DİNE DOĞRU*
Ziya GÖKALP
İçtimaî hayat birtakım kıymetlerin teşkil ettiği ahenktir; bu kıymetlerin ahengi, bir merâtibe tâbi olmalarıyla husule gelir. Kıymetlerin merâtibi ise sırasıyla birbirinin fevkinde bulunmalarıdır.
İçtimaî kıymetlerin en aşağısı iktisadî kıymettir. Altın gümüşten daha pahalıdır dediğimiz zaman, şu pahalı sıfatı bize iktisadî kıymeti gösterir. İktisadî kıymetin fevkinde îlmî kıymeti görürüz. İlmî kıymet de doğru sıfatıyla ifade edilir. Bir elmas gerdanlık binlerce liralar değerinde olabilir. Fakat ilmî bir hakikat ondan daha kıymetlidir.
Bundan dolayıdır ki ilim adamlarının cemiyete olan hizmetleri, aldıkları cüz’i tahsisatlarla ölçülemez. Büyük hakikatler keşfeden bir âlim, ancak otuz – kırk sene geceli gündüzlü kafa patlatmakla bu hakikatleri bulabilmiştir. Bu fevkal-beşer çalışmalar, iktisadî bir bedel, maddî bir mükâfat ümidiyle icra edilemez. Bu fedakârane faaliyetin zembereğini meslekî mefkûrede aramalıdır. Mefkûresiz adamların hakikî ilim adamı olamayışı bundan ileri gelir. Bun-dan başka, ilmî bir kitabın bedeli şu kadar kuruş olabilir. Fakat, onun değeri milyarlarca altından daha yüksektir.
Bediî kıymeti bize güzel sıfatı gösterir. Doğruyu bulmak, çalışmaktan yılmayan her kafanın, işidir. Halbuki güzeli vücuda getirmek için dâhi olmak lâzımdır. Bundan başka güzel, doğru’dan daha derindir, daha derûnîdir. Güzelde bir esrarengizlik, bir sırrilik, bir maverailik vardır ki doğruda yoktur. Doğru, kadit kadar çıplak, kaza kadar mücerrettir.
Ahlâkî kıymeti bize iyi tabiri ifade eder. İyi de güzele nis’betle daha manevî, daha derûnî, daha sırrîdir. Bu sebeple, ahlâkî kıymet de, bediî kıymetin fevkindedir.
Ahlâkî kıymetin, niçin, sair içtimai kıymetlerden hiçbiriyle mukayese edilemeyeceğini izah etmiştik. Fakat, başka bir kıymet daha vardır ki bütün manevî kıymetleri cami olmak dolayısıyla ahlâkî kıymeti de camidir; bu itibarla ahlâkî kıymetin de fevkindedir. Bu en yüksek kıymet, dinî kıymetten ibarettir. Dinî kıymeti de bize mukaddes kelimesi irae eder.
Dinî kıymetin ahlâkî kıymete bu suretle tefevvuk etmesi, ahlâkın şerefine bir nakıse iras etmez. Zira dinin en çok kuvvet verdiği şey ahlâktır. Peygamberimiz, «Ben ahlâkı itmam için gönderildim» buyuruyor. Bundan başka, bir .şey mukaddes ise o behemahal iyidir de. Hatta, diyebiliriz ki mukaddes iyiden daha iyi bir şeydir. Ahlâk ile dini, tasavvufi bir menkabe ile tavzih edelim : Bir din kahramanı bir ahlâk kahramanına «Ne yapıyorsunuz?» diye sormuş. Ahlâk kahramanı «Bulursak şükrediyoruz, bulamazsak sabrediyoruz!» demiş. Bu söze karşı din kahramanı şu cevabı vermiş : «Bu sizin yaptığınızı Horasan’ın köpekleri de yapmaktadır. Biz, bilâkis, bulmazsak şükrederiz, bulursak sabrederiz.»
Bu misal bize, dinin ahlâktan daha yüksek bir ahlâk olduğunu gösteriyor. Ahlâk, bir insanı ancak fazilet’e kadar yükseltebilir. Din ise, evliyalık namını verdiğimiz kudsî makama kadar çıkarır. «Hasenatül-ebrar, Seyyiâtül-mukarribîn» düsturu da bu hakikati ifade eder. Mânâsı «Ahlâklıların faziletleri evliya nazarında birtakım nakiselerden ibarettir».
