Nasıl yayımlayabilirim?
Semih GÜMÜŞ
Önüne gelen dergiye saldırmadan, kendi
edebiyat anlayışına en yakın dergiyi seçerek;
bir anda birçok dergide birden yayımlamak
yerine, seçici davranarak yazdıklarını yayımlatma
çabası, ona baştan kararlılık kazandırır.
Yazı yazmaya başladığım zaman onları ne yapacağımı da düşünmeye başlamıştım. Yazıp yazıp bir köşeye koymakla yetinecek miydim, yoksa onları yayımlatmak için girişimlerde bulunmalı mıydım? Bu iki seçenek arasından çıkmak o denli kolay değil. Sonunda, kendim için yazmıyor muydum?
Kendi için yazmak.
Yeni yazar adayları için düşünmesi kolay olmayan, ama tam anlamıyla ulaşılması neredeyse olanaksız bir yazma ilkesi. Sonunda yazdıklarınıza tamamıyla kendi eleştiri gücünüzle karar vermenin yanında, edebiyata belki günlük hayatta karşılığını bulamayacağımız bir yücelik vermek. Değil mi ki yazdıklarınızı yayımlıyorsunuz, “kendim için yazıyorum” sözünü de havada asılı bırakmış oluyorsunuz. Kaçınılmaz bir son. Elbette sorun da değil. Bu arada yazdıklarınızı başkalarının okuyacak olması, sizi daha sıkı bir özdenetime
Gelgelelim, kendi dışında eleştirmen, usta, bilici aramayan yazar adaylarının sonunda yazarlığın özündeki cevheri ellerinde tutacaklarına da hiç kuşku yok. Kendi yazdıklarının iyi mi kötü mü olduğuna kendi karar veren yazarın, yazdıklarını yayımlama aşamasına geldiğinde bunu yalın ve ilkeli biçimde yapacağı da bellidir. Önüne gelen dergiye saldırmadan, kendi edebiyat anlayışına en yakın dergiyi seçerek; bir anda birçok dergide birden yayımlamak yerine, seçici davranarak yazdıklarını yayımlatma çabası, ona baştan kararlılık kazandırır. Bir edebiyat yazarının ilkeleri de olması gerekir, değil mi.
Kaldı ki, kolay yazan biri değilseniz, yazdıklarınızı yayımlanacak duruma getirmek için çektiklerinize kimsenin ortak olamayacağını da bilmelisiniz. Sözgelimi evdeki çocuk, yazının ilk hasmıdır. Bir de zamanınızı onunla geçirmekte gönüllülüğünüz de sınır tanımazsa, tek çare çocuğunuzun büyümesini beklemektir ki, bir on yıllık aralıktır bu. Birlikte yaşadığınız
insandan ev işlerinde sizin payınıza düşeni de üstlenmesini ne kadar isteyebilirsiniz? Eskiler için, özellikle de şairliğini karısına dayatarak eviçinde kendine bağımsız bir yazı dünyası kurmak daha kolay oluyormuş. Şimdi kimse böyle durumları kaldırmaz.
Asıl iş, gene de yazmaya başladıktan sonra, yazdıklarınızı yayımlatmakta. Yazarların çektiği çilenin çoğu bu aşamada yaşanmış. Karşınıza çıkan editör sizi tanımıyorsa, durumunuz elbette zordur, baştan hazırlıklı olmalısınız. Gençliğin kendiliğinden diktiği engeller vardır önünüzde. Editörün önünde okunmak için birikenler öylesine çoktur ki, sizinkine sıra gelse bile, şansınız öteden beri bilinen bir yazardan sonra gelir. Bunu doğal karşılamak gerekir. Verilmiş büyük bir emekten, birikimden söz ediyoruz.
Gene de dergilerin pek çoğunda aşılabilir bu; kimi editörler ürünlerin kimden geldiğine değil, niteliğine bakarak karar verirler ki, bundan kuşku duymak için neden pek yoktur; ama sıra kitap yayımlatmaya gelince, asıl zorluk orada başlar. Yayıncılığın bugün hâlâ güçlü bir sektör olamayışı, orta ve küçük ölçekteki yayınevlerinin geleceğinin pamuk ipliğine bağlı oluşu da tanınmamış genç yazarların kitaplarını yayımlamayı güçleştirir, ama orada da parlak bir kitabın önüne geçemez kimse.
Gecenizi gündüzünüze katarak, tedirginlik içinde yazdığınız ürünlerinizi okurun keşfedeceği zamanın geldiğini umursamaz editör. Bu duygular sizi ilgilendirir. Sizin yakıcı sıcaklığınızı bir anda söndürecek soğukluğuyla daha karşı karşıya da gelmediniz. Adını derginin künyesinde gördüğünüz, belki bir iki fotoğrafından yüzünü tanıdığınız editöre en iyisi e-postayla göndermektir yazdıklarınızı. Sizinle bir de dergi ya da yayınevinde karşılaşmaktan kaçınır editörler. Kısıtlı zamanlarını paylaşmaya gönül indermezler.
