1980 öncesi…
Ankara’da Sivas yurdunda ve bekâr evlerinde geçen 1978 yılından 1982’ye kadar çileli bir öğrencilik süreci.
Babam şoför, annem rahmetli ev hanımıydı. Annem arada bir mahallenin mağdur halkına elbise biçer, 1978’de rahmet-i Rahman’a kavuşmadan önce beş çocuğun boğazı için ev bütçesine katkı sağlamaya çalışırdı. O öldüğünde başladı çileli hayatım…
Zengin bir aile değildik…
Felsefe bölümünü kazanmışım, bölüm solcu. Ben Ülkücüyüm. Ders notu alacak kimse bulamamışım, kitaplar güç yetecek gibi değil… Ve 1 yıl sonra bölüm değiştirmek zorunda kalarak Tarih bölümüne geçmişim okulu bitirebilmek adına…
Okulda gruplaşma kantinden, yemek sırasına kadar barizleşmiş. Dışarıda yemek yememizin imkânı yok. Okulda yemek fiyatları düşük. İlla ki karnımızı okuldaki yemekle doyuracağız. Paramız ona yetiyor.
Çünkü babam şofördü ve biz zengin değildik.
Okuldaki arkadaşlarımıza memleketten para gelmezse, para gelenlerin evine davet edilir ve kırmadan gücendirmeden hayatını devam ettirmesi, okuldan vazgeçmemesi için dayanışma sergilenirdi. Bilirdim Ülkücü arkadaşlarımın çoğunun ailesi çiftçiydi, en varlıklımızın ailesi de memur. Yani biz zengin değildik…
Ramazan ayı geldiğinde oruç tutardık ve ramazan bizim için bir öğünden de kurtuluş demekti. Masrafların azalması demekti. Denizciler caddesinde fırından sattığımızda parasını ödeyeceğimiz pideleri rica minnet alır ve ‘iftarlık pide’ haykırışı ile oruç ağzımızla satardık. Bir karton kutu olurdu tezgâhımız. Pide bitmeden fırına koşar 15 pide daha isterdik. Öncekilerin parasını da ikinci partiyi alırken peşin öderdik. Ekmeğimizi pideden çıkarırdık. İftarlık ve sahurluğumuz da satamadığımız pideler olurdu. Suya katık ettiğimiz iftarlar olurdu, o gün kurulan iftar çadırları yoktu. İftar ikramlarında oy devşirmezdi insanlar ve ortam sıcak ama siyaset bugünkünden temizdi…
Kimse iftariyeliği fırsat bilmezdi. Ankara’nın en eski yerleşim yerlerinden ahşap Ankara evlerinin gecekondu versiyonlarında bekâr evimiz vardı, duvarın tam ortasında da Türk Bayrağımız. Yahudi Mahallesi derlerdi oturduğumuz mahalleye. Devlet istimlâk etmişti buranın bir bölümünü. Biz de kira vermeden otururduk bu evlerde. Yarı aç uyuduğumuz evlerimiz için kira verecek kadar paramız yoktu. Babalarımız zengin değildi. İstimlâk edilen ve devletin bedelini ödediği evlerin sahibi yoktu ama kira alan uyanık sözde ev sahipleri vardı. Mahalle halkı zengin değildi gönülleri kadar… Ev sahiplerine kira almayı men etmiştik. Sevmişti bizi mahalleli. O dönemde karnımız aç kalmamıştı, sabah okula gitmeden komşudan gelen köy peynirini katık ederdik tok gözlerimize…
Zenginliğin hayali vardı hayatımızda. İyi bir maaş alıp memur olmak, okulu bitirip öğretmen olabilmekti zenginlik bizim için… “Bir arabam olsa” hayali, hayal standartlarımızın üstündeydi. Biz zenginlik görmedik, zengin değildik…
30 küsür yıl sonra çekilen dizilerde Ülkücüleri zengin çocukları olarak anlatanlar yalan söylüyorlar. Biz filmlerde bile fakirden yana olurduk. Zenginlik bizden uzak olduğu için taraf tutardık garibandan yana…
Numune Hastanesinin bahçesinden geçerken karşılaştığım birinin aşağılayıcı bakışına ‘Sen kimsin hemşerim’ deyip sıkıştırdığımızda gömlek cebinde Birinci sigarası, çorabında kaçak Marlboro sigarası bulduğumuzda öğrendik devrimci arkadaşımızın dizilere mekan olan İstanbul’dan hasta ziyaretine geldiğini ve iki yüzlülüğünü…