Bazı cahil kimseler evliyalığı keramet göstermekten ibaret sanırlar. Kerametten maksat, insanların ruhunu fevkal-ahlâk bir mertebeye, melekâne ahlâk dediğimiz dereceye yükseltmekse, bu daima evliyadan sâdır olan bir şeydir; fakat, maddiyat sahasında birtakım harikalar göstermekse, evliya mertebesinde bulunanlar hiçbir zaman bu gibi şeylere tenezzül etmemişlerdir. Tasavvufî bir menkıbe vardır ki bu hakikati bize daha canlı bir surette gösterebilir : Şah Nakşıbend’e bazı müritleri sormuşlar ki: Sair şeyhler müridine keramet gösterirler. Sen bize hiç keramet göstermiyorsun». Şah Nakşıbend buyurmuş ki : «Kerametten ne çıkar. Mucize hin kat kerametin fevkindedir. Mucizeye gelince, bunun da en büyükleri Hazreti İsa’dan sâdır olmuştur. Fakat, dikkat ediniz ki o, ölmüş cesetleri diriltiyordu, ben ise ölmüş ruhları diriltiyorum.»
Dinde, bir fevkal-ahlâk mahiyeti olduğu gibi, bir fevkal-bediiyat tabiatı da vardır. Ruhumuza derunî bir nazarla bakarsak orada göreceğimiz en bediî duygularımızın çocukluk ha-yatımızın camiye, ramazan gecelerine, bayram âyinlerine, mevlidlere, kandillere dair hatıralarda meknuz olduğunu görürüz. İnsanların ilk iptida güzel telâkki ettiği şeyler, mukaddes tanıdığı vücutlardır. Şıra eskiyince şaraba inkılâp ettiği gibi, mukaddes de müruru zamanla güzele istihale eder : Edebiyatların tasavvufla olan samimi alâkasıyla müzelerin dinî muhteviyatı bu sözümüzün canlı bir delili değil midir?
Dinde bu fevkal-ahlâk ve fevkal-bediiyat mahiyetlerinden başka bir de «fevkal-mantık» tabiatı vardır. Bu sebeple, evliyanın idrak vasıtası da mantık ve usul değil, «zevk, hal, mükâşefe» adları verilen ve bizim gibi ağzı karalar için daima esrarengiz kalan bir nevi görüş yahut tadıştır. Bu idrak vasıtasının düşünüşten farkını yine tasavvufî bir menkıbe ile tenvir edelim : Bazı kimseler bir gün Bayezid Bistamî ile İbn Sina’nın bir odada görüştüğünü görmüşler. Bu görüşmenin mahiyetini anlamak için meclisin sonuna kadar beklemişler. Bu iki hakikat âşığı odadan çıkıp da ayrıldıktan sonra, bir kısmı Bayezid Bistamî’yi durdurarak İbn Sina’yı nasıl bulduğunu sormuşlar. Bayezid buyurmuş ki : «Benim bütün gördüklerimi o, düşünüyor». Bir kısmı da İbn Sina’yı durdurarak Bayezid Bistamî’yi nasıl bulduğunu sormuşlar. İbn Sinâ da demiş ki : «Benim bütün düşündüklerimi o, görüyor».
Hulâsa, din, bazı insanları evliyalık derecesine çıkarmakla onlara fevkal-beşer bir metanet, bir saburluk, bir şefkat ve fedakârlık veriyor. Kuran-ı Kerim, «Evliyalar için korku yoktur ve onlar asla mahzun olmazlar» buyuruyor. Bu yüksek ferağ ve sekinetin daha hafif bir derecesi ekseri müminlerde de mevcuttur. Bütün hayatlarında kuvvetli bir seciye gösteren insanlar, umumiyetle çocukluklarında dinî bir terbiye alanlardır. Çocuklukta din terbiyesi almayanlar, ölünceye kadar şahsiyetsiz kalmaya, iradesiz ve seciyesiz yaşamaya mahkûmdurlar. Rivayete göre Ahmed Vefik Paşa’ya medenî cesaretinin istinatgâhını sormuşlar : «Allah’a tevekkülümdür» diye cevap vermiş. Filhakika, Allah’a tevekkül eden bir lâhza ümitten mahrum kalmaz, bir dakika bedbîn olmaz, hiçbir düşmandan korkmaz, hiçbir kedere mağlûp olmaz. Daima meserret, huzur ve saadet içinde yaşar. Bir filozof diyor ki : «Ağacın kıymeti yemişinden anlaşılır». O halde, bu kadar tatlı yemişleri veren böyle bir ağaca lâkayd kalmak büyük bir gaflet değil midir?