Memet Fuat ile ilk tanıştığımda, gençlikten kurtulmuş bir adam da olmama karşın, sesim titremiş, sözcükler boğazımda düğümlenmişti. Aslında Memet Fuat’ın şeker gibi bir insan olduğunu neden sonra anlayacaktım, ama onun da bir yayın yönetmeni olarak bendeki imgesi dizlerimin bağını çözmeye yetmişti.
Böyledir işte genç yazar ile editör arasındaki ilişki. Biri yukarıda, öbürü aşağıda durur hep. Tanrı katında görünür editörler. Yayınevi patronları daha da katıdır. Çünkü sonunda neyin yayımlanıp neyin yayımlanmayacağına editörler değil de, yayınevi patronları karar verir; değil mi ki işin parasal yanı çoğun belirleyicidir, son söz onlarındır.
Postadan gelen zarfınızı editörün nasıl açtığını, ilk okumadaki tepkilerini de bilmiyorsunuz; hiçbir zaman bilmeyeceksiniz belki de. Yeni bir yazar, biraz can sıkıcı gelebilir. Nereden çıktı şimdi bu, dedirtir, bunca ürün yağmurunun üstüne. Genç yazarın gönderdiği belki iyidir, ama rastlantıyla da çıkmış olabilir mi? Gönderdiği bir iki ürünün dışında yazıp tamamladığı kaç ürünü vardır, bunu da merak etmekte haklıdır editör. Gönderilmiş bir öykü rastlantıyla çıkmışsa sözgelimi, editörün onu yayımlayarak genç yazara açtığı kredi karşılıksız kalabilir mi? İyi bir editör bunları düşünmeden edemez.
Şiir okumak gene daha az zaman alır, ama ya öykü ve roman? Bir dergiye bir yılda bin tane öykü gönderilse ve derginin editöründen bin tane öyküyü okuyup değerlendirmesi beklense… Bin öykü, yaklaşık yüz öykü kitabı eder; üç günde bir kitap bitirmek gerekir bütün öyküleri okumak için. Editörümüz başka hiçbir şey okuyup yazmayacak mı?
Editörler edebiyatın kötü ruhları değildir elbette. İyi yüreklidirler aslında; genç yazarların ürünlerini değerlendirmek için kılı kırk yaran çabalar içinde, sevgiyle yaklaşırlar yazıya. Düşünün ki, kendi yazılarını yazmak için kullanacakları zamanı, hiç tanımadıkları kişilerin yazdıklarını değerlendirerek harcarlar. Karşılıksız bir özveri sayılmaz mı bu?
Virginia Woolf, genç bir yazara otuz yaşından önce yayımlamamasını önerirken, “Eğer yayımlarsanız özgürlüğünüz kısıtlanır. İnsanların fikrini önemsemeye başlarsınız. Onlar için, onlardan iyi şeyler duymak için yazmaya başlarsınız,” diyor.
Virginia Woolf’un kendisi de ilk romanını dokuz yılda yazmış. Beş altı taslaktan sonra, yeniden yeniden yazarak. Sonra da yayımlanması için iki yıl beklemiş.
Genç yazar bu düzeyde kendi kimliğiyle ödeşme içine girer. Ne yazık ki, kendini yayıncısına kabul ettirmek için olduğundan farklı görünmeye de çalışır. Çoğu kez değil, ama bazen yazdıklarını gönderdiği dergiye göre ayarladığı anlaşılır. Radikal bir dergiye radikal, popüler bir dergiye uyumlu öyküsünü gönderebilir pekâlâ. Burada ilk zayıflığını gösterir işte.
Oysa genç yazar, radikal ya da tutucu olmaya kalkışmak, bunlardan birini seçmek yerine, yazdıklarında ilerici ya da tutucu olup olmadığını sorgulamalıdır. Has edebiyata yaklaştıkça, yazdıklarının da ileri dönük olduğunu fark edecektir.
Genç yazarın yazdıklarını edebiyat dergisine gönderirken hangi çatışmalar içinde kaldığını anlamaya çalışıyoruz. Daha yazdıklarını gönderemedi bile. Özenle yazıp zarfın içine yerleştirdiği hazinesinin başına neler geleceğini belki bir gün anlayacak. Gün doğmadan kararmazsa düşleri.
ALINTI: Semih Gümüş, Yazar Olabilir miyim? / NOTOS Kitap, s.158-162.