu fikir üretme imkânına sâhip değildir. Beynin fikir îmâlâtında kullandığı temel malzeme, kişinin ana dilinin kelimeleridir. Bu bakımdan, kişi, kelime hazînesinin zenginliği nisbetinde fikir îmâl etme ve meselelere çözüm bulma imkân ve kabiliyetine sâhiptir. Üç-beş yüz kelimelik, hattâ üç-beş bin kelimelik kabîle dilleri ile, büyük çapta fikir îmâlâtı yapılamaz. Aynı şekilde, kişinin ana dilinin kelime hazînesi ne nisbetde zengin olursa olsun, o, o zengin kelime hazînesinden ancak kullanabildiği kelime nisbetinde fikir îmâlâtı yapabilir. Çaycı Ali dayının ana dili Türkçe’nin, sayısı yüz binleri bulan kelimesi vardır. Fakat bizim Ali dayı, o yüz binlerden ancak üç-beş yüzünü kullanabilir. Bu sebeple, onun beyninin fikir îmâlâtı, o üç-beş yüz kelimenin çerçevesini aşamaz. Şimdi, bütün bu husûslar için bir de müşahhas birer misâl verelim: – Kendinize saray gibi güzel bir ev yapmak istiyorsunuz. Ancak, malzeme olarak, ortada sâdece bir moloz yığını, bir mıkdâr taş-tuğla, bir mıkdâr da işlenmemiş mobilya malzemesi var. Bu malzeme ile kendinize ancak bir kulübe veya bir gecekondu yapabilirsiniz!… – Yine, meselâ, mutfağınıza girip kendinize çorbasıyla, kebabıyla, sebzesiyle, baklavasıyla, hoşafıyla,… mükellef bir ziyâfet hazırlamak istiyorsunuz. Fakat kilerinizde sâdece bir mıkdâr un, bir mıkdâr tuz, biraz da ıvır-zıvır malzeme var. Bu malzeme ile kendinize ancak bir bulamaç, belki bir de gözleme yapabilirsiniz!… Hâlbuki ev misâlinde, elinizde; işlenmiş mermeriyle, fayansıyla, tuğlası-kiremidiyle, yine işlenmiş mobilyasıyla her türlü malzeme bulunsaydı, hayâl ettiğiniz o saray gibi evi yapabilirdiniz. Mükellef ziyâfet misâlinde de, kişinin emeline kavuşması, ancak gerekli temel malzemelere sâhip olmakla mümkün. Aksi hâlde, gerekli temel malzemeye ne nisbetde sâhipse, emeline de o nisbetde kavuşabilir. Bu misâller, beyinlerin fikir üretimi konusunda da aynen geçerlidir. Biraz önce, ‘Beyinler, fikir îmâlâtını yâni fikir üretimini münhasıran ve sâdece, kişinin kendi ana diliyle yapabilir.’ Demiştik. Fikir üretiminde beynin muhtâç olduğu temel malzeme, dilin kelimeleri ve bir de dile hâkimiyettir. Nasıl ki, kişi, ev meselesinde, ortada mevcut malzemeye göre ev yapabiliyor; ziyâfet meselesinde de kilerdeki malzemeye göre ziyâfet hazırlayabiliyorsa, aynen bunun gibi, fikir üretiminde de, dildeki hâkimiyetine ve sâhip bulunduğu kelime hazînesine göre fikir üretebilir ve meselelere çözüm getirebilir. Şu husûsun da unutulmaması gerekir: – Saray gibi ev yapmak veya mükellef ziyâfet hazırlamak için, temel malzemelerin mevcûdiyeti şart olmakla berâber, fiilen harekete geçilip gereği yapılmadıkça, ev veya ziyâfet, kendiliğinden meydana gelmez. Aynen bunun gibi, fikir üretiminde de, sırf temel malzeme olan kelime hazînesi ile dil hâkimiyetine sâhip bulunmakla fikir ürünü kendiliğinden hâsıl olmaz. Ayrıca, beynin çalıştırılması da gerekir. Nitekim, biz de dâhil, birçok konularda geri kalmış ülkeler insanları, dilde az-çok temel malzemelere sâhip bulunmalarına rağmen, beyinlerini çalıştırmadıkları için, fikir üretiminde kayda değer bir varlık gösterememektedirler… Bütün bu açıklamalarla, kişinin, münhasıran ve ancak kendi ana diliyle fikir üretimi yapabileceği, bunun temel malzemesinin de dilin kelimeleri ve dile hâkimiyet olduğu açıkça ortaya çıktı. Şimdi