Dîvân-ı Hikmet Sohbetleri-9
Dr. Hayati BİCE
Araştırmacı Yazar
Değerli Yesevî dostları,
Hepiniz hoş geldiniz. Yesevî’nin sofrasından nasibimize düştüğü kadarıyla bugün sizlerle Yesevî hakkındaki izlenimlerimi, bazı hikmetleri ve UNESCO 2016 Hoca Ahmet Yesevî yılı münasebetiyle yapılan çalışmalardan hâsıl olan neticeyi kısaca özetlemek istiyorum.
Programımızın süresi 45 dakika konuşma ve sonrasında da 15 dakikalık bir soru-cevap bölümü olarak belirlendiği için bazı konuları sadece ana başlıklarıyla geçmek durumunda kalacağım, ama özellikle vurgulamak istediğim noktalar olacak. Ahmet Yesevî hakkında ansiklopedik bilgi şeklindeki biyografik bilgileri buradaki hazirûn zaten bilmektedir genel itibariyle. Sadece Ahmet Yesevî Üniversitesinin 2016 yılı boyunca düzenlediği ve şu anda 9. konuğu olduğum bu konferansları gerek salona teşrif ederek, gerekse internetteki -youtube’daki- kayıtlardan izleyenler Yesevî ve Yesevîlik hakkında epeyce fikir sahibi olmuşlardır diye düşünüyorum.
Bildiğiniz üzere UNESCO tarafından 2016 yılı Hoca Ahmet Yesevî yılı ilan edildikten sonra ülkemizde hem akademik, hem kültürel alandaki faaliyetlerle Ahmet Yesevî ismi gündeme geldi; birçok konferans, seminer ve sempozyumlar yapıldı. Bu seminerler ve konferanslardan önemli bir kısmına sağ olsunlar dostlarımız davet ettiler; katılabildiklerim oldu, mazeretlerim nedeniyle katılamadıklarım oldu. Bu faaliyetler arasında özellikle geçtiğimiz yıl bahar döneminde Ahmet Yesevî Üniversitesinin düzenlediği Ahmet Yesevî Sempozyumu gerek katılımcılarının düzeyi gerekse bildirimlerinin niteliği itibariyle seçkin bir yer edindi. Yine geçtiğimiz yıl sonbaharda İstanbul Üniversitesinin düzenlediği uluslararası sempozyum -bildiri kitapları bana ulaştığı için bu fikrimi söyleyebilirim- sunulan bildirilerin niteliği ile kalıcı bir Yesevî külliyatı oluşturulmasına önemli bir katkıda bulundu.
Ahmet Yesevî ile ilgili ülkemizdeki ilk sempozyum olan 1993 yılındaki etkinliğin bildiriler kitabı yaklaşık 160 sayfalık bir metinden ibaretti ve zannediyorum 15 civarında bildiriyi bir araya getiriyordu. İstanbul Üniversitesinin 2 büyük cilt olarak yayınladığı sempozyum kitabının hacminin 1969 sayfa olduğunu düşünürseniz ülkemizdeki Yesevî kültürünün ulaştığı düzeyi takdir edersiniz. Sadece bir sempozyum bildiri kitabından söz ediyorum: 1969 sayfa. Kitaptaki bildirilere baktığımda 25 yıldır Yesevîlik kültürü ve Yesevî hakkında araştırma ve incelemeleri olan bir insan olarak yeni bilgilerle karşılaştığımı da memnuniyetle kaydetmek isterim. Yesevî yılında Hz. Sultan Hâce Ahmet Yesevî yolunda benim de hasbelkader, bir küçük hizmetim olsun diye hazırladığım Ahmet Yesevî kitabı yine değerli Mütevelli Heyeti Başkanımız Musa Yıldız’ın takdiriyle basıldı ve epeyce insana ulaştı. Burada şu sitemimi değil de ricamı ileteyim, bu kitabı değişik yerlerde, arkadaşlarında vs gören insanlar benden bu presdtij baskısı eserden talep ediyorlar. Ben o talepleri sağ olsun üniversitemizin koordinatörü Halil Ulusoy’a yönlendiriyorum. Ama gerçekten her görenin edinmek istediği bu değerli eserin artık satışa da sunulması sağlanmalıdır. İşte en son üç ay önceki Ankara Kitap Fuarında gördüm. Fuarda birçok üniversitenin – Boğaziçi Üniversitesi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, İstanbul Kültür Üniversitesi- yayın stantları vardı. Ahmet Yesevî Üniversitesi de yayınları ile buralarda yer almalıdır. Çünkü insanlar yayınlarınızı edinmek istiyorlar ve bildiğiniz gibi size ulaşmakta güçlük çekiyorlar. O nedenle gerek Ahmet Yesevî biyografisi kitabını, gerekse Divan-ı Hikmet’in abidevî basımını lütfen satışa arz edelim. Yesevî için yapılan bu yayınları hem takdir ediyorlar, hem de kütüphanelerinde bulundurmak istiyorlar.
