Ziya GÖKALP: M. Fuad Köprülü’ye Mektup

ZİYA GÖKALP’E ÂİT BÂZI HÂTIRALAR

M. Fuad Köprülü

Yıllar ne çabuk geçiyor! Ziya Gökalp’i kaybettiğimiz günden- beri kırk yıldan çok olmuş. . Bu acı günü hatırladığım zaman, gözlerimin önünde bütün bir mâzî canlanır ve sür’atle çevrilen bir sinema şeridi gibi, 1912’den 1924’e kadar geçen yıllara âit bir yığın hâtıralar tekrar safha safha hayâlimden geçer. Türk Yurdu­nun Cağaloğlu’ndaki küçük idâre-hânesinden başlayarak, Türk- ocağı’nda, Dârü’l-Fünûn’da, Yeni Mecmua’nın İttihad ve Terakki Merkez-i umûmî binâsındaki odasında, başta Ziya Gökalp olmak üzre bir avuç arkadaşla geçirdiğimiz uzun saatleri hatırlarım.

Ağaoğlu Ahmed, Hüseyinzâde Alî, Hamdullah Suphî, Celâl Sâhir, Şerefeddin Yaltkaya, Halim Sâbit, Yusuf Akçura, Ömer Seyfeddin, Kâzım Nâmî, Alî Canib ve daha başka arkadaşların da iştirâk ettikleri bu toplantılarda, Ziya Gökalp dâimâ bir mihrak mâhiyetini muhâfaza ederdi. Sıkılgan bir çocuk kadar mahcup, sessiz ve mütevâzi4 olan Ziya, sevdiği arkadaşlarının samimî çevresinde büsbütün başka bir hüviyyet alır, canlanır, neş’elenir, uzun münâkaşalara ve izahlara girişir, zaman zaman zarif şakalar­dan, tacizlerden de geri kalmazdı. Resmî ve kalabalık içtimâlarda, meselâ Edebiyat Fakültesi’nin profesörler meclisinde, yâhut İlmî İstılahlar Encümeninde o kadar sessiz ve durgun olan Ziya’nın coşkun ve idealist rûhu, samimî mizâcı, geniş bilgisi, dimâğının terkipçi ve te’lifci kudreti bilhassa dostlar meclisinde kendini gösterirdi. Bu meclislerde bulunmayarak onunla yalnız umûmî toplantılarda temâs etmiş olanların Ziya’yı anlamalarına imkân yoktu; çünki Ziya samimî dostlar meclisinin dışında bir köşeye çekilip boynunu büker, lakırdıya karışmaz, kendisine sorulan saçma-sapan şeylere bir-iki kelime cevap vermekle iktifâ ederdi. Onun bu mütevâzi’, gösterişsiz, mahcup hâlini gören ve yalnız zevâhire göre hüküm vermekte tereddüt etmeyen birtakım zavallıların, Ziya’yı “silik ve mânâsız hir adam” telâkki ettiklerine çok def’a şâhit oldum; onların Ziya’yı yakından tanımalarına imkân olmadığı gibi, eserlerini okuyup anlamaları ve takdir edebilmeleri de kabil değildi. Eski Şark kültürüne, medrese an’anelerine körükörüne bağlı kalanlar, Ziya Gökalp’in yeni fikirlerini ve memleket görüş­lerini anlamaktan ne kadar uzak kaldılarsa, mâna ve mâhiyetini bilmedikleri Garp medeniyetine ayni taassupla ve ayni dar zihniyyetle hayrân olanlar da Ziya’nm yeni telâkkilerini anlamaktan o   kadar uzaktılar. İttihâd ve Terakki Merkez-i umûmîsi a’zâsı sıfatıyla büyük bir nüfuza sâhip olması tabı‘i olan Ziya Gökalp’in, hergünki ale’l’âde siyâset hâdiseleri ile ve şahıslarla hiçbir alâkası yoktu. Yanında bu türlü mes’eleler bahis mevzu’u olduğu zaman, hiç hoşlanmaz, hattâ sinirlenirdi. Memlekete âit bütün ideolojik mes’elelere, ilim ve san‘at dâvâlarına, içtimâ *î hayatta yapılması zarûrî her türlü inkılâblara şiddetle alâkadar olan Ziya Gökalp, bunlar dışındaki basit mevzu’lara, dedi-kodılara, günün hâdise­lerine hiç ehemmiyet vermez, onlarla hiç meşgûl olmazdı. A. Fouillet’nin kuvvet-fikir nazariyesine şiddetle bağlı olduğu için, memlekette her şeyden önce bir fikir ve zihniyyet inkılâbının gerçekleşmesi ve bu olmadıkça hiçbir müsbet netice elde edileme­yeceği kanâatinde idi. Durkheim’in sosyolojik görüşlerini benim­sediği için de, içtimâ’î determinizm esâsına sâdık kalarak, ferdî âmillerden çok, içtimâ‘î şartların nüfûzuna inanıyordu; fakat buna rağmen zaman zaman büyük şahsiyetlerin tarihin gidişi üzerinde çok te’sirli olduklarını gözönüne alarak, bir nevi* “kah­ramanlar perestişkârlığı”na saptığı da oluyordu ki, aramızdaki münâkaşaların en esaslılarından birini işte bu teşkil etmekte idi. Bu mes’elede rahmetli Ağaoğlu Ahmed’in dâima benimle berâber olduğunu ve Ziya ile çok şiddetli münâkaşalara giriştiğini asla unutamam. Sırası gelmişken şunu ehemmiyetle kaydetmeliyim ki, Ziya’nın Birinci Cihan Harbi sırasında Tal’at Paşa ve Enver Paşa için, İstiklâl zaferinden sonra da Gazi için yazdığı manzûmeleri sâdece birer hulûskârlık mahsûlü sayanlar, Ziya’nın yüksek rûhunu ve ahlâkını anlayamayan bî-çârelerdir. O, bu manzume­lerde, coşkun ve mistik rûhuna samımiyyetle terecemân olmaktan başka birşey yapmamıştı.