de o temel malzemelere tam olarak ne sûretle sâhip olunabileceği husûsunu görelim. Bunun şaşmaz tek yolu, milletin evlâtlarının, kendi ana dilleriyle çok iyi ve seviyeli bir eğitim-öğretim görmüş olmalarıdır. Eğer evlâtlarımızın haysiyetli, şahsiyetli, kişilikli, beynini çalıştırarak fikir üretimi yapabilen ve meselelere çözüm getirebilen birer insan olmalarını istiyorsak onları mutlaka ve behemehâl, kendi ana dilleriyle yâni Türkçe ile yapılan seviyeli bir eğitimden geçirmeliyiz. Yabancı dille eğitim onlara, bu nitelikleri kazanma yolunu kesinlikle kapatır. Belki, sömürgecinin dilini tarzanca da olsa biraz öğrenebilir. Fakat, insan olmanın belki de birinci husûsiyeti olan beyin çalıştırma ve fikir üretme nîmeti kendisine ebediyyen kapanabilir… Maal’esef, ülkemizde, Gâzî Mustafa Kemâl Paşa’dan sonra yönetimde insiyatif; dönme-devşirme torunları ile sömürge aydını kafalılar ve kolay çözümcüler üçlüsünün eline geçmiştir. Dönme- devşirme torunları, Türk Milleti’nin ve Türklüğün aleyhine olan her harekete bilinçli-şuûrlu olarak katılırlar. Türk’ün lehine olabilecek her millî hareketin de dâimâ karşısında yer alırlar. Vaktiyle, haçlı sömürgeciler, Afrika’nın nerdeyse tamâmını, Asya’nın da birçok ülkesini işgâl ederek mâddî servetlerini sömürmüşler; başta dilleri, dînleri ve millî kültürleri olmak üzere, ma’nevî değerlerinin birçoğunu da yok etmişlerdir. Meselâ açtıkları okullarda, sömürdükleri ülke insanlarının çocuklarına kendi sömürgeci dilleriyle eğitim-öğretim yaptırmışlardır. Böylece, bir müddet sonra, kendi dilinden, kendi dîninden, kendi kültüründen ve kendi millî kişiliğinden yoksun kalan nesiller, sömürgeci karşısında tam bir aşağılık duygusu içine düşmüştür. Bunun netîcesi de, sömürgeciyi dâimâ efendi ve üstün insan, kendisini ise aşağı yaratılışta insan olarak görmeğe başlamıştır.
Sonunda, o ülkelerin okumuşlarının kafasında şu kanâat ve inanç iyice yer etmiştir: – Üstün insan olan beyaz adamın, yâni batılının, yâni haçlı sömürgecinin görüşü-fikri ve düşüncesi de üstündür. Binâen’aleyh, doğru olan, onun dediğini yapmaktır. İşte biz, ülkelerin, kafaları bu noktaya getirilmiş okumuşlarına ‘sömürge aydını’ deriz. Sömürge aydınının kafası, aklı ve beyni, sömürgecinin her dediğine hemen yatar. Ülkemizde, bu sömürge aydını kafalı kişiler pek mebzûldür. Hem de boy boy, düzine düzinedir… Mekânı Cennet olası Gâzî Mustafa Kemâl Paşa, sömürgeci haçlıların diliyle eğitim veren okulların birçoğunu kapatmış, onların, Türk Milleti’nin evlâdlarının beyinlerini sömürgeleştirme hareketinin önünü kesmişti. Onun ölümünden kısa bir müddet sonra, bizim kolay çözümcü bazı yöneticilerimizle sömürge aydını kafalı okumuşlarımız, haçlıların telkînleriyle, yabancı dille yâni haçlı sömürgecilerin diliyle eğitimi yeniden başlattılar. Bu iş öyle hızlı gitti ki, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Anadolu Liseleri… derken, sömürgecinin dilini Ana Okullarına kadar soktular. Bugün, o esrârengiz, mubârek ve muhteşem dilimiz Türkçe ile eğitim veren mektep sayısı pek az kaldı sanıyorum.
Kaynak: Önce Vatan Gazetesi
https://www.oncevatan.com.tr/ynus-emre-roportajinin-2-bolumu-makale,25737.html
https://www.oncevatan.com.tr/ynus-emre-roportajinin-3-bolumu-makale,25744.html
https://www.oncevatan.com.tr/yunus-emre-roportajinin-4-bolumu-makale,25747.html