Yayınlardan söz etmişken burada söz etmem gereken Yesevî yolunun aşığı Yesevî hazretlerinin himmetinin talibi olan değerli dostlarım var. Onlardan birisi Kırgızistan’da bulunan oradaki Manas Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmakta olan çok ünlü bir ressamımız Mehmet Başbuğ hocamızdır. Kendisinin Ahmet Yesevî türbesinin önünde bir Özbek köylüsünü gösteren bir resmi vardır. Ahmet Yesevî diye internette bir arama yapsanız hemen o resim çıkar. Ben o resim hakkında Mehmet Başbuğ hocamızla görüştüm. Dedim “Bakın türbenin önüne bir Özbek çiftçisinin resmini koymuşsunuz. Bu kişiyi, insanlar Ahmet Yesevî zannediyorlar.” Dedi ki “Ben o figürü bir Özbekistan broşüründeki bir Özbek çiftçisinin suretinden resmettim. Ama öyle algılandı. Ne yapalım?” Ben de “O zaman Ahmet Yesevî hazretlerinin temsilî bir resmini yapacaksınız.” Mehmet Başbuğ o resmi yaptı. İşte bu eserin, Yesevî biyografisi kitabının kapağındaki eser ortaya çıktı. Sanat yönüyle de değerlendirildiğinde nitelikli bir eser olduğunu uzmanlar iletiyorlar. Bu eserine resssamın verdiği isim: “63”. Bu “63”ün nedenini Divan-ı Hikmet’e aşina olanlar hemen hatırlayacaklardır. Ahmet Yesevî’nin 63 yaşında Rasulullah (s.a.v.) efendimizin yeryüzünde 63 yıldan fazla gezmediğini düşünerek “Ben de 63 yaştan sonra yeryüzünde mümkün olduğu kadar az gezmeliyim” dileğiyle uzlete çekilmesi kastediliyor: Başbuğ’un resmi Ahmet Yesevî’nin uzlete girdiği 63 yaşındaki dönemini aktarıyor bize. Başbuğ’un resmi hakkında bazı eleştiri yapan arkadaşlarımız da oldu. Dediler ki “Yesevî’yi böyle çok asık suratlı düşünceli bir adam olarak çizmiş; daha güleryüzlü, ne derler beşuş bir çehre ile olsaydı…” Buna karşılık “Ahmet Yesevî Divanı Hikmet’ini okursanız, görürsünüz ki, Ahmet Yesevî baştan sona bir derdin adamıdır, dertli bir adamdır. Yesevî’nin derdi nedir? Derdi, kendi şahsi kaygıları değildir. Namık Kemal’in meşhur şiirindeki gibi “hüzn-i umumi”dir. Hüznünün kaynağı müslümanların durumudur. Zamanındaki, 12. Yüzyıldaki Müslümanların haline bakarak söylediği o kadar göndermeler vardır ki şimdi onları sıralasam başlı başına bir konferans olur. Burada bu şekilde Mehmet Başbuğ dostumuzu da teşekkür ederek anmış olalım.
Daha sonra, -az önce salonun önünde Muzaffer Şenduran hatırlattı- şimdi Allah’ın rahmet iklimine gitmiş olan, Allah’ın rahmetinde olan bestekâr Ahmet Hatipoğlu hocamızın “Yesevîyye” adını verdiği özgün bir beste çalışma yapmıştır Hikmetlerin sözleri üzerine. Hatipoğlu bestelerini yaptığı günlerde ben Yalova da hekimlik yapıyordum. Hoca benimle irtibat kurdu, bestelemek üzere bazı hikmetleri tavsiye etmemi istedi. Ben de ona bazı hikmetleri “Bunlar öncelikle bestelense, sözleri daha anlaşılır, daha uygundur” diye tavsiyede bulundum. Sonuçta “Yesevîyye” adlı bir albüm ortaya çıktı. O sıralar Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreteri olan Vahit Erdem, bu besteleri CD olarak sunacaklarını söylemişti ama bürokratik nedenlerle gerçekleştiremedi. O albümün Ahmet Hatipoğlu’nun anısına hürmeten, belki bilemiyorum üniversite mi yahut başka bir sivil toplum kuruluşu mu bir CD olarak ebedileştirirse iyi olacaktır. Bu salonda sivil toplum yöneticisi bazı insanları da görüyorum, Vahit Erdem ile muhtemelen irtibatı olan dostlarımız da var. Hatipoğlu’nun hikmet bestelerinin de gelecek nesiller için kayda girmesini bir vecibe olarak görüyorum.
Yesevî yılıyla ilgili bilançoyu niye yapıyorum? 2016 yılında Ahmet Yesevî Türkiye’de gerçekten, bugüne kadar hiç olmadığı kadar gündeme geldi. Bugün Google’da arama yaparak gündemdeki konuları tespit etmek mümkün olabiliyor; bir iş ne kadar revaçtadır, değildir, bir arama yaparsanız size fikir veriyor. Yesevî için böyle bir arama yaptığımızda Türkiye’de çok ciddi anlamda bir Ahmet Yesevî kültürünün teşekkül ettiği görülür. Bu hizmete katkıda bulunan kurumları burada bir hakşinaslık olması için, sohbetimiz kayda girdiği için bu sohbette de mutlaka anmak istiyorum. Çünkü “marifet iltifata tabidir” diye bir söz var; ama bu söz genelde sözde kalıyor. O nedenle bu konuda Yesevî yoluna hizmet eden insanları anmam gerektiğine inanıyorum. En büyüğü İstanbul Büyükşehir Belediyesi, sonra Ankara Büyükşehir Belediyesi olmak üzere bir çok Büyükşehir belediyelerimiz var; bunların kültür daireleri var. Yayınlarından izlediğim kadarıyla biliyorum, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Kültür A.Ş. bir kuruluşu var, yüzlerce nitelikli yayını çıkartmıştır. Bu yayınlar arasında ben isterdim ki, 2016 yılında bir Ahmet Yesevî Kitabı, en azından Divan-ı Hikmet’in prestij baskısının üniversiteden temin edilerek basılması gibi bir faaliyeti olsun. Ankara Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Dairesi’nin yaptığı işler konusunda hiçbir şey söylemek istemiyorum. Neden? Çünkü üzerinde konuşulacak bir icraat yok.