Kuvvetli bir hâfızaya, Şark ve Garb’a âit geniş ve sağlam bilgilere, çok etraflı sosyolojik mâlûmâta sâhip olan Ziya Gökalp, her şeyin üstünde büyük bir sistemcilik kâbiliyyetine mâlikti. Durkheim sosyolojisine bağlılık iddiâasında bulunmakla beraber, hiçbir zaman bu mektebin objektif usûllerine riâyet etmemişti; çünki her şeyden önce memleketin büyük ve hayâtî mes’elelerine süratli bir hâl çâresi bulmak istiyor ve sosyolojiyi bu hususta bir yol gösterici, bir vâsıta olarak kullanmak gayesini ta‘kip ediyordu. Onun, amelî bir gaye taşımayan ve nazarî mevzû’larla alâkalı pek az yazılarında bile bu amelî gayeyi sezmek pek kolay­dır. İşte bu bakımdan, Ziya’nın sosyolojisini, tamâmıyle millî bir “içtimâi felsefe” saymak, bence en doğru bir görüştür; işte, onun en büyük kıymeti de burada, içtimâ’î hayatımız üzerinde yalnız fikren değil, fi’len de çok müessir bir “millî rehber” oluşundadır. Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Zaferi’ni ta‘kip eden üç -dört yıl içinde onun başlıca fikirlerini sür’atle tatbikat sâhasına koymakla, bunun en büyük delilini vermiştir.

Ziya’nın, fikir tarihimizdeki eşsiz yerini belirtecek, onu gelecek nesillere lâyıkıyle tanıtacak ciddî eserlere çok muhtâcız. Merhum Alî Nüzhet Göksel’in Olup Biten Şeyler (Diyâribekir, Vilâyet Matbaası, 1922) ve Ziya Gökalp, Hayatı ve Malta Mektupları (İstanbul, 1931) adlı eserlerinde onun hayatına dâir verilen mâlûmâta, daha sonraki neşriyatta hemen hemen yeni birşey ilâve edilmemiştir. Ziyâeddin Fahrî Fındıkoğlu’nun, 1936’da Paris’te basılan Ziya Gökalp et sa Sociologie adlı kitabından sonra devam etmekte olan tedkikleri, Osman Tolga’nın, onun iktisâdî fikir­lerine dâir İstanbul Üniversitesi İktisat ve İçtimâ’iyât Enstitüsü tarafından 1949’da neşredilen Ziya Gökalp ve İktisadî Fikirleri, genç araştırıcılarımızın da bu ihtiyâcı hissederek bu boşluğu doldurmağa çalıştıklarını gösteren güzel ve ümit verici birer delildir.