Mamafih, şimdiye kadar dinin yalnız ferdî şahsiyeti yaratan kısmım tetkik ettik. Dinin rolü yalnız fertlere şahsiyet vermekten ibaret değildir, cemiyetlere şahsiyet veren de yine dindir. Fakat, evliya namını verdiğimiz din mürşîdleri yalnız fertlere şahsiyet verebilirler; cemiyetlere şahsiyet vermek onların işi değildir. Evliyalar ahlâk kahramanlarının fevkinde olduğu gibi, evliyaların fevkinde de peygamber ünvanı verilen vahye mazhar ilahi meb’uslar vardır. Evliyalar müstakil olmayıp herbiri peygamberlerden birisine tâbidir. Dinin en büyük piştarları olan peygamberler, hem cemiyetlere, hem de fertlere kat’î şahsiyetler veren semavî bir kitapta, kudsî bir sünnetle, dinî bir teşkilâtla beraber gelirler. Yukarıdaki menkıbeye göre Şah Nakşıbend ölmüş ruhları dirilttiğini söylüyor ki, bugünkü ruhiyat tecrübeleriyle de sabit olmuş bir hakikattir. Fakat, Sultan-ı Enbiya olan Peygamberimiz, badiye Araplarını amik bir cahiliyetten en yüksek bir hars ve medeniyete yükselttiği gibi, zuhurundan yüz sene geçmeden neşrettiği din, dört yüz milyonluk büyük bir insaniyetin içtimaî ve ferdî nâzım ve mürebbisi oldu.
Fahr-i Kâinat’ın bu kadar içtimaî ve ferdî ruhları az zamanda cahiliyet sâfilininden hikmet ve mülkiyet illiyyiniııe yükseltmesi en büyük bir mucizedir. Şah Nakşıbend gibi muhterem evliyanın ölmüş ruhları diriltmesi, bu büyük mucizeye nisbetle, ancak keramet derecesinde kalır.
Peygamberlerin vücuda getirdiği teşkilâta ümmet namı verilir. Hazreti İsa bir Hıristiyan ümmeti vücuda getirdiği gibi, Hazreti Muhammed’de bir İslâm ümmeti vücuda getirmiştir. Ümmet, millî cemiyetlerden daha geniş dinî bir camiadır. Dinî camianın bazen millî cemiyetten daha kuvvetli olduğunu aşağıdaki vâkıalar isbat eder. Milliyetleri bir olan zümreler, ümmetleri ayrı ise, siyasî bir cemiyet halinde yaşayamıyorlar. Arnavutluk’ta Hıristiyan ve Müslüman Arnavutlar bir millet haline giremedikleri gibi, Suriye’deki Müslüman ve Hıristiyan Araplar da bir millet mahiyeti alamadılar. Yugoslavya’daki Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Müslüman Boşnaklar ayrı lisan ve harsa malik, aynı milliyete mensup oldukları halde bir millet gibi beraber yaşamaya bir türlü alışamıyorlar.
Bilâkis aynı ümmetten oldukları halde, milliyetleri ayrı olan zümreler, müşterek bir devlet hayatı yaşayabiliyorlar.Büyük Britanya Adalarında Katolik olan İrlandalılar, Protestan olan İngilizlere karşı bu kadar kanlar dökerek İstiklâl mücadelesine atıldıkları halde, yine Protestan olan İskoçyalılarla Gallilerin isyan bayrağına sarılmaması, ümmet rabıtasının kuvvetini gösterir. Belçika’da da, her ikisi de Katolik olan Valon kavmiyle Flaman kavmi sakindir. Bunların birincisi Fransızca konuşur ve Fransız cinsine mensuptur. İkincisi ise bir nevi Cerman lisanı tekellüm eder ve Cerman ırkına mensuptur. Bunları da, milliyet ihtilâfına rağmen birleştiren, ümmet rabıtasıdır. İsviçre’de de Fransız, İtalyan, Alman milliyetlerine mensup üç unsur, hepsi Protestan olmaları hasebiyle, müşterek bir devlet hayatı yaşamaktadırlar. Anadolu’daki Sünnî Türklerle Kürtler, İran’daki Şiî Farsilerle Türkler de aynı halde değil midirler? Bazı içtimaiyatçılar, ümmet rabıtasıyla beraber, birçok asırlarca tarih ve coğrafya iştirakinden doğan bu müşterek hayata fevkal-mille (sur-nationalite) namını vermektedirler.