Burada Yesevî kültürüne hizmet açısından arz etmek isterim. Mersin Büyükşehir Belediyesi, gönül adamı bir insan olan Belediye Başkanı Burhanettin Kocamaz’ın takdiri ile Ahmet Yesevî’nin hikmetlerinden benim seçtiğim 99 tanesi ile Ahmet Yesevî Hazretlerinin hayat hikâyesinin özetini de içeren bir kitabı yayınladılar. Mersin Büyükşehir Belediyesi bir kültür hizmeti olarak bu kitaptan 5000 kadar basarak Mersin’de insanlarımıza ulaştırdı. Ankara’da da Yesevî yılının değerini bilen yetkili insanlar oldu. Gölbaşı Belediyesi Başkanı Fatih Durmaz, Ahmet Yesevî “Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler” isimli bir eser hazırlattı. Bu eseri, Divan-ı Hikmet’in tam metinini basan Türkiye Diyanet Vakfı Yayıncılık İşletmesi’nde bastırdı ve Gölbaşı’ndaki bütün lise düzeyindeki öğrencilere dağıtıldı. Ahmet Yesevî adına bugün yapılan faaliyetlere baktığımızda belediyelerin bir sokağa, bir mahalleye Ahmet Yesevî ismi vermesi, bazı okullara Ahmet Yesevî ismi verilmesi; bunlar da güzel bir şey ama kendisine Yesevî hikmetleri ulaşan bir lise öğrencisi, (diyelim ki şu kitaptan 100 tane lise öğrencisine ulaştı, bunlardan üç tanesi) bu Yesevî denen zat, önemli bir insanmış ve ben bunun mesajlarını alayım dese, işte bu kültüre kalıcı bir katkı olacaktır.
Müzik çalışmalarından söz ederken -Ahmet Hatipoğlu’nu ruhu şad olsun andık,- Güney Türkistan’da, Afganistan’ın kuzeyindeki Anthoy şehrinde doğan Özbek asılı dostum Mehmet Sabir Karger’i de unutmamalıyım. Kendisi eczacıdır ama aynı zamanda çok önemli bir müzik adamıdır ve yaptığı besteler bugün Türkiye’de çok insan tarafından dinleniyor. Karger’in meşhur bir eseri var ”Ana Yurt Marşı” diye. Yesevî Üniversitesi Sanat Topluluğu korosu da zannediyorum çok çoşkulu bir şekilde bunu icra ediyor. ”Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar, Azer bir boydur. Karakalpak, Kırgız, Kazak bunlar bir soydur.” diye başlayan, çok güzel bir beste. İşte bu eserin söz yazarı ve bestecisidir kendisi aynı zamanda. Mehmet Sabir Karger. 2016 Ahmet Yesevî yılı için 12 tane hikmeti bir araya getiren ve Yesevî yılının son haftasına yetiştirdiği -ve müzik kayıtları da bugünkü Özbekistan’da yapılan- ”Yesevî Vasiyeti” isimli bu albümü çıkarttı. Şimdi bazen konuşuluyor, -ben ergenlik çağımdan beri yaklaşık 40 yıldır konuşuyorum- Türk Birliği, Türk dünyasının kültür kardeşliği vb. diye… İşte bu Türk kültür kardeşliği Ahmet Yesevî gibi sembol isimlerin gündeme gelmesiyle, bütün Türk yurtlarında layığı veçhile anlaşılmasıyla ortaya çıkacaktır. Yoksa belli salonlarda, belli zevat bir araya gelirler; “Türk dünyasının kültürel-ekonomik iş birliği için şunu yapalım, bunu yapalım.” diye konuşur konuşur dağılırlar. Türk Cumhuriyetleri bu yıl 25. bağımsızlık yıl dönümlerini bitirdi ve bu kapsamda yapılanlar-yapılmayanlar hepimizin malumudur.
Son olarak Yesevî yılı etkinliklerini toparlamak üzere Musa Yıldız hocanın bir derdi olduğu için söylemek durumundayım. Yakınlarda TRT ekranlarında dizi olarak Yunus Emre filmi oynadı. O dizinin bir bölümünde senaryoya katkısı bulunan bir akademisyen olarak, senaryoyu inceleyen Mustafa Tatcı’nın önerisiyle şöyle bir sahne sergilendi: Yunus’un piri Tapduk Emre’ye Türkistan’dan gelen bir derviş grubu bir Divan-ı Hikmet hediye etti ve Ahmet Yesevî’nin ismi dervişler meclisinde anıldı. YouTube’a girin, bakın, sadece o sahne binlerce kez izlenmiştir, yani 3 dakikalık bir klip, bugünkü ve benzeri konferansların yapamadığı ölçüde bir tanıtım fonksiyonu yerine getirmiştir. Bugünün kitle iletişiminde çok önemli bir yeri olan film veyahut dizi film; ya da en azından animasyon film şeklinde bir Ahmet Yesevî filminin yapılması gerekiyor. Ha bu görevi kim yapar, kim bundan nasiplenir, onu bilemiyorum ama Ahmet Yesevî yoluna emek veren bir insan olarak şuna inanıyorum: Bu bir nasip meselesidir. Bunu yüz kişiye teklif edersiniz; yüzü de öyle der, böyle der; sermaye der, para der, maliyet der, bütçe der ama yüz birinciye Allah nasip eder. Bakalım bu yüz birinci kişi kim olacak?