Şu kadar var ki, Ziva’nın tam mânasıyle anlaşılabilmesi için, herşeyden önce, vaktiyle Arap harfleriyle basılmış kitaplarının iyi bir tabı; gazetelerde, mecmualarda dağınık hâlde bulunan eserlerinin, basılmamış yazılarının da neşri icâb eder. İşte, Türk Tarih Kurumu, Ziya Gökalp Külliyâtı’nın tab’ına başlamakla, onun üzerinde çalışacaklar için sağlam bir zemin hazırlamaktadır. Bu külliyâtın birinci cildini teşkil eden ve 1952’de basılan Şiirler ve Halk Masalları’’ndan sonra, şimdi de, bu ikinci cildi meydana getiren kendi el yazısıyle âilesine Limni ve Malta’dan yolladığı mektuplarının neşri, onun hayatını ve fikirlerini aydınlatan yeni bilgiler kazandıracak ve en güvenilir bir kaynak vazifesini görecektir.

Hâtırasını dâimâ hürmet ve muhabbetle ta‘ziz ettiğim bu büyük dostumun, mektuplarından meydana gelen bu cilde, bana, kırküç yıl önce, Diyâribekir’den gönderdiği mühim bir mektubunu ilâveyi faydalı buldum. Bu mektubunda, filoloji, etnografı’ ve folk­lor bakımından çok zengin olan Diyâribekir’de halk masallarını topladığından, millî mûsikîmizi ihyâ için halk türkülerini notaya aldırdıklarından, geleceğe âit bâzı plânlarından da bahsetmiştir. Ne yazık ki, Ziya’nın genç yaşta ölümü, Diyâribekir’de halk i’tikadlarını toplamak arzusunun, bir etnoloji enstitüsü, bir arkeoloji müzesi kurmak husûsundaki plânlarının tehakkukuna imkân vermedi; fakat bunları daha o zaman düşünmüş olması, memleke­timizin bu gibi millî müesseselere ne kadar muhtaç olduğunu kavrayarak bu sahâlarda da çalışmağa başladığını gösterme bakı­mından bir kıymet ifâde eder.

Prof. Dr. Fuad Köprülü
***

İstanbul Dârü’l-fünûnu Türk Edebiyatı Tarihi Müderrisi Köprülüzâde Fuad Bey’e

Diyârıbekir — 8 Ağustos, 1922

Muazzez Kardeşim,

Size bu mektubu getiren İskender Paşa-zâde Mustafa İsken­der Bey akrabâmdan, çok tahsil heveslisi bir gençtir. Galatasaray Sultanîsi’nde Fransızca öğrendikten sonra, Fransa’da bir liseye girmek, onu bitirdiğini müteâkip Sorbonne’a devam etmek eme­lindedir. Çok çalışkan olduğundan ve maddî heveslere kıymet vermediğinden muvaffak olacağına eminim. Mektebe yerleşmek husûsunda bir güçlük karşısında kalırsa, yardım etmenizi recâ ederim.

Burada halk masallarını topluyorum; bâzılarını Küçük Mec­mua’’ da göreceksiniz. Lisân husûsunda İlmî usûle tamâmıyle riâyet mümkin olamıyor; çünki, iyi bir masalcı bulamadım. Folk­lorcunu halk itikadlarına âit kısmını da toplayacağım. Diyâri­bekir’in eski şarkılarını terennüm edebilen yaşlı hanânendelerinden eski besteleri nota ettiriyoruz. İstanbul’da tab’ı kolay olursa, millî mûsikîmize esas olacak olan bu halk nağmelerinin notalarını göndereyim.