Ümmet teşkilâtı her dinde başka bir tarzda tecellî eder. Katoliklerde Hıristiyan ümmeti bir hükümet tarzında taazzi etmiştir. Hükümetin imparatoru papa, vezirleri kardinaller, valileriyle mutasarrıfları başpiskoposlarla piskoposlar’dır. Müslümanlarda ise ümmet, bir hükümet şeklinde değil, bir darülfünûn suretinde taazzi etmiştir. Bundan dolayıdır ki Hıristiyanlıkta dinî teşkilâta kilise namı verildiği halde, Müslümanlarda medrese adı verilmiştir. Müslümanlarda ruhanî reisler yoktur; yalnız müderrisler vardır. İslâmiyet, akıl ve hürriyet esaslarına istinat etmiştir. Müderrisler aklî delillerle ikna etmeden hiçbir kimseye bir hakikati kabul ettirmeye çalışmazlar. İslâmiyet mukallitliği, dinî esareti kabul etmez. Bundan başka, evliyalar kendilerini yahut birkaç ferdi kurtarmaya çalıştıkları halde, müderrisler bütün cemiyeti ve hatta bütün cemiyetleri kurtarmaya çalışırlar. Şeyh Sadî diyor ki : «Bir ehl-i dîl, tekkeyi terkederek medreseye intisap etti. Ona, niçin âbidleri bırakarak âlimler arasına geldiğini sordum. Dedi ki : Âbid kendi kilimini sudan çıkarmaya çabalıyor, âlim ise bütün mağrûkları kurtarmaya çalışıyor». Bundan dolayıdır ki, İslâm ümmeti, Buda’nın ümmeti gibi bir tekkeler konfederasyonu değil, bir medreseler müttehidesidir. Bütün İslâm âlemi büyük bir dârülfünündür. Bu dârülfünûnun her ülkede, hatta her kasabada şubeleri vardır : Her kasabadaki müftü oradaki şubenin başmüderrisi (Duvayyeni = dekanı) demektir. Şeyhülislâm ise, bu büyük İslâm dârülfünûnunun emini (rektörü) mesabesindedir. Mezhep sahipleri olan imamlara gelince bunlar da doktrin sahibi âlimlerden ibarettir. Bundan anlaşılıyor ki İslâmiyette din, idarî bir velâyete değil, ilmî bir velâyete istinat eder. 0 halde, din teşkilâtımızı yükseltmek, evvelâ medreselerimizi yükseltmekle, saniyen medreselerimizi bütün İslâm medreseleriyle tevhid etmekle husule gelebilir. Bir kere medreseler yükselmeye ve birbiriyle rabıta tesis etmeye başlayınca, aynı tefeyyüzün camilerle tekkelere de intikal edeceğine şüphe yoktur. Her sene İslâm payitahtlarından birisinde bir müderrisler kongresi yapmak, bu kongrenin daimî kalem heyeti tarafından ilmî mecmualar, kitaplar neşretmek, ümmet teşkilâtımızı nurlu bir dimağa malik edecektir. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki gençliğin en büyük vazifesi dine doğru gitmektir.
Kıymetler, iktisadî, muakalevî, bediî, ahlâkî, dini kıymetler namıyla beş nevidir. Başka kıymetler, bu beş nev’in içindedir. Meselâ lisaniyatta fasih, beliğ kelimeleriyle ifade olunan insanî kıymetler, bediî kıymetin bir tenevvüüdür. «Bu kelime fasihtir» dediğimiz zaman anlaşılır ki, «bu kelime güzeldir» demek istiyoruz.
«Galât-ı meşhur lügati fâsîhâdan daha fasîhtir» denildiği vakit anlaşılır ki halk hangi kelimeleri güzel görürse, lisancılar nazarında da onlar en fasîh tanınmalıdır. Bir imlânın doğru olması da güzel olması demektir, bir yazının iyi olması da güzel olması demektir.