Dil Tarih’in Felsefe bölümüne Erzurum’dan kaçıp gelen, sonradan DYP’li İsmet Sezgin’e damat olan, 12 Eylül’den sonra okul açıldığında özel arabasını okulun otoparkına parkeden 12 Eylül öncesinin devrimcisi gibi değildik biz, arabalar hayallerimizde olmadığı gibi paramızda yoktu. Biz zengin değildik…
1980 sonrası okulu ziyaret eden Kenan Evren’le çekilmiş bir fotoğrafımızda yoktu bizim… Biz zulüm görürken Kenan Evren’le kanka olan Ülkücü de yoktu. Biz sevmezdik Evren’i. Ama diktatörle dostluk resimlerinin karelerinde yer alanlar okulun eski solcularıydı, biz değildik…
Sosyeteden olan bir Ülkücü tanımadım ben. Babasının arabası olan bir arkadaşım da olmadı. En zengin arkadaşım Sezai idi. Babası konfeksiyon işi yapar, makine tamir ederdi. İtfaiye meydanında babasının dükkânı vardı. Bir arkadaşımız karakola ya da şubeye alınırsa ona haber verilir, o da Adana kebabı yaptırırdı cebinden ve o bizim için çok zengindi. Bizler Adana kebabı dışarıda bulamazdık ama karnımızı doyunca mutlu olurduk, onun sayesinde hafiflerdi polisin yaptığı zulüm… Bir de Saraçlar Çarşısında Lütfi Abi vardı, dar gelirlilere rahat gelecek kıyafetler satardı. Bunlardı bizim zenginlerimiz. Fabrikatör babaları sadece filmlerin içinde fakiri gelin ya da damat olarak kabul etmemek için her türlü zulmü yapan göbekli arabalı adamlar olur bilirdik.
Ailesi mühendis çok yoktu ama gazeteci hiç yoktu Ülküdaşlarımızın babaları arasında. Allah adamıydı babalarımız. Annelerimizin seccade üstünde hep dualarında olurduk ‘Allahım sen esirge’ diye niyazda bulunurlardı Allah’a… Namaza kılarlar ve ellerindeki her şeyi nimet bilir şükrederlerdi, bize öğretilenle bizim bugün yaptığımız gibi…
Biz bu yüzden Hak yoldayız derdik ve Hak için kavgalıydık bugünkü Hak ve hakikat düşmanı olan o günün zalimleriyle…
Bizim işimiz zenginlik değildi, zenginlik bizim için ata duası almaktı, hayatımızda da kimseye muhtaç olmamaktı. Biz bu gün dizilerde gösterilenler gibi zengin değildik…
Biz bugün televizyon dizilerinde aile görünümü için sözde devrim nikahı ile zina edenlerden değildik, zengin değildik ama zenginlik bizim için ar namus sahibi bir kızla evlenmek ve iyi evlatlar yetiştirmekti.
Bu televizyon dizilerinde Ülkücüler, geçmişin iyi adamları iyi anlatılmıyor. Bunları da mı iktidar destekliyor ne? Bugün milletimizin düştüğü yoksulluk kıskacında, ben fakirim diyen ihtiyaç sahipleri olmazdı bugün olanın aksine. Yoksulluğa çareyi ipotekli yardımlar olarak gösteren iktidarlarla büyümedik biz…
Okulun bitmesi için çalışmak zorunda kaldığımda, inşaatlarda amelelikle hayatımı idame ettirirdim. Benim üniversite öğrencisi olduğumu öğrenen ilkokul mezunu ustam, çalıştığım önceki günlerde çalışmamı takdir ederken benim işime son verirdi sözüm geçmez zannıyla.. Korkardı belki de tahsiliyle ezilirdi, utandıracağımı düşünürdü beklide. Gücenmezdim, o güne kadar harçlığıma vesile olduğu için. Avuç içlerim patlardı, bez sarardım küreği tutmak için.
Hangi zengin çocuğu on kürek harç atmıştır el arabasına?
Bu söylenenler hep yalan… Ülkücülere biçilen roller tam bir zulüm… Haksızlık bu.. Biz o insanlar değildik, biz zengin hiç olmadık, ailelerimiz mütedeyyin ailelerdi kendi halinde…
Bugün diziler yalan söylüyor, zalim danışmanlar bizi tanımıyor.
Bu kısa hayat özeti, her Ülkücünün hayatının bir parçasıydı. Eksiği olmayıp fazlası olacak bir hayat hikayesinin bir kesitiydi okuduklarınız…
Babam EGO’da şofördü ve MİSK üyesiydi, zulüm görürdü, bize davamızda hak verirdi ama zengin değildi…
Biz zengin çocukları olsaydık, bugün dizileri çekenler de biz olurduk…