Süreyi gözönüne alarak birkaç konuya daha kısaca değinmek ihtiyacı hissediyorum. Ahmet Yesevî’nin hayatı, ailesi ve şecere konusunda tartışmalar var. Mesela Yesevî şeceresiyle ilgili, Hazret Sultan’ın soykütüğünün Hz Ali’ye çıkmasıyla ilgili akademik çevredeki insanlardan da bana ulaşan fikirler oldu. Yesevî ailesi ile ilgili çok ciddi yeni veriler ortaya çıkıyor. Kazakistan’da, Ahmet Yesevî ailesinin türbeleri bugün Ahmet Yesevî’ye büyük saygısı ve Yesevîlik kültürüne çok değerli destekleri olan Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in de katkılarıyla Ahmet Yesevî ile ilgili tüm miras, mimarî kalıntılar, -bunlar türbe olabilir, el yazmaları olabilir, şecere tomarları olabilir, soy kütükleri olabilir- ortaya çıkartılıyor. Ahmet Yesevî’nin mesela dayılarının türbesinin annesi Karasaç Ana’nın kabri civarında olduğunu, eşinin adının Rukiyye olduğunu ben yeni öğrendim. Yine Kazakistan’da mesela Domalak Ana adlı bir kadın evliya vardı. Bu hanımın Ahmet Yesevî’nin ablası Gevher Şehnâz’ın torunlarından birisi olduğunu da ortaya çıkan bu belgelerden öğrendim. Ahmet Yesevî ailesi ile ilgili olarak eskiden bir sis perdesi vardı; yani babası bir İbrahim Ata bilinirdi, annesi Karasaç Ayşe Anne bilinirdi, ama diğer amcaları, amcalarının çocukları, diğer akrabaları bilinmezdi. Mesela Yesevîlik’teki tarikat kültürünü anlamamızı sağlayan Sufi Muhammed Danişmend adlı bir Yesevî halifesi var. Bilim dünyasında bilen bir insana ben rastlamadım ama Ahmet Yesevî’nin ağabeyinin çocuklarından aynı zamanda da Yesevî yolunun halifesi olduğu ve dolayısıyla birebir olarak Yesevîlik tarikatında hem manevî varis hem de aynı zamanda aileden bir insan olduğu kayıtlarla ortaya çıkmış durumda. Kayda girilmesi için mutlaka söylemek istiyorum: Yesevîlik tarikatının esaslarını Mir’âtü’l-Kulûb bir risale ile ortaya koyan Sufi Muhammed Danişmend’in Ahmet Yesevî’nin öz yeğeni olduğu bilinmez. Zannediyorum, Mir’âtü’l-Kulûb risalesini bize tanıtan Necdet Tosun dostumuzun himmeti ile, üniversitemiz bu eseri de yayınlayacak.
Biraz da Divan-ı Hikmet’ten söz etmemiz gerekli. Bundan 10 yıl kadar önce Murat Bardakçı’nın yönettiği bir televizyon programı izledim. Ünlü bir “gazeteci tarihçi” diyebileceğimiz, popüler bir kanalda dikkat çeken bir tarih programı yapan bu kişi –kendisi benim de ilk yazılarımı yayınladığım Töre dergisinde ilk defa yazı hayatına başladığı için özelde bir sempatim de vardı- şöyle bir şey söyledi: “Ahmet Yesevî’nin Türk dünyasında etkisi var, tamam biz bunu inkâr etmiyoruz ama…” dedi “Osmanlı coğrafyasındaTürkiye’de o kadar da etkili değil…” Onun bu tahfifi üzerine Türk Edebiyatı dergisine yazdığım bir makale ile Ahmet Yesevî’nin batı Türk dünyasındaki etkisini delilleri ile dile getirdim. Doğu Türk dünyası ile batı Türk dünyasının sınır nedir? Hazar Denizi’dir. Hazar’ın batı tarafında Türkiye’nin de dâhil olduğu Oğuz bölgesi, Batı Türkistan’dır, yani Batı Türkiye’dir. Doğu Türkiye neresidir? Doğu’daki Türk erlerinin yurdu neresidir? Hazar Deniz’den tutun, Çin Seddi’ne kadar Doğu Türkistan’dır, doğu Türkiye’dir, Doğu Türk elidir. Yesevî’nin batı Türk elindeki tesiri konusundaki makalemden haberdar olan Bardakçı, gazetesinde yeni bir yazı bir yazdı: “Evet” dedi, “Ahmet Yesevî’nin Türk dünyasında bir etkisi olmuş, Türkiye’de de biraz olmuş ama o kadar da olmamış.” Böylece tevil etti kabul edilirse. Şunu söylemek için bu notu belirttim. Osmanlının son döneminde matbu eserler gün yüzüne çıktığı dönemde Ahmet Yesevî’nin Divan-ı Hikmet’i de 1299 hicri tarihinde Sultan II. Abdülhamid döneminde İstanbul da Şeyh Süleyman Buhari’nin derlemesiyle Der-saadet’de yani İstanbul’da basılıyor. Daha önemlisi elimizde 1909 yılında İstanbul’da Hürriyet Matbaası’nda bir kitap var: Kitabın adı: “Tercüme-i Divan-ı Hikmet-i Yesevî”, tercüme eden şahıs Hasan Şükrü Efendi diye bir zat. Hasan Şükrü Efendi ise Konya’da Bozkır odaklı etkin bir tasavvuf faaliyeti yürütmüş olan Memiş Efendi diye bilinen Halidî tarikatından önemli bir zatın Konya halifesi merhum Muhammed Kudsî efendinin bir müridi. (Necdet Tosun’un az önce bahsettiğim çalışmasına konu olan Mir’âtü’l-Kulûb kitabı İsveç’teki bir kütüphaneden çıkmıştı. Ben de o “Tercüme-i Divan-ı Hikmet-i Yesevî” kitabına A.B.D.’deki Princeton Üniversitesi kütüphanesinden ulaştım.) Tasavvufla ilgili olan insanlar bilirler. Tasavvufta bir mürşit, bir müridine bir görev veriyorsa mutlaka bir hikmeti vardır. Halidî-Nakşibendî geleneğinden Muhammed Kudsî Efendi Hasan Şükrü Efendi’ye diyor ki, “Evet Divan-ı Ahmed-i Yesevî İstanbul’da neşredildi ama Çağatay Türkçesindeki metini anlamada biraz güçlük oluyor. Siz bunu İstanbul Türkçesine yaklaştırın ve öyle de bastıralım.” İşte bunun üzerine Hasan Şükrü Efendi Divan-ı Hikmet’ten bazı hikmetleri Türkiye Türkçesi -yahut İstanbul Türkçesi ile neşrediyor. Tercümeyi Divan-ı Hikmet’i Yesevî diye ve küçük bir kitapçık olarak 1909 miladi Türkçesi diyelim- ile İstanbul’da bastırmış. Dolayısıyla 19. Yüzyıl sonlarında Ahmet Yesevî, İstanbul’da hem isim olarak biliniyor hem de asıl önemlisi Divan-ı Hikmet eseriyle de tanınıyor, Osmanlı aydınlarınca biliniyor. Osmanlı tasavvuf çevrelerinde konuşuluyor. Ahmet Yesevî’nin “Türk dünyasının bütünleştirici sembolü” sözünü -yahut da bu klişeyi diyelim- söylerken laf olsun diye söylemiyoruz. Bazıları böyle iddia ediyorlar; diyorlar ki: “Tasavvuf tarihinde bir sürü evliya, hattâ Kutbü’l-aktâb, Şeyhü’l-meşayih, Burhanü’l-asfiyâ, Arif-i Billâh… (tasavvuftaki unvanlardır bunlar) yaşamış. Tamam, yaşamış evet amenna hepsine saygımız var, fakat bu Ahmet Yesevî’yi niye bu kadar fazla gündeme getiriyorsunuz?” Cevaım kısa olacaktır: Doğu ve Batı Türklüğü’nün bu kadar ortak paydası olmayı başarmış Ahmet Yesevî gibi bir başkası yok ki…
Ahmet Yesevî’nin Orta Asya’daki, Türkistan’daki unvanı “Hazret Sultan”dır. “Hazret” kutsal insanlara söylenir, “Sultan” da güç sahibi kudret sahibi olanlara işaret eder. İkisi bir arada “Hazret Sultan” ne demek? “Maneviyat ikliminin sultanı olan Ahmet Yesevî” demektir. Hazret Sultan, yine Türkistan’da “Pir-i Türkistan” (=Türkistan’ın Piri) olarak da bilinir. Bu unvanın ilk kez nerede kim tarafından kullanıldığını da ben merak ettim; araştırmacılık biraz bu merakı gerektiriyor. Araştırdım literatürde, yanıtını bir tevafukla, hiç beklemediğim bir yerde buldum: Ferîdüddin Attâr isimli ünlü sufi Mantıku’t-Tayr kitabında değişik evliyaların menakıbını bir ara getirmiştir. Menkıbelerden birisini naklederken diyor ki “Pir-i Türkistan dedi ki, beni dünyaya iki şey bağlıyordu. Birisi oğlum İbrahim, birisi de şu çok sevdiğim kır atım. Oğlum İbrahim’i, gönül bağladığım evladımı öldürdüler. Ve böylece benim dünyayla olan bir bağımı kestiler. Dünyaya olan diğer bağımı da yani o çok sevdiğim kır atımı da oğlum İbrahim’i katledenlere ben hediye ediyorum ve dünyadan böylece tefrit oluyorum, uzaklaşıyorum. Dünyadan kendimi tecrit ediyorum.” Ferîdüddin Attâr, bu ibretli anlatıyı kayıt ederken “Pir-i Türkistan” sözünü kullanıyor. Yesevî menkıbesini bilen birisi hemen anlayacaktır ki, burada kastedilen “Pir”, Hoca Ahmed Yesevî’dir. Ferîdüddin Attâr, (ö. 1121, Nişabur) kendisinden 55 yıl önce irtihal etmiş olan Ahmed Yesevî’nin unvanını “Pîr-i Türkistan” olarak eserine kaydetmekle tarihî bir iz bırakmıştır. Bir daha diyelim: “Söz uçar yazı kalır.”
Ahmet Yesevî’nin bahsedilen İbrahim adlı oğlunun, Savranlılar tarafından katledildiği menâkıbda kayıtlıdır, işte bu iki bilgiyi bir araya getirdiğimizde Ahmet Yesevî’den yaklaşık 60 yıl sonra Ahmet Yesevî’nin şöhretinin Kazakistan bozkırlarından binlerce kilometre batıdaki Horasan’da, Nişâbur’da bu şekilde kök saldığını anlıyoruz. Daha geçen hafta tevafuken bana ulaştı. Özbekistanlı değerli genç bir dostum Devranbek Tacalioğlu –ki var olsun Özbekistan’da Yesevî ile ilgili ne yayınlansa hemen bana ulaştırır- Nevai’nin bir beyitini gönderdi. Nevâdirü’ş-Şebâb kitabının 492. sayfasında bakın Nevai dünyanın faniliğini anlatmak için şöyle söylemiş: “Türk Piri gibi âlemden eteğinizi silkin.” Anlamı şu: Dünya ve dünyalığı eteğinizdeki bir kir gibi görün ve onu şöyle bir silkeleyiverin.” Ama kullandığı ifadeye dikkatinizi çekiyorum: “Türk piri gibi” diyor. Nevai malumdur, Orta Asya Türk Edebiyatı’nın Türkistan Edebiyatı’nın zirvesi olan bir isimdir. Hatta bağımsızlık döneminde Özbekistan’ın başkenti Taşkent’in en güzel meydanı Nevai’nin anıtı ile süslenmiştir.
Biz Ahmet Yesevî’nin Türk dünyasındaki yerini, Türk kültüründeki önemini vurguladığımız zaman asla -ne diyelim- bir kavmiyetçilik vs gibi yaklaşım sergilemiyoruz. Tarihe, kayıtlara giderek bunu söylüyoruz. Bugün Türk Yurtları arasında Yesevî fonksiyonu yüklenebilecek, bu rolü oynayabilecek başka isimler de elbette var. Meselâ, Bakü’de Şirvanşahlar Sarayı’nı herkes mutlaka ziyaret eder. Ama orada, Şirvanşahlar kompleksin içinde türbesi bulunan Seyyid Yahya Şirvanî hazretlerinin Halvetiyye’nin Pir-i sânisi olduğunu rehberler bile söylemiyor; çünkü önemini bilmiyorlar. Seyyid Yahya Şirvanî neden önemli? Halvetiyye tarikatı Pir-i sâni denilen bu ikinci büyük mürşidi sayesinde bütün Anadolu coğrafyasını kuşatmış; bütün Anadolu coğrafyasını aşıp, Suriye, Irak, Yemen, Mısır, Cezayir, Fas’daki bütün Halveti kökenli tarikatların piri olmuş. Şirvanî bütün bu tarikata silsilelerinde yer almaktadır. Bu zatın türbesini Allah nasip etti ziyaretle şereflendik. Oradaki insanlara “Seyyid Yahya Şirvanî kimdir?” diye sormadım, sadece manzaraya baktım. Türkiye’deki Halvetiler, Türkiye’de kendisini Halvetiyye yoluna nisbet edenler, mürşitler, dervişler, acaba silselerindeki Pir-i sâni Seyid Yahya Şirvanî’nin, Azerbaycan’da Yahya Bakuvi olarak bilinen zatla aynı kişi olduğunu farkında mı? İşte bu zatlar bizim coğrafyamızda gönül köprülerimizi bir araya getirecek unsurlar. Ahmet Yesevî -yine ruhu şad olsun diyelim-, Emir Timur’un büyük himmetiyle inşa edilen türbesi ile bu gönül köprülerinin en muhteşemidir. İşte özgeçmişim sunulurken bahsedildi, Türkistan’ın hemen her bölgesini ziyaret ettim. Türkiye’de malumdur işte çeşitli tasavvufi ekoller var, bunlar arasında en yaygın olanı hangisidir? Nakşibendi yoludur, Nakşibendiyye’dir. Buhara’da tarikatın kurucusu Şah-ı Nakşibend Bahauddin Buhari’nin mürşidi olan Seyyid Emir Külal’in, Emir Timur’la sohbet ettiğine dair diye kayıtlar var. Türkistan tasavvufunun temel kaynaklarından Reşahat kitabında da bu kayıtlıdır ama Kasr-ı Arifan’daki Şah-ı Nakşibent Külliyesinin mimari niteliğine ve Timur devri yapılarının mimari görkemine baktığınız zaman çok mütevazı bir mekândır. Bu tevazu asla Şah-ı Nakşibend Bahauddin Buhari hazretlerinin manevi bir yüceliğine halel getirmez. Ancak Ahmet Yesevî Türbesine bakılınca bütün Orta Asya’da -yani neredeyse Moğolistan’dan tutun buraya kadar alabilirsiniz-, bütün Türkistan’da, bir kompleks oluşturması niteliğiyle, içinde hem mutfağın hem hamamın hem kütüphanenin yer alması niteliğiyle, bütün nitelikleriyle, en görkemli mimari yapıdır. Ve bunu görkemli türbeyi Emir Timur bizzat kendisi sınırlarını göstererek inşa ettirmiştir. Yesevî türbesi bize kültürel mirasın bugüne aktarılmasında mimari yapıların niteliklerinin ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor. Elbette ki Ahmet Yesevî’nin türbesi küçük bir yapı da olsa Ahmet Yesevî’nin büyüklüğüne halel gelmezdi. Zaten 200-300 yıl boyunca yani vefat tarihi olan 1166’dan 1400’lere kadar mütevazi bir kabir taşı ya vardı ya yoktu. Ama Emir Timur, bugün ziyaret ettiğimiz görkemli yapıyı inşa ederek, eğer ki bir günahı varsa tümüne kefalet olabilecek bir eser ortaya koymuştur. Çünkü o türbenin kapısında Moğolistan’dan gelen insanlar gördüm, Sibirya’dan gelen insanlar gördüm, Hindistan’dan gelen insanlar gördüm. Üsküp’ten gelen insanlar gördüm. Tataristan, Başkurdistan’dan bütün bölgelerden gelen insanlar gördüm. Hepsi de Yesevî’ye olduğu gibi Emir Timur’a da dua ediyorlardı.
Komünizm döneminde, insanların Hacc’a gitmesi yasaklandığı için türbenin kapısına göre sol köşesi Hacerü’l-Esved diye öpülüp türbe etrafı 7 defa dolanılarak yarım Hacc sevabı alınacağı umulmuş. Bugün de aynı ritüeli yerine getiren insanlar vardır. Türbenin önüne gelip elini açıp dua eden insanlar komünizmin katı döneminde psikiyatri kliniklerine kapatılmış. Söylemek istediğim şudur: Ahmet Yesevî’nin o görkemli türbesi, Türkistan’a manevî bir kimlik bilinci kazandıran bir eserdir, Türk olma kimliğini yaşatan bir yapıdır. Türkistanlı olma şuurunu aşılayan veren bir kaynaktır. Türbe içinde, yedi metalin alaşımından dökülmüş büyük, devasâ bir Taykazan var. Yesi yakınlarında demir metal işçiliği ile ünlü Karnak diye bir kasaba var, orada hazırlanmış kazan ve türbeye getirtilmiş. Bu kazan Stalin döneminde bir sergi bahanesiyle türbeden alınarak ihtilalden sonra daha sonra ismini değiştirilip Leningrad yapılan St. Petersburg’a götürülmüş ve orada kalmış. Kazakistan’ın bütün o Kazak kökenli yöneticileri rica etmişler zaten müzeye çevrilmiş olan bizim türbemize gönderin bu eseri diye. Fakat gönderilmemiş. Nazarbayev’in üstün çalışmalarıyla 1990 yılında o kazan bir şekilde Kazakistan’a iade ediliyor. Kazan türbeye geldiği günleri yaşayan insanlar bana bunu ağlayarak anlattılar. Dediler ki: “Türbe bize verildi, kazanımız geldi, dedik ki Kazakistan bağımsız olacak. Türbeye kazanın dönmesini bizim ruhumuzun dönmesi olarak anladık.” Bunu anlatanlar Kazakistan’da ateist sistemle yetişmiş kişilerdi. Türbenin türbe içindeki her şeyin böyle bir misyonu var. Allah, buradaki bütün dostlarımıza ziyareti nasip etsin isterim.
Şimdi süreyi göz önüne alarak sözlerimi toparlamak istiyorum. Burada değerli ilahiyatçı hocalarımız da var. Yesevî denildiği zaman şu tavırlarla da karşılaşıyoruz: Ya bu Yesevîlik falan da nedir? Bugün ne anlamı var bu hikmet denilen sözlerin? Yesevîlik bir tarikattır sevgili dostlarım. Yesevîlik bir tarikattır ve Ahmet Yesevî’de bu tarikatın kurucu piridir. Size burada “tarikat nedir, pir kimdir” diyerek bir tasavvuf dersi anlatmayayım. Tarikat dediğimizde önemli olan iki şey vardır. 1. Silsilesi olacak bir mürşit denen insanın. 2. O silsileden bir manevi akışla size ulaşan bir zikir dersini yapacaksınız. O zikir dersini -siz buna günlük zikir, Arapçası zikrullah, Farsça tamlamasıyla evrad-ı yevmiye diyebilirsiniz- veya zikir kelimelerini tekrar ederek söyleyeceksiniz. Bu zikir sözleri nedir: Kelime-i tevhiddir: “La ilahe illallah”tır. Lafza-yı Celaldir: Allah esmasıdır. Halvetiyye gibi yollarda değişik esma-yı hüsnalar, Allah’ın güzel isimleridir. Siz dersi hergün yapacağınıza söz verirsiniz. Bir silsileye sahip olan icazetli bir mürşide. dersiniz ki “Ben bu evrâdı günde 1500 kez Lafza-yı Celal tekrarını kabul ediyorum. 300 kez Kelime-i Tevhidi, La ilahe İllallah’ı kabul ediyorum.” Ve bunu icra edersiniz. Siz bunu icra ettiğinizde sizin ruhani bedeninizde, ehlinin letaif dediği yerlerde manevi açılmalar olur. O silsilenin bereketi sizi kuşatır.
Ahmet Yesevî bir pir-i tarikattır, mürşid-i kâmildir ve insanlara evrâd tarif etmiş, zikrullah talim ettirmiştir. Divan-ı hikmette de zikrullah taliminin iaşaretleri vardır. İlk okumalarımda Arslan Baba’yı efsanevi bir zat olarak anlaşmıştım, sonra Divan-ı Hikmet’te “Arslan Baba beni buldu, bana binbir zikri öğretti” sözlerini gördüm. Anladım ki, Arslan Baba Yesevî hazretlerinin mürşididir. Bakın “binbir zikri öğretti” diyor, yani bir öğreten varsa bir öğrenen de var. Arslan Baba Ahmet Yesevî’ye öğretti, o da Süleyman Hakim Ata’ya, Sufi Muhammed Danişmend’e öğretti. O da Taç Hoca’ya öğretti. O da Zengi Ata’ya öğretti. O da Seyyid Ata’ya öğretti, işte bu şekilde günümüze kadar gelir. Seyyid Ata demişken onunla ilgili yeni bir bilgi -ve onu da malesef Amerika’daki Deweese isimli bir akademisyenin Seyydi Ata ile ilgili makalesinden öğreniyoruz-.Seyyid Ata, Özbeklerin Özbek ismini almasına vesile olan Özbek Han’a zikir öğretmiş ve ismini de Muhammed olarak koymuş. Anlatabiliyor muyum? Maneviyat ehlinin zahirdeki hüküm sahibi hükümdarlara himmetine de baktığımızda biz Yesevî geleneğinin, daha doğrusu Türk tasavvuf geleneğinin farkını görüyoruz.
Yesevî Tarikatından günümüze ne kaldı? diye soracak olursanız derseniz, Orta Asya’da dervişler gördüm, Türkistan’da sûfiler gördüm. Bir tanesini anlatayım: Kasr-ı Arifân’da bir adam gördüm, şöyle 99’luk bir bir tesbih hediye ettim Dedim ki “Bu tesbihle 100 La ilahe illallah, 100 Besmele, 100 Salavat-ı Şerif çekersiniz.” Adam İkinci Dünya Savaşı’nda ayağı yaralanmış aksak bir adamdı. Bana şöyle bir baktı, beni omuzlarımdan tuttu ve “Ben nice yıl vardır ki, Allah demeden nefes de almadım” dedi. “Sen ne diyorsun bana? Bu tesbih dediğin ne?” demek istedi. Böyle adamlar var. Hala var ve iyi ki de var. Ve komünizme rağmen kalmışlar.
Bazı insanlar bana şöyle şeyler de söylüyorlar: “Yesevî Hazretlerinin himmetinin cari olduğunun biz sizin Türkistan Rüyası kitabınızda gördük. Yesevî himmetinden nasip almak için bize ne tavsiye edersiniz?” Bu da kayda girsin diye söylüyorum; çünkü bunun bir benzerini Ankara İlahiyat Fakültesinin değerli öğretim üyesi Vahid Göktaş hocamız Ankara İlahiyat Fakültesi dergisinde yayınladı. Ahmet Yesevî kendi dervişlerine şunu tavsiye ediyormuş, O’nun üzerinden size tavsiye etmiş olayım. Diyor ki: “Sabah namazını kılın, arkasına diyor Yasin-i Şerifi okuyun. Öğle namazını kılın, arkasına Fetih suresini okuyun. İkindi namazını kılın, arkasına Sureyi Nebe (Amme diye bilinen sure) okuyun. Akşam namazından sonra Sure-i Mülkü yani Tebareke diye başlayan sureyi ve yatsı namazından sonra da Vakıa suresini okuyun…”
Size açık ve net söylüyorum. 40 gün bunu uygulayıp ta “Hâsıl olan sevaptan Yesevî ve Yesevî yolundan gelmiş-geçmiş-gelecek bilinen/bilinmeyen ne kadar mübarek zevat varsa ruhlarına hediye ettim” dediğiniz anda emin olun tesiri halk edilecektir. Bunun neticesini mutlaka siz de fark edeceksiniz. Tesiri halk edecek olan ne Ahmet Yesevî’dir ne bu sözün size ulaşmasına vasıta olan bu fakir kardeşinizdir. Öğle namazı deyince bir şey daha söyleyeyim. O da -buradaki seçkin topluluğun elbette ki kendi özel yaşantılarıyla ilgili en ufak bir yargım yok.- sadece öğrendiğimden beri uygulamaya çalıştığım bir öğüdünde Yesevî hazretlerinden nakil ile Sûfi Muhammed Danişmend diyor ki “Öğle namazının son sünnetini 4 rekat olarak ve 4 “kul” ile kılın.” 4 “Kul” nedir? Kafirun suresi, İhlas Suresi, Felak ve Nas Sureleri.
Bu iki hussu şunun için örnekledim: Tarikat, zikir filan deyince şu anlaşılmasın: Ahmet Yesevî işte insanları başına topladı, onlara okudu-üfledi; böyle hopladı-zıpladı vs. yani bugün değişik tasavvuf tarikat grupları ile ilgili değişik şeyler görüyoruz, medyaya da yansıyor maalesef. Tasavvuf böyle bir şey değil, işte bakın, müridlerine tavsiyelerini söyledim: Kur’an virdi ve namazın son öğle namazının son rekatını 4 olarak kılın ve 4 kul okuyun. Haa, bunları okusanız ne olur okumasanız ne olur? Ya da şöyle itirazlar da olabilir. Bazı sureleri bazı namazlara tahsis etmek doğru değildir. Böyle rivayetler de kayıtlarda var. Ben de biliyorum. Ama bunları bir Yesevî emaneti olarak sizlere bugünün bereketi olsun diye gönlümden geçtiği için sizlere iletmek istedim.
Son olarak bir konuyu da aktarıp sözlerimi bitireceğim. Musa Yıldız Hocam benden özellikle de rica etti, hattâ kürsüde de söyledi: Doktor bey, merak ediyorum, bu doktor adam işte tıp okumuş, işte çok iyi ihtisas yapmış, sonra da bu Yesevî işlerine filan nasıl bulaşmış? Tabiî, yanlış anlaşılmasın; elhamdülillah, iyi ki de Rabbim lütfetti. Yıl 1990. Diyanet umre ekibi ile görevli iki hekimin birisi olarak kutsal topraklara gittim. Şunu bilirdim: “Kimi görsen Hızır bil her geceyi kadir bil.” Bu da Süleyman Hakim Ata’dan gelen bir Yesevî şiarı imiş. “Barça yahşi, biz yaman, eller buğday biz saman.” sözü gibi. Bir yatsı namazından sonra Mescid-i Nebevi’den çıkan insanlara bakıyorum, selamlaşıyorum; çünkü orada dünyanın her yerinden manevî anlamda çok güzel insanlar oluyor hep. Gidecek olan insanlar böyle baksınlar oradaki insanlara, görürler. Bab-üs Selamdan çıktım tam karşımda böyle güzel bir insan gördüm Beyaz elbiseler içinde zayıf, avurtları çökük, ince yüzlü, Türkistan’lıların tipik çenede yoğunlaşan seyrek sakalları ile. Şöyle kapının çaprazında durmuş bana bakıyor, gülümsüyor. Yanımda da bir Diyanet görevlisi arkadaş var. “Dostum, şu aksakala gidelim, bir selam verelim.” dedim. Şöyle yakın mesafedeyiz, gittim: “Selamün aleyküm” dedim. “Aleyküm selam” dedi “İsmim Abdülmecid Kaşgarî buyurun, size Ribatü’l-Hoten’de size bir çay ikram edeyim”. Hoten Doğu Türkistan’da bir şehir. Gittik beraberce dergâhına, çay ikram etti, söz sohbet açıldı. Doğu Türkistan’ı sorduk. Söz tasavvufa, Ahmet Yesevî’ye geldi. O zat dedi ki “Ben size Divan-ı Hikmet’i vereceğim. Götürün Türkiye’de basın.” Yıl 1990. “Eyvallah” dedik ve aldık geldik. Yesevî Hazretlerinin soyundan bugüne intikal etmiş aileler var Türkistan’dan Arabistan’a, onların torunlarından dostlarım, meslektaşım da olan arkadaşlarım var. Onlara rica ettim, bir kaç tane Hikmet’i talik yazısından latin harflerine aktardılar. Çünkü bana verilen kitap 100 yıllık bir metin, taş basması olarak Taşkent’te basılmış. O hikmetleri günümüz diline aktardım, birkaçını dergilerde yayınladık. Daha sonra Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Kurulu Başkanı -ismini hayırla analım- Süleyman Hayri Bolay hocamız “Bu hikmetler böyle münferit kalmasın, parça parça olmaz; bunu hazırla getir, hepsini basalım” dedi. Böylece 1993 yılında 144 hikmetten oluşan Divan-ı Hikmet neşrinin ilk baskısı yapıldı ve o günden bugüne de yeni bulunan yazmalardan edinilen hikmetlerle, benim elime ulaşan 256 hikmetten oluşan bir hikmet külliyatı oluştu. Yesevî Üniversitesi baskısında 252 hikmet vardı. Özbekistan’daki yeni yayınlardan 4 tane daha farklı hikmet çıktı. İnşaallah başka bir neşirde 256 hikmeti yayınlayacağız. Kısaca Yesevîlik ve Divan-ı Hikmet maceramı böylece özetlemiş olayım. İlginç bir nokta, daha sonra tekrar o zatla Medine’de karşılaşmak görüşmek ve Türkiye’de basılan kitabı vermek istedim. Ancak o zatı bir daha görmek kısmet olmadı. Abdulmecid Kaşgarî eğer yaşıyorsa Allah ömrünü ziyade etsin. Rahmet-i Rahmân’a gittiyse Allah makamını alî eylesin.
Hepinize teşekkür ediyorum. Sabrınızı biraz da zorladığım için hakkınızı helal edin.