Bundan başka, buradaki Türk, Kürd ve Arap aşiretlerine dâir etnografik tedkıkât da yapıyorum; bu saŞlerden Diyâribekir’e mahsus küçük bir etnografi enstitüsü meydana gelecek. Bâzı ar­kadaşlar da, Diyâribekir’in arkeolojisi ile meşgûl . .Bir taraftan da bir arkeoloji müzesi te’sis etmek üzreyiz. Diyâribekir, arkeoloji ve mi‘mârî nokta-i nazarından çok zengin bir yerdir. Sûr’unun, câmi’lerinin her taşında ya bir yazı, yâhut bir resim görülür. Resimlerin çoğu Selçukîler’e ve Akkoyunlular’a âittir. Artukîler’in Arapaca ünvanları sayıldıktan sonra, Türkçe ünvanları da şu sûretle sıralanıyor: Alp İnanç Yabgu Kutluk Beg. . Görülüyor ki, Artukîler de Yab”u, yâni il sâhibi beyler imişler. Bu il, Diyâribe­kir’in ilk Türk ahâlîsini teşkil etmişler. Sonradan Hwârezm Yürükleri, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve en sonra Timur Leng’le gelen Türkmenler burada izlerini bırakmışlardır. Burada Halaclar ibtidâ kiirdleşmiş, şimdi de araplaşıyor. Kanglılar, bir pirinç mezra‘asma adlarını vermişler: Kanglı Madrabı Oğuzlar, Karacuk dağını buraya Karacadağ nâmıyle getirmişler. Burada kürdleşmiş Karakeçiler ile Türkân aşireti sâkindir. Kanglı Madrabı da buradadır. Diyâribekir köylerinin, hele Kara­cadağ civânndaki bütün köylerin ve pınarların isimleri Türkçe’­dir. Daha uzakta Begdili ve Döger boyları var. Cerabulus’taki Begdililer Türkçe’den başka bir lisân bilmiyorlar; hâlbuki Siverek ile Urfa arasında yaşayan Begdililer ile Dögerler Kürdce konuşuyorlar. Rakka civârında yaşayan Dögerler de, Türkçe’den başka bir dil bilmez. Cerabulus’ta boy-beyleri’nden başka il-beyleri de var. Boy’un taksimâtına oymak nâmı veriliyor; hattâ Karkın boyu da, Begdili oymaklarından birinin adı olmuş.

Ozan kelimesi de, burada izlerini bırakmış. Diyâribekir’in Rûm kapısı semtinde bir sokağın adı Ozan-köçesi’dir. Şark nâhiyesi köylerinden birinin adı Ozan-kışla’dır. Bâzı mânilerde de mahfûz kalmıştır :

Ağlarım ozan gibi,

Kaynarım kazan gibi,

Sarı sarı yapraklar

Dökerim hazân gibi.

Çok dertli dertli söylenen adama da, “Ozan mı oldun?” derler. Hulâsa burası, filoloji, etnografi ve folklore nokta-i naza­rından tedkıke çok lâyık bir memlekettir.

Biz burada yerli tedkikleri yapacağız. Bâri siz de, Avrupalı­ların tedkiklerini lisânımıza naklediniz. Macarlar’ın, Almanlar’ın topladığı halk masallarımız, hâlâ millî yazımızla neşredilmedi. Kara-Kırgızlar’ııı Manas Menkabesi, Başkurdlar’ın halk şiirleri, Kara-çaylar’ın halk mûsikîsi lisânımıza nakledilmedi. Orada İlmî bir teşkilât hâlinde bu işler yapılamaz mı? Yeni Mecmua tarzında bir mecmua çıkarılmaması da, İstanbul için bir eksikliktir. Anadolu, İstanbul’dan daha büyük bir fa’âliyyet ister. Eski arkadaşlar birleşerek, Yeni Mecmua’’yı da ihyâ edebilirsiniz.

Halk Kütüphânesi’ne Küçük Mecmua’’dan gönderdiğimiz için orada bir hisâbımız vardır. Gerek Türkçe, gerek Fransızca ve İngilizce çıkacak faydalı kitapların isimlerini vererek Küçük Mecmua nâmına gönderilmesini mezkûr kütüphânenin sâhibine söylerseniz çok iyi olur.

Peder Bey’in ellerinden öperim. Refikam, vâlideniz ve refikanız hanımlara selâm ederler. Kızlarım, hemşireniz hanım’a selâm ederler. Küçük yavrunuzun gözlerinden öperim. Bütün arkadaşlara selâm…
Bâkî : Derin hürmetler.

Diyâribekir — 8 Ağustos, 1338

Ziya Gökalp

KAYNAK: Ziya Gökalp Külliyatı-II / LİMNİ VE MALTA MEKTUPLARI