Hukukî, siyasî kıymetler de, ahlâkî kıymetler nev’ine dâhildir. Bir işin muhik, meşru, âdilâne olması, onun iyi olması demektir. Hukuk, halkın ahlâkına istinat etmezse muhterem tanınmaz. Kanun, kuvvetini, millî ahlâka uygunluğundan almazsa muta olmaz. Siyasî kıymetin esası da şan’dır. Milleti tehlikelerden kurtaran bir kahramana şanlı ünvanı verilir. Siyasî bir kuvvet, ancak şanlı bir şahsiyetin, yahut şanlı şahsiyetlerin çevresinde teşekkül edebilir. Efkâr-ı âmme, velâyet-i ammenin ancak şanlı ellerde bulunduğunu görürse tasvip eder. Şanlılık, yeni bir siyasî kuvvete başlangıç olduğu gibi, şansızlık da an’anevî bir iclâl ve şehâmete, nihayet verebilir. Tarihî bir şevkete malîk olan bir saray, vatanın istiklâl ve hürriyetini, kendi -fena anlaşılmış menfaati- için, en hain düşmanlara sattığı anda parlak bir maziden kalan bütün şan izlerini derhal kaybeder. Demek ki siyasî velâyetin menbaı ahlâkî kahramanlıkların, sahiplerine verdiği şan’dır. Bir adamın şanlı olması, çak iyi olması demektir. O halde, şanlı sıfatı da, ahlâkî kıymetlerden birini ifade eder.
Kıymetlerin maddî şe’niyetlerden farkını anlamak için biraz tamik edelim : Kıymet mefhumuna iptida ehemmiyet veren, iktisat ilmidir. Hatta, bazı iktisatçılarca, iktisadın anlaşılması, kıymet’in tarif edilmesine bağlıdır. Böyle olduğu halde, iktisat ilmi, kıymetin hakikî mahiyetini meydana koyamadı. Zira, bu ilim, kıymeti yalnız iktisadî kıymetten ibaret zannetti. Halbuki kıymeti tarif edebilmek için, kıymetin bütün nev’ilerini göz önünde bulundurmak lâzımdı.
İktisat ilmi, kıymetin temelini maddî faydada bulmak ümidine düştü. Dürkhaym’a nazaran eşyanın kıymeti ferdî yahut içtimaî faydasıyla ölçülmüş olursa, insanların öteden beri kabul ettikleri kıymetler silsilesi, baştan başa değişmek lâzım gelir. «Kıymetin temeli faydadır» nazariyesine göre, zaid olan ihtiyaçlara hiç ehemmiyet vermemek, yalnız zaruri olan ihtiyaçlara ehemmiyet vermek iktiza eder. Bu telâkkiye nazaran, zevaitten olan şeyler mefkûd olursa hayatın faaliyetlerinden hiçbirine halel gelmez. Hele lüks eşyaya atfedilen kıymetler büsbütün müsrifânedir. Bunların husule getirdiği fayda, kendileri için sarfedilen meblağları ödeyemez. Bazı nazariyeciler ise, lüks eşyanın kıymetini büsbütün hiçe indirmek isterler. Halbuki hayata bakarsak, insanlar arasında en kıymetli şeylerin lüks eşya olduğunu görürüz. Güzel sanatlar umumiyetle, lüks eşya nev’indendir. Sanatkâr ibda ederken, hiçbir faydanın husulünü düşünmez, çocuk .oyuncaklarıyla oynarken, nasıl bir fayda’ peşinde koşmuyorsa, sanatkâr da öyledir. Sanatkâr da, çocuk gibi yalnız kendi zevki için şiir yazar, resim yapar, şarkı söyler, rakseder.
Düşünüş sahasında da muakale (spekülâsyon) aynı haldedir. Muakale, hiçbir faydayı emel edinmeksizin, hiçbir amelî tatbikatı istihdaf etmeksizin, sırf düşünmek için düşünmektir. Amelî ihtiyaçların şevkiyle ve fayda temini maksadıyla yapılan düşünüşe tedebbür adı verilir.
Fen adamları müdebbireye sahip kimselerdir. Filozoflar ise muakale suretinde düşünen kimselerdir. İnsaniyet, en eski zamandan beri, güzel sanatlar gibi, felsefî muakaleyi de iktisadî kıymetin fevkinde tanımıştır. Bugün de umumî telâkkinin böyle olduğunu görüyoruz.
Zihnî hayat gibi, ahlâkî hayatın da bediî ciheti vardır. En yüksek faziletler, içtimaî intizam için derhal ifası lâzım gelen kaideli ve vücuplu vazifelerin icrası değildir; belki, vicdandan kendi kendine kopup gelen ve ekseriya nefsi ibzal mahiyetinde görülen hür ve gayesiz fedakârlıklardır. Bazı faziletler vardır ki faydacı adamlar onları mecnunane telâkki ederler; halbuki bu faziletlerin büyüklüğü mecnunane olmalarının neticesidir. Meselâ, Spencer, fakirlere şefkat ve yardımın, cemiyetin iyi anlaşılmış menfaatine mugayir olduğunu isbat etti. Bununla beraber, onun bu isbatı, bütün insanların bu harekete büyük bir fazilet nazarıyla bakmasını men edemedi.
Zihnî ve ahlâkî hayatlar gibi, dinî hayatın da bediiyatı vardır. İmam Ali buyuruyor ki : «Benim Allah’a ibadetim, ne cennet ümidiyledir, ne de cehennem korkusuyladır. Sırf bu ibadetlerden derûnî bir zevk aldığım içindir». Müslümanların en büyük velilerinden olan Rabiayı Adevîye de bu sözün aynını söylemiştir. Görülüyor ki dinî ibadetlerin de en yükseği bî-menfaat olanıdır. Bu neticeyi, din nazarında Allah’ın fiillerine isnat olunan vasıftan da çıkarabiliriz. İslâm ilâhiyatçılarına göre, Allah’ın fiilleri muallel bil-ağraz değildir. Demek ki fiillerin en yüksek olanları garazsız, ivazsız yapılmış olanlarıdır. Bir hâdis-i şerife göre, İslâm ahlâkının müntehası, fertleri ahlâk-ı ilâhiye ile tahallûk ettirmektir. Şimdi, bunun ne demek olduğu anlaşılıyor : İnsanların ahlâk-ı ilâhiye ile tahallûk etmesi, en büyük fedakârlıkları garazsız, ivazsız, gösterişsiz, iftiharsız yapması demektir.
Bu ifadeler bize kıymetlerde faydaya irca edilemeyen bediî bir mahiyet olduğunu gösterdi. Bu mahiyet, hatta iktisadî kıymetlerde bile vardır. Meselâ lüks eşyanın çok pahalı olması, çok nadir olduğu için değil, belki ziyâdesiyle takdir olunduğu içindir. Elmas ile inci’nin değeri, ne çok nadir olmalarından, ne de bir faydayı haiz bulunmalarındandır. Bunlardan daha nadir, daha faydalı birçok taşlar vardır ki pahaca hiçbir imtiyazları yoktur.
Bu teşrihlerden anlaşılıyor ki, hayatın bütçesi birçoklarının zannettiği gibi, az zahmete mukabil çok menfaat istihsaline çalışmak kanununa tâbi değildir. Yaşamak, daima büyük tehlikelere atılarak, büyük masraflara girişerek büyük vecdleri aramaktır. Bundan dolayıdır ki insanlarca en kıymetli eşya, kendileri için en faydalı olan şeyler değil, en çok vecd veren şeylerdir.
Dinî, ahlâkî, bediî, muakalevî, iktisadî kıymetlerin fayda ile olan rabıtasını tetkik ettik. Şimdi de bunların ait oldukları eşyanın maddî tabiatıyla alâkadar olup olmadığını arayalım : Hükümler; şe’niyet hükümleri, kıymet hükümleri namlarıyla ikiye ayrılır. Şe’niyet hükümleri eşyaya maddî tabiatlarından sâdır olan vasıfları isnat eder. «Şeker tatlıdır», «sülfato acıdır», «ateş yakar» dediğimiz zaman, bu hükümlerimiz birer şe’niyet hükmüdür. Zira, tatlılık şekerin, acılık sülfatonun, yakıcılık ateşin maddî tabiatında mevcut’ tur. Şu şey mukaddes, iyi yahut güzeldir, dediğimiz zaman, bu hükümlerimiz birer kıymet hükmüdür; bazı nazariyecilere göre şe’niyet hükümleri gibi eşyanın maddî tabiatından sâdır olduğu için, kıymet hükümleri de şe’niyet hükümleri gibi eşyanın maddî tabiatını gösterir. Halbuki birçok ahvalde, bir şeyin maddî hâssalarıyla kendisine verilen kıymet arasında hiçbir rabıta mevcut değildir.
Meselâ, Hacerül-esved, İslâmiyet’te çok mübarek bir taştır. Emânat-ı mübâreke çok mübarek tanılan muazzez bergüzârlardır. Fakat bunların mübârekliği, Hâcerül-esved’ in yahut Emânat-ı mübâreke’nin maddî cevherlerinden mi ileri geliyor? Şüphesiz ki hayır!
Vatanın sancağı da çok muazzez, çok muhteremdir. Muharebede sancağın düşman eline geçmemesi için, binlerce askerlerin hayatlarını feda ettikleri çok kere görülmüştür. Halbuki sancak, bir sırığa takılmış renkli bir kumaştan ibarettir. Şüphesiz, sancağın bu büyük kıymeti maddî tabiatından sâdır olmuş değildir. İnsan da, uzviyetçe bir hayvanın aynıdır. Fakat, sokakta bir hayvan lâşesi görüldüğü zaman, yalnız mevkiin temizliği noktasından ehemmiyete alınır. Halbuki bir insan cenazesine tesadüf edilse, ahlâkî teessürden dolayı orada büyük bir tecemmü, büyük bir galeyan vücuda gelir. Demek ki insana verilen kıymet, uzviyetinden dolayı değildir. Bir posta pulu bir kâğıt parçasından ibarettir. Bu kâğıt parçasında serveti tevlid edecek hiçbir maddî hâssa yoktur. Fakat, bu posta pulu bazen büyük bir servete bâis olabilir. Elmasla, incinin, kürkle dantelânın kıymetlerini modanın keyfine göre değiştiren de, hiç şüphe yok, bunların maddî tabiatları değildir.
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki kıymet, hem fevkâl-menfaat hem de fevkâl-madde bir mahiyettir. Kıymet hükümlerinde, mücerret akıl hâkim olmadığı için, kıymetler aynı zamanda fevkâl-akıl bir mahiyettir. Görülüyor ki insanın en çok ehemmiyet verdiği akü melekesi yalnız şe’niyet hükümlerinde hakim olabiliyor, kıymet hükümlerinde hâkim olamıyor. Kıymet hükümlerinde hâkim olan hassasiyetimizdir ki ona kâlp namını veriyoruz. Büyük Fransız filozoflarından Paskal diyor ki : «Kalbin başka, bir aklı vardır ki aklın ondan haberi yoktur». Kalbimiz dinî, ahlâkî, bediî kıymetleri anlar, onlardan vecd alır, bu vecdlerle saadet içinde yaşar. Aklımız ise kıymetleri maddî kadrolara sokmaya çalışır. Akıl bu işte muvaffak olamayınca akıl ile kâlp arasında gayet şiddetli bir mücadele başlar.
Bu mücadele, aşağıdaki üç suretten biriyle nihayetlenir : Ya akıl, kalbe galebe çalarak onu istibdadı altına alır.- 0 zaman bu akim sahibi maddeciler gibi bütün kıymetleri inkâr eder; yahut kâlp, akla galip gelerek onu tahakkümü altına alır. O zaman, bu kalbin sahibi, sırriyûn gibi mâkulâta hiç ehemmiyet vermez. Veyahut, akıl ile kâlp, müşterek nokta-i nazarlar bularak aralarında anlaşırlar ve her iki tarafı da -hiçbir müsaade ve fedakârlık yapmaksızın- tatmin edici cami bir sistem vücuda getirirler. O zaman, bu sistemin sahibine filozof oldu deriz.
Demek ki filozof aklıyla kalbini telife çalışan, müsbet ilimlerle kıymet duyguları arasındaki ihtilâfı daimî bir sulh ve ahenk haline getirmeyi gaye ittihaz eden bir kimsedir.
Ekseri adamların aklıyla kalbi arasında kendiliğinden bir ahenk ve vifak bulunduğu için bu gibi kimselerin felsefeye ihtiyacı yoktur. Fakat, aklıyla kalbi arasında şiddetli mücadeleler mevcut olan bazı kimseler de vardır ki bunların bu halden kurtulması için yegâne çare felsefeye doğru gitmektir.
KAYNAK: Ziya Gökalp, MAKALELER-VII (1982), Kültür Bakanlığı Yayını, s.21-27.