Ömer Seyfeddin
(1884 – 1920)
Yusuf Ziya ORTAÇ
Hızla açılan kapıdan içeri girişi, hayır girişi değil, atılışı hala gözümün önündedir: Bu kadar gergin vücut, bu kadar kımıldanan insan, o gün bugündür hala görmedim. Göğsü alabildiğine ileride, omuzları gerideydi.
Sarı, uçları az kıvrık bıyıkları vardı. Kaşlar seyrek ve altın kumralı … Saçlar da öyle … Hafif çiçek bozuğu yüzünde alayla acı karışık tuhaf bir gülümseme hiç eksik olmuyordu. Kirpiksiz gözleri bir noktada duramıyan iki damla mavi ışıktı. Elinizi sıkışından anlıyordunuz, çok kuvvetliydi. Bu adam, Ömer Seyfettin’dir.
Kuvvetli dedim. Önce bunu anlatayım size: Ömer, eski bir Türk zabitidir. Harbiyede okurken, mektebin sayılı fırtınalarından biri, onu bahçede terslemiş. Ömer, ufak tefek bir genç, ama, dayatmış…
Kavga sonu, müdürün huzuruna çıkmışlar. Dev yapılı belalının yüzü, alnından akan kanlarla kıpkırmızı …
Kumandan sormuş:
– Neyle vurdun başına?
Ömer, telaşsız, cakasız, çocuğumsu cevap vermiş:
– Yumruğumla …
Yaralı dev:
– Yalan efendim, diye solumuş, ya demirle vurdu, ya taşla!
Mektep müdürü, tekrar suçluya dönmüş:
– Doğru söyle, neyle vurdun?
Bu sefer Ömer, bacaklarının üstünde yaylanarak, döğüşe hazır, cevap vermiş: .
– Yumruğumla efendim … İsterseniz bir tane daha vurayım, patlatamazsam cezama razıyım!
Ömer Seyfettin, izinsiz olduğu haftalar, pencerenin iki demir parmaklığını iki eliyle tutup büker, aralıktan sokağa atlarmış.
Edebiyatımızdaki Ömer Seyfettin, sadece bir yazar, bir hikayeci değildir. Ziya Gökalp’ın diliyle söyliyelim:
«Yepyeni bir cereyanın ta başında bir inkılapçı idi. O, bu cereyanın dallanarak genişlemesine, Türkçülük, halka doğruculuk; milli kültür hareketlerinin doğmasına sebep oldu.»
Gökalp haklıdır. Bundan kırk dokuz yıl önce, o, Bulgar hududunda, Yakorit’te altın bıyıklı toy bir zabitken, bakınız, Ali Canip’e ne yazıyor:
«Size bir teklifim var. Kanaatlerinize pek yakın olduğu için kabul edeceksiniz sanıyorum. Bakınız ne!»
«Sayimin esasını teşkil edecek noktalar pek basit: Arapça, Farsça terkiplerin hiç lüzumu yoktur. Bunlar ancak süs içindir. Kimin gösterecek, teşhir edecek fikri
yoksa onları çok kullanır.»
«Geliniz Canip bey, edebiyatta, lisanda bir ihtilal vücuda getirelim … Ah büyük fikir! . .. Say, sebat ister!»
Bugün yazdığımız güzel, ışıklı Türkçenin rüyasını, Ömer Seyfettin, tam yarım yüz yıl önce, Balkanlarda bir sınır karakolunda görüyordu.
Ömer’i mutlaka severdiniz. Tatlı, şakacı bir mizacı vardı. Ama, onun kahkahaları kadar hıçkırığa yakın gülüş görmedim.
Balkan harbinde cephe cephe döğüşmüştü: Komanova’da, Yanya’da … Sonra, esir düşmüş, bir yıl Yunanistan’da kalmıştı.
Bir tek dileği vardı: Kalemiyle yaşamak . .. Ayda, yalnız altı lira ona yeterdi… Bu parayı bulabilecek miydi acaba?
Yine Ali Canip’e yazdığı mektuplarda: «Asla ·memur olmak istemem. Ben yalnızım ve yapyalnız bir adam için, namuslu ve muntazam yaşarsa bu para az değildir.»
«Ben, çalışmamda devam edecek tenha bir köşeye muhtacım. En uzak yerleri İstanbul’a tercih ederim.» diyor.
Ömer Seyfettin, İttihat ve Terakki Cemiyetine bağlıydı. Ama, bağımsız bir bağlı … Tek hizmet, tek nimet istemek aklından bile geçmezdi. Çoğundan tiksinirdi onların. Yine bir başka mektubunda:
«Ben, Ziya Bey müstesna, onların hangisiyle bir arada bulunsam, kendimi, penceresiz ve kapısız bir ahırda sanıyorum.» diyor.
Birinci Dünya Savaşında vagon vurguncuları, harp zenginleri türemişti. Ama, şimdiki bollukta her mahallede bir milyoner değil, iki elin on parmağiyle sayılacak kadar!.. Ömer öfkeli öfkeli bunlardan şikayet ederken, İttihat ve Terakkinin meşhur doktor Nazım’ı ayağını kaldırırmış:
– Baaak!.. Tabanı delik ucuz bir iskarpin!.
Doğrudur: Onlar fakir yaşadılar, fakir öldüler. Ama Ömer, acı, merhametsiz bir gülüşle Doktor Nazım’ı da hicvederdi:
– Ah cancağızım, herifin siyasi namusu ayağının altında! …
İnanışlarında çok ciddi olan Ömer, dostluklarında çok şakacıydı. Onunla teklifli yaşayamazdınız. Biraz ağdalı konuşan şair Mehmet Ali Tevfik’e, daha ilk tanıştıkları gün:
– Vah vah cancağızım, niçin: böyle kitap okur gibi konuşuyorsunuz?
Diye sormuş, ama kırmamış, onu bile güldürmüştü.
Bir aralık evlendi: Yirmi yıl önce Türkiye’nin en zevkli kadın terzisi olan Calibe Hanım’la … Sonra, bir kızları oldu, ayrıldılar …
Ömer, Kalamış’ta, deniz kıyısında, etrafında tek bina bulunmayan küçük sipsivri bir yalıya taşındı: Askerlikte kendisinin ordu kumandanı olan Cavit Paşanın kiralık yalısına… Burada, tek başına yaşıyordu: Durmadan okuyarak, durmadan yazarak…
Bu ayrılıktan çok yaralıydı Ömer. İki kere şikayet etti.
Bir kere:
– İçim sıkılıyor … Ama zamanla geçer, değil mi?… Diye, bir kere de, eski karısı, yeni kocasıyle yalısının önünden kahkahalar atarak geçtiği gün!
Ömer Seyfettin’in Babıali Yokuşunda bir hikaye deposu vardı: Zaman Kütüphanesi.. Hala en bulunmaz eserleri bulduğumuz Zaman’ın sahibi Misak Efendi ile pek dosttular. Ömer, yazdığı hikayeleri ayrı ayrı zarflara koyar, ağızlarını kapar ve üstlerine isimlerini yazardı: İncili Kaftan, Diyet, Falaka, Aşk ve Ayak Parmakları …
Hikaye isteyen gazete, dergi sahibi Misak Efendi’ye gider, zarflara bakar, bir tanesinin adını beğenir, alırdı.
Fiatı beş liraydı her hikayenin . . .
Bir gün, o yılların en güzel, en sürümlü gazetesi Vakit’te Ömer’in bir hikayesi çıktı. Hoştu, sürprizliydi.
Yalnız kısa kısa konuşmalar can sıkacak kadar uzatılmıştı.
Okurken gözlerini yüzümüzden ayırmayan Ömer:
-Ne yapayım cancağızım, dedi, Hakkı Tarık hikaye başına değil, satır başına para veriyor! ..
Bu denemeden sonra, yokuşumuzun en tatlı, en dost insanlarından biri olan Hakkı Tarık, Ömer’in hikayelerini satır hesabiyle satın almaktan vazgeçti.
Ömer’in hikayeciliği Türk edebiyatında bir çağ başlangıcıdır: Diliyle, yapısiyle, konusu ile. Cömert, ışıklı bir ilhamı vardı. Kaç yaşında öldü biliyor musunuz? …
Otuz altı! … Otuz altı yaşında ve dokuz cilt hikaye bırakarak …
Hasta olduğunu duymuştuk. O kadar … Ölüm, Ömer Seyfettin’le yanyana getiremiyeceğimiz tek düşünceydi.
Ama bir sabah, Celal Sahir’in Ayasofya’da toprak sokaktaki evinde sanat konuşmalariyle geçirdiğimiz güzel bir gecenin puslu sabahında, Sahir, o solgun, o ince
yüzü balmumulaşmış, hıçkırarak odama girdi:
– Ömer ölmüş!
Bana: «Sen ölmüşsün» deseler bu kadar şaşmaz, bu kadar ürpermezdim.
Hastalığını, otuz dokuz yıl önceki hekimliğimiz -ne hekimliği? – Tıp Fakültemiz anlıyamamıştı.
Şimdi biliyoruz, o da Tevfik Fikret gibi Şeker’in kurbanıdır.
1920 yılının Mart ayında, onu, Kuşdilindeki Mahmut Baba mezarlığına bırakmıştık. Ama, dünya evinde rahat etmeyen Ömer’ciğe ahiret evinde de rahat yokmuş:
Mezarlığın tramvay garajı yapılacağı söylenince, birkaç vefalı dostu, kemiklerini toplatıp Asri Mezarlığa götürdüler …
Şimdi orada, kitabesi örtülü bir taş altında yatıyor!
Niçin mi kitabesi örtülü? …
Çünkü bu telaşlı adam ölümde de acele etmiş, eski harfler zamanında gözlerini dünyaya yummuştu.
Dirilebilseydi bundan ne güzel bir hikaye çıkarırdı Ömer.
Yusuf Ziya Ortaç – Bir Varmış Bir Yokmuş -Portreler- , s